Prof. Dr. Erol Güngör’ün Gözüyle Osmanlılarda Devlet Anlayışı (3)

29

“Osmanoğulları’nın siyasî dehası olmasaydı belki Anadolu Türk Devleti de tıpkı Cengiz İmparatorluğu veya Timur Bey’in imparatorluğu gibi dağılıp gidecekti ve belki biz bugün Doğu’da kalan amca çocuklarımızın kaderini paylaşacaktık.

“Bizim tarihimizde milletimizin tek bir büyük devlet hâlinde toplandığı devirler yok değildir. Fakat Osmanoğullarına kadar bu birlik bazı kudretli hükümdarların şahıslarına veya dünya şartlarına bağlı kalmış, hiçbir zaman bir müessese bütünlüğü arz etmemiştir.” (a.g.e., s.143)

“ilk def’a Osmanoğulları devletin bütünlüğü prensibini her türlü endîşenin üzerinde tutarak bu bütünlük uğrunda evlâtlarını veya öz kardeşlerini dahi feda etmek cesaretini ve basiretini gösterdiler.

“Oğlu Mustafa’nın cenaze töreninde gözyaşlarını tutamayan, bu yüzden namaz kılmakta bile güçlük çeken Kanunî’nin duyduğu acıyı düşünebiliyor musunuz?

“Kardeşi Korkud Sultan’ın gönderdiği mektubu okurken gözlerinden sel gibi yaş boşanan Yavuz’a ‘Kardeş katili.’ diyebilmek için bir insanın mes’uliyet duygusundan nasibsiz olması gerekir.

“Onlar kardeşleri veya oğulları ile birlikte devlet ve millet için kendilerini de kurban vermekte tereddüt etmeyen insanlardı.

“Devletin bütünlüğü uğruna oğlunun gözlerine mil çektiren Hüdavendigâr Murad Han, yine devleti uğrunda şehid oldu.

“Devlet için iki oğlunu idam ettiren Kanunî, ömrünün en güzel yıllarını çadırlı ordugâhta geçirdi ve nihayet bile bile ölümün kucağına atıldı.

“Kardeşi Yakup Çelebi’yi katlettiren Bayezid, hayatı boyunca ölümle kol kola gezdi. Milletinin karşısındaki her tehlikeye karşı en önde ve tek başına çıktı.

“Çelebî Sultan Mehmed, kardeşlerinin ölümü pahasına milletini dağılmaktan ve esir olmaktan kurtardı.

“Kısacası, kardeş veya evlât kaybederek saltanat sahibi olan hiçbir Osmanlı Sultanı elde ettiği tahtı şahsî rahatı için kullanmış değildir.

“Bugün sözde insanî duygular adına onları ayıplayanlar, hatta gayretkeşlik ederek Fâtih’in kardeş veya evlât katli hakkındaki kanununun asılsız olduğunu iddiaya kalkanlar bilmiyorlar ki, kendi hayatları da bu prensip sayesinde garantiye alınmıştır.” (a.g.e., s.144-145)

“Bütün Osmanlı tarihinde hiçbir padişah için resmî matem yapılmış değildir. Devlet reisi öldüğü an derhal yerine bir yenisi seçilir, yeni padişah ilk iş olarak eskisinin cenaze merasimi için emir verir, merasimden sonra da hayat eski akışına devam ederdi. Bu tavır bir ‘kral öldü, yaşasın kral’ prensibinin değil, Türklerin şahıslardan çok devlete, yani millet bütünlüğüne önem vermelerinin eseri idi.

“Bizim dinî geleneğimiz de böyledir. Hz. Peygamber’in vefatı üzerine telâşa kapılanlara karşı Hz. Ebu Bekir’in şu sözleri ne kadar mânâlıdır: ‘Her kim Muhammed’e tapıyorsa, bilmiş olsun ki Muhammed öldü. Her kim Allah’a tapıyorsa, bilmiş olsun ki Allah bâkidir.” (a.g.e., s.159)

“İnsan ancak Tanrı’nın kullarına hizmet etmek için saltanat sürer. Çünkü hayatın sonunda ölüm ve ölümün sonunda da en büyük padişahın kurduğu bir büyük mahkeme vardır. Bir gün o mahkemede hesap vereceğine samimiyetle inanan bir kimsenin devlet mesuliyetini üzerine alması ne demektir?

“Bu mes’uliyet, halk ekmek sıkıntısı çekince İbrahim Han’ın gözlerine uykuyu haram eder. Bir savaşla bir ülke fetheden Kanunî’nin zaferden sevinç duymasına bile imkân vermez. İkinci Osman’a kanı ile ödetir. İkinci Mahmud’u kahrından öldürtür. Hüdavendigâr’ın Kosova sahrasındaki yakarışını, Kanunî’nin sedye ile savaş meydanına gidişini, Birinci Abdülhamid’in Özi kalesi düşünce geçirdiği şoku, Üçüncü Selim’in, çalışmaya ve istirahata ayırdığı zamanların nispetini düşünürseniz, Türk geleneğinde hükümdarlığın nasıl bir ateşten gömlek olduğunu anlarsınız.

“Bir taraftan ‘aç milleti doyurdum, çıplak milleti giydirdim, az milleti çok ettim’ diyen Bilge Kağan devrine, bir taraftan da yatalak bir kadının evini tamir etmek için sırtında kerpiç taşıyan Hz. Ömer’e dayanıyor.

 

 

Önceki İçerikGiriş var, çıkış yok: İstakoz sepeti demokrasisi
Sonraki İçerikDiploma
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.