1Ağustos 2019 Perşembe Günü Rahmet-i Rahman’a Yolcu Ettiğimiz Kur’ân İlimleri ve Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Emin Işık Hoca ile Sohbet
İkinci ve Son Bölüm
Oğuz Çetinoğlu: Ahlâk ve Hz. Muhammed (sav) Efendimiz arasındaki bağ hakkında neler söylemek istersiniz Hocam?
Prof. Emin Işık: Âdem Aleyhisselâm’dan beri devam edip gelen tevhit dini*, nasıl ki Kur’ân ile tamamlanmış ve kemâle ermişse bir insanda bulunması gereken ahlâkî özellikler de eksiksiz olarak Hz. Mııhammed’in (s.a.s) şahsında kemâle ermiş ve en mükemmel hâle gelmiştir. Zâten kendisi de bir hadîs-i şerifinde, ‘Ben ahlâkî erdemleri tamamlamak için gönderildim.’ Buyurmuştur. Kur’ân âyeti de bunu kesin bir dille şöyle tasdik eder: ‘Hiç şüphe yok ki sen yüce bir ahlâk üzeresin.’ (Kalem, 4) Bir başka âyette ise şöyle buyurulur: ‘(Ey Muhammed) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.’ (Enbiyâ, 107)
İnsân-ı kâmil; kulluk bilincine, yaratılışın gaye ve hikmetine vâkıf olan insandır. En üst düzeyde kulluk bilincine ship olduğundan, ne için yaratıldığını ve nasıl yaşaması gerektiğini çok iyi bilen kişidir.
İnsân-ı kâmil sınıfına girenler, Kur’ân-ı Kerim’de şu sırayla ve dört zümre olarak, ‘Nebiler, sıddıklar, şehitler ve sâlihler‘ (Nisâ, 69) diye anılırlar. Onlar sürekli olarak Allah huzurunda ve yine sürekli olarak nefis muhasebesi ve muraâkabesi içinde yaşarlar. Cenâb-ı Hakk’ın yaratan, yaşatan, kayıran ve doyuran olduğunu bilirler. Yalnızca O’na güvenirler ve O’nu çok severler. Ölmeden ölüm sırrına ermiş olarak yaşarlar ve hep ‘înnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn‘ (Bakara, 156), yâni ‘Biz şüphesiz Allah’a âitiz ve ancak O’na döneceğiz.’ derler.
Ölümden önce, henüz bu dünya hayatındayken de yüzlerini ve özlerini Allah’a dönük yaşarlar. Nefislerini de irâdelerini de Allah’a teslim ederler. Artık kendileri yok gibidirler, hal ve hareketlerine Allah’ın irâdesi yön verir. Bu makam aynı zamanda Hz. İbrahim (a.s) makamıdır. Çünkü o, ‘Înnî veccehtu vechiye lillezî fatarassemâvâti vel-ard‘ (En’âm, 79), yani ‘Ben içtenlikle yüzümü, gökleri ve yeri yaratana çevirdim.’ demiştir.
‘Yüzümü‘ kelimesi, ‘zâtımı‘ anlamına gelir ki o zaman mânâ, “Ben özümü ve yüzümü, yâni ‘bütünüyle kendimi, gökleri ve yeri yaratan Allah’a yönelttim. Bütün varlığımla Allah’ın irâdesine teslim oldum.’ demek olur.
Çetinoğlu: Teşekkür ederim Efendim. Rahatsızlığınıza rağmen röportaj teklifimi kabul buyurdunuz. Bir an önce sağlığınıza kavuşmanızı ve daha uzun yıllar hizmetlerinize devam etmenizi Cenâb-ı Allah’tan niyaz ediyorum.
AÇIKLAMALAR:
*halvete girmek: İbâdet, zikir, riyâzet ve murâkabe ile meşgul olmak üzere yalnız başına tenhâ bir odaya, tekkelerde halvethâne denilen bir hücreye, kapanmaktır. Halvete çekilmek, tenha bir yerde yalnız başına oturmaktır. Halk arasında kırk günlük halvet eğitimine ‘çile‘ de denir.
*riyâzet yapmak: Daha ziyâde, nefsin arzularına karşı koymak; dünyevî zevklerden uzak durma pratiğidir.
*ahsen-i takvîm: Bu tabir, Kur’ân-ı Ker’im’de Tîn Sûresi’nin 4. âyetinde geçmektedir. âyette; ‘andolsun ki biz insanı en güzel biçimde (ahsen-i takvîm) yarattık’ denilmektedir. Bu tabirde geçen ‘takvîm’, eğriyi doğrultmak, kıvama ve nizama koymak, kıymet vermek ve kıymetlendirmek; ‘ahsen’ ise en iyi, en güzel demektir.
*Kenan Rıfâî: 1867-1950 yılları arasında yaşadı. Galatasaray Lisesi ve İstanbul Hukuk Fakültesi mezunudur. Liselerde Fransızca öğretmenliği, lise ve il maarif müdürlükleri ile Medine’de İdâdî-i Hamidî Müdürlüğü yaptı. Mutasavvıf şâirdir. Emekliye ayrıldıktan sonra Ümmi Kenan Dergâhı’nın şeyhi oldu. Burada Sâmiha Ayverdi, Safiye Erol, Sofi Huri ve Nezihe Araz gibi seçkin insanlar müridleri arasında yer aldılar.
nebî: Allah’ın emir ve yasakları ile tavsiyelerini insanlara bildirmesi için vazifelendirdiği insanlar. Bu insanlara peygamber denildiği gibi; resul ve mürsel (elçi) de denilir.
velî: Alla’ın dostu ve sevgili kulu.
evliya: ‘Velî’ kelimesinin çoğuludur.
ehlullah: Allah’a itaat edip, O’nun sevgisi ile O’na yaklaşmış olan Veli. Allah’ın sevgili kulu…
Cüneyd-i Bağdâdî: Tasavvuf ehlinin en çok tanınmışlarındandır. 822-911 yılları arasında yaşadı. Din ve fen ilimlerinde zamanının en büyük müderrislerindendi.
İmam Gazzâlî: 1058-1111 yılları arasında yaşadı. Bağdat Nizâmiye Medresesesi’nde baş müderrislik yaptı.
Mevlânâ: Türk mütefekkir, şâir, mutasvvıf ve İslâm âlimi. 1207-1273 yılları arasında yaşadı. ‘İster kâfir, ister mecusi, ister puta tapan ol, ne olursan ol yine gel. Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir‘ sözleriyle bütün dünyanın sevgisini ve saygısını kazandı.
Muhyiddin: (Muhyiddin Arâbî): ‘Şeyhü’l Ekber‘ unvanı ile bilinir. Endülüs Devleti’nin hüküm sürdüğü İspanya topraklarında, 1165 yılında doğan Muhyiddin Arâbî İbn Arabi, 8 yaşında ailesi ile birlikte Sevilla şehrine göç etti. Ailesi Arap Tayy kabilesine mensuptu. 1240 yılında Şam’da vefat etti.
Sadreddin: (Sadrettin Konevî): 1207 yılında Konya’da dünyaya geldi. Babası vefat edince Konya’ya gelip yerleşti. Binlerce öğrenci yetiştirdi. 1274 yılında Konya’da vefat etti.
Abdulkerim Cîlî: 1365 yılında Bağdat’a bağlı Cîl kasabasında doğdu. 1428 yılında Bağdat’ta vefat etti. Hanbelî mezhebine mensup İslâm âlimidir.
tevhid dini: Allah’ın zâtını bütün tasavvurlardan, zihinlerdeki hayal ve evhamın dışında tutan din anlayışı. Tevhid üç şekilde olur: 1-Yüce Allah’ın ulûhiyetini tanımak, 2-Birliğini tasdik etmek, 3-O’na hiçbir eş ve ortak kabul etmemek.
sıddıklar: Çok doğru olan, doğruluğun zirvesinde bulunan, sözünü yaptıklarıyla doğrulayan kimsiler.
sâlih: îmanında, ibâdetlerinde, ahlâkında, söz ve davranışlarında dosdoğru, Allah’ın emir ve yasaklarına riâyet eden insan.
(Açıklamaların sorumluluğu Oğuz Çetinoğlu’na âittir.)
Prof. Dr. EMİN IŞIK 1936 yılında Hatay merkez ilçeye bağlı Karmanca Köyü’nde doğdu. İlk dinî eğitimini aynı zamanda köyün imamı olan babası Hoca Şemseddîn Efendi’den tâlim etti. İlkokuldan sonra iki yıl Antakya Kur’ân Kursu’nda tâlim okudu, hafızlık yaptı. Orta kısmını Adana’da, lise kısmını İstanbul’da okuduğu İmam Hatip Lisesi’nden 1960 yılında; İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nden 1964 yılında mezun oldu. Dört yıl kadar İstanbul İmam Hatip Lisesi’nde meslek dersleri öğretmeni ve idâreci olarak görev yaptıktan sonra açılan asistanlık imtihanını kazanarak (daha sonra YÖK kanunu gereğince Marmara Üniversitesi’ne bağlı İlahiyat Fakültesi’ne dönüşen) İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’ne intisab etti. Burada ‘Dr’ unvanına hak kazandı. Otuz dokuz sene dört ay süren resmî hizmetinden sonra 2001 yılında emekli olan Emin Işık, yüzden fazla ilmî makale ve ansiklopedi maddesi yazdı. Yayınlanmış kitaplarından bâzıları: *Celâl Hoca Hayatı ve İlmî Şahsiyeti, *Devleti Kuran İrâde, *Kur’ân’ın Getirdiği, *Belh’in Güvercinleri, *Aşkı Meşk Etmek ve * Kime Kulsun?
|
EMİN IŞIK HOCA’NIN SELÇUK ERAYDIN HOCA’YA MEKTUBU:
1 Ağustos 2019 târihinde Hakk’a yürüyen büyük Kur’ân âlimi, Hâfız Emin Işık hocamızın, kendisi gibi ilâhiyat fakültesinde Öğretim Üyesi, dostu olan Selçuk Eraydın’a* yazdığı mektup…
Güzel iki insanın, güzide iki âlimin de mekânı cennet olsun, kabri nurlarla dolsun…
Cennete Mektup
Sevgili Selçuk,
“Geçmiş zaman olur ki, hayali cihana değer” derler. Şimdi seninle eskiden olduğu gibi sohbet edeceğiz. Hani şu birlikte olduğumuz, şiirden, tasavvuftan konuştuğumuz zamanlardaki gibi. Önce şunu ifade edeyim ki, ölümün acısını geriye kalanlar belki daha çok çekiyorlar. Sevenler, sevdikleriyle beraber taksit taksit ölüyorlar. Ne demek istediğimi çok iyi anlıyorsun sanırım. Mahir Bey hocamızın vefatında bu duyguyu sen de yakından yaşadın. Ancak o zamanlar gençtik. İleriye dönük hayallerimiz ve ideallerimiz vardı. Gerçekleştirmek istediğimiz emeller peşindeydik. Onlar bizi dünyaya bağlıyor, ayakta tutuyordu. Oysa hepsinin birer tûl-i emel olduğu zamanla anlaşıldı: Kimlere güvenmiş, nelere bel bağlamışız. Dev sandıklarımız birer cüce, arslan zannettiklerimiz birer çakal çıktı. Hayat galiba kırk yaşına kadar hayal kurmak, kırkından sonra da hayal kırıklığına uğramaktır.
O mübarek Mîrac gecesinde sen bizi perişan edip gittikten sonra hepimiz seni anmaya, birbirimize anlatmaya başladık. O günden beri seni konuştuk durduk. Acaba bizim anlattıklarımız gerçekten sen miydin? Senin şahsında biraz da kendimizi anlatıyorduk. Evet, evet daha çok kendimizi anlatıyorduk. Başka türlü de yapamazdık. “Mü’min mü’minin aynası” olduğuna göre, herkes sende gördüğü kendisini anlatıyordu. Seni tanıyanlar böyle yapıyordu. Seni yakından tanımayanlara, seni kelimelerle anlatmanın faydalı olacağına inanmak istemiyorum. Çünkü insanların tanışmaları yalnızca kelimelerle olmuyor. Bazen bir iyi hareket, bin güzel sözden daha tanıtıcı oluyor. Dış görünüşünü, atletik beden yapını, o güzel endamını, boyunu bosunu, kaşını gözünü, sıcak bakışlarını, tatlı dilini, sabırlı ve mütevekkil halini, insana güven veren dostça yaklaşımını konuşup duruyoruz: Yiğit insandı, alperendi, gönlü gözü toktu, cömertti, hamiyetliydi, derviş meşrepliydi, kibardı, iffet ve hayâ sahibiydi, vefalıydı diyoruz. Seninle ilk tanıştığımız günden itibaren bu hallerini sevmiş ve beğenmiştim. Ne yalan söyleyeyim, bu meziyetlerine imrenmiştim. Zaman zaman kendi kendime bu çocuk yoksa melek mi diye sorduğum da olmuştur. Çünkü bir insanda bu kadar iyi huy bir arada olamaz, insanoğlu bu kadar iyi niyetli olamaz diye düşünmüştüm. Sahi sen nasıl bu kadar iyi, herkese bu kadar dost olabiliyordun? Bunu anlayabilmiş değilim.
Seni çok sevdiğimi biliyordum. Sen de bunun farkındaydın. Ancak ben seni bütün bu güzel hallerinin, eşsiz hasletlerinin ötesinde daha derin duygularla sevdim. Sen de biliyorsun ki, bu saydığım meziyetler iki insanı dost yapmaya yetmez. Gönülden gönüle akan meveddet ırmakları olmadıkça insanlar birbirlerine dost olamazlar. Bana sorarsan, iman gibi, hidayet gibi, dostluk da kalblerimizi kudret parmakları arasında tesbih gibi çeken ilahî iradenin eseridir. “Vedûd” isminin tecellisiyle meydana gelir. Sevmek de sevmemek de kulun elinde değil, kişi ile kalbi arasına giren Allah’ın iradesiyledir. İlâhî iradenin böyle tecelli etmesi için “nefs-i emmâre”nin aradan çekilmiş olması lâzım. Evet, aynen böyledir. Ne demişler “Çekilirsen aradan, kalır seni Yaradan”. (…)
Hani bir gün her şeyi para ile ölçen, para ile değerlendiren insanlardan, onların kuru ve karanlık dünyalarından söz ediyorduk. Ben “onların dünyasında her şey paradır. O dünyada para etmeyen hiçbir şeyin değeri yoktur. Kutsal dedikleri de paradır” demiştim de herkes hayretle birbirine bakmıştı. Yalnızca sen bana hak vermiştin, “Emin doğru söylüyor” demiştin. Sonra da Ziya Paşa’nın şu beytini okumuştun:
İman ile din akçedir erbâb-ı gınâde / Namûs-ı hamiyyet sözü kaldı fukarâde
Ah sevgili Selçuk, ah!
İnsanlar anlaşılmadıklarından, kendilerini hakkiyle anlayan kimseciklerin olmadığından yakınır dururlar. Oysa ben, seninle olduğum zaman, en ince duygularımı bile en sert ve kaba bir dille ortaya koymaktan sakınmazdım. Anlaşılmayacak veya yanlış anlaşılacak diye bir endişeye kapılmazdım. Sen onları yine de bütün inceliğiyle anlardın.
(…) İlahî kudret karşısında kulun ne kadar aciz olduğunu biliyoruz. Hani o son akşam sana şaka yollu takılmıştım: “Konuşmacı olarak gittiğin yerde halka, Mîraca nasıl çıkılacağını mı anlatacaksın?” demiştim. Daha doğrusu sen bana “Miracın mübarek olsun.” demiştin de bunun üzerine ben de sana “kim çıktıysa ona mübarek olsun. Yahu, Mîraca çıkan yok, çıkaran var. Görmüyor musun âyet ne diyor? “Kulunu bir gece aldı götürdü” diyor. Koskoca peygamberi kendisi alıp götürüyor, bize gelince kılın namazı, çıkın Mîraca, buyuruyor. Kul gücüyle olacak şey mi bu? Galiba Fatiha Sûresi’ndeki “iyyake nesteîn” bunun içindir.” dedim. Sen de tasdik eder gibi başını salladın. Sanki o gece gideceğini biliyordun. Ben bu akşam gideyim de sen de gör, diyor gibiydin.
Seninle beraber sohbete dalınca, zaman ve mekân boyutlarının tayyolduğunu hissederdim. Dünyayı unutur, onun hemm ü gamından da kurtulurdum. Seninle olan dostluğumun ebedî olduğunu biliyorum. Ben sana, senin gidişine değil, senden uzak kalışıma yanıyorum. Sana yazarken seninle beraber oluyorum. Bundan dolayı sana sık sık mektup yazacağım. Çünkü sana anlatacağım şeyleri başkalarına açamıyorum. Yanlış anlamalarından korkuyorum. Bundan sonra ya susmalıyım, ya da herkesin bildiği şeyleri tekrar etmeliyim. Yeni bir şey söylememek de zaten susmak demektir.
Seni seviyorum ve seni bana sevdiren Allah’a hamdediyorum.
Emin Işık
******************************************Selçuk Eraydın: (1937-1995) Sonradan adı Marmara Üniversitesi Yüksek İslâm Enstitüsü olarak değiştirilen İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü mezunu, öğretim üyesi idi.
Sivas Öğretmen Okulu’nda, Sivas İmam Hatip Okulu’nda öğretmenlik ve idârecilik yaptıktan sonra Yüksek İslâm Enstitüsü’nde Tasavvuf Târihi bölümünde asistan olarak tâyin edildi. 1984’de Dr., aynı yıl Yrd. Doç. Dr. unvânına hak kazandı.
19 Aralık 1995 günü, İstanbul’un Fâtih semtindeki İskenderpaşa Camii’nde Miraç Kandili programından sonra, evine giderken Ümrâniye’de geçirdiği trafik kazası neticesinde ebedî âleme intikal etti.
Bu satırların yazarı o programa katılmıştı. Soğuk, sağnak yağmurlu, fırtınalı bir gece idi. Programdan sonra teşekkür bâbında, teşehhüd* miktarı görüşmemiz oldu. Son derece mütevazı, zarif bir insandı. Mekânı Cennet olsun, kabri nurlarla dolsun.
tûl-i emel: Tasavvufta, insanın hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya aşırı bir şekilde bağlanmasıdır. Bunun zıddı olan “kasr-i emel” ise kanaat ve tok gözlülük olup, insanın hemen ölecekmiş gibi ahiret için çalışmasıdır. meveddet: Dostluk, sevgi, muhabbet. Muhabbet etmek, sevmek… vedûd: Cenâb-ı Allah’an isimlerindendir. İyiliği seven, iyilik edene ihsân eden. Sevgiye lâyık olan tayyolmak: Mesâfelerin silinmesi, ortadan kalkması… hemm ü gam: Dert ve keder teşehhüd: ‘Namazda, son oturuşta Tahiyyat duâsı* okunacak kadar zaman’dır. Tahiyyat duâsı: Ettahıyyâtü lillâhi ve’s-salâvâtü ve’t-tayyibât. Esselâmü aleyke eyyühe’n-nebiyyü ve rahmetullahi ve berekâtüh. Esselâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhi’s-sâlihıyn. Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh.