GİRİŞ Ayasofya’ya her gün artan bir ilgi var. Bu ilgi sadece iki dinin mensupları tarafından değil, her kesim tarafından gösterilmektedir. Dünya kültür mirasına aday gösterilen bu muhteşem eser, hem Hıristiyanların hem de Müslümanların önemli mâbedleri arasında yer almaktadır. Dokuz yüz küsur yıl Hıristiyanların kilisesi, 500 yıla yakın da Müslümanların camisi olan Ayasofya, bugün müzedir. Ayasofya Hıristiyanlar için Bizans’ın geride bıraktığı bir hatıra, en büyük ve mukaddes mabedlerden biri. Ayasofya, Roma’da San Pietro, Londra’da St. Paul ve Milano’da Santa Maria kiliseleri yapılıncaya kadar dünyanın en büyük kilisesi idi. Müslümanlar için, fethin ve istiklalin sembolü, Fâtih’in geride bıraktığı büyük hatıra ve beş yüz yıl boyunca huşu ve haşyet içinde Allah’a secdeye varılan bir mabed, ilim ve irfan merkezi bir külliye. Ayasofya, Bizans kadar Osmanlı’dan da büyük izler taşır. Zira Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul’u fethettiği zaman yıkılmaya yüz tutan bir Ayasofya ile karşılaşır. Fâtih’le başlayan Ayasofya üzerindeki imar faaliyetleri son Osmanlı padişahına kadar devam ederek bu günlere gelmesi sağlanır. Ayasofya, Bizans’tan devralındığı gibi sâde tek bir yapı ile sınırlı kalmamış, bir külliye hâline getirilmiştir. Ayasofya’nın günümüze en iyi biçimde gelebilmesinin başlıca sebebi; yüzyıllar boyunca yapılan ve O’nu yaşatmak amacına yönelik onarımlar olmuştur. Gerçek şu ki, Ayasofya, Osmanlılar sâyesinde varlığını bugüne kadar sürdürebilmiştir. Süheyl Ünver pek haklı olarak şöyle der: ‘Türk, geçmiş asırlarda tahripkâr değildi. Bizans’ın bir taşına bile dokunmamışlar, bilakis imar etmişlerdir. Birkaç garazkârımız müstesna herkes bunun böyle olduğunu bilir. Bunları imar, yıkmak değildi. İstanbul’a Türk’ten başka bir millet sâhib olsaydı, acaba bugünkü kadar Bizans eseri kalabilir miydi? İstanbul’da bir Türk eserini, bunlardan herhangi birini ortaya çıkaracağım diye yıkanlar, hiç olmazsa kendinden utanmalıdır.’ Ayasofya Türklerin eline geçtikten sonra birçok tâmir görmüş, çeşitli desteklerle takviye edilmiştir. Bu tâmir ve takviyelerle bugüne kadar ayakta kalması sağlanan Ayasofya’ya yapılan çeşitli ilaveler, binaya bir Türk sanat eseri hüviyetini kazandırmıştır. Ayasofya kiliseden camiye çevrildikten sonra, Türk-İslâm geleneğine uygun olarak çevresine çeşitli yapılar eklenmiştir. Genellikle bütün büyük camilerde görüldüğü gibi, Ayasofya’da dahi Osmanlı dinî ve sivil mimarisine ait ekleri görüyoruz. Bunlar, çeşme, medrese, imaret, hamam, kütüphane, muvakkithane, mekteb, vesairedir. Bir devrin en büyük camii olduğu için de birçok sultanın naaşı, çevredeki türbelere gömülmüşlerdir. Fâtih, Ayasofya’ya mihrâb, minber, kütüphane, medrese yaptırmıştı. Mihrabın önünde duran iki muazzam şamdan, Kanunî Sultan Süleyman Han zamanında Macaristan seferinde Maryas’ın sarayından alınıp getirilmişti. Daha önce başlayıp, Sultan 3. Murad Han zamanında iki kalın minareyi tamamlayan Mimar Sinan, aynı zamanda camii yıkılmaktan kurtarmış, Marmara’ya bakan arka cephesine payandalar eklemek suretiyle mabedi takviye etmişti. Minber, müezzin mahfili, ana mekânda ayrıca bulunan dört mermer mahfil, mermer vaiz kürsüsü ile Bergama küpleri Sultan 3. Murad Han devrine aittir. Şahnişinli mahfil ile kubbede asılı büyük şamdan, Sultan 3. Ahmed Han’ın eseridir. Üst katta bulunan mahfil, imaret, şadırvan, sıbyan mektebi ve kütüphane, Sultan Birinci Mahmud Han’ın Türk sanatına hediyesidir. Büyük kubbede yazılı olan Besmele ve Nûr sûresinin 35. âyeti, Kazasker Mustafa İzzet Efendimin sekiz levhası ve camide bulunan diğer hat levhalar, hat sanatının şaheserleri olarak Ayasofya’yı süslemektedir. Bugün ibâdet yeri olarak açık tutulan, eskiden hünkâr mahfiline geçişi sağlayan hünkâr dairesi ile içeride bulunan hünkâr mahfili ve dışarıdaki muvakkithane, Sultan Abdülmecid Han devrine aittir ve Fossati tarafından yapılmıştır. Altı adedi mihrabın olduğu duvar tarafında bulunan alçı pencereler, içeride ve Ayasofya’nın dış çevresinde bulunan sebiller, dört minare, 1935’de yıktırılan medrese, beş türbe, alemler, yazılar, çiniler, maksureler, şebekeler, kandiller, tezyinat, padişah hattı levhalar, sair cami eşyası gibi daha onlarca sayacağımız Türk eserleri, artık ilk kilisenin ne kadar değiştiğini ispatlamaktadır. Ayasofya üzerindeki Osmanlı emeği bu kadarla sınırlı değildir. Burası her padişahın büyük ilgisine mazhar olmuştur. Ayasofya içinde, her asırda n bir Türk eseri bulmak mümkün hâle gelmiştir. Her devirde camiye adeta bir Türk eseri katılmıştır. Ayasofya Türkleştirilmiştir.
|
Oğuz Çetinoğlu: Muhterem Hocam! Muhteşem mâbed Ayasofya, çevresinden geçen Müslümanların hüzün dolu bakışlarına aynı duygularla mukabelede bulunuyor. Daha da ötesi, anlayanlara; ‘Beni bu zilletten kurtarınız!’ Diyor. Kurtuluşa vesile olur ümidi ile Zat-ı âlinizle, Ayasofya’nın mâbedten kiliseye dönüştürülmesinin hikâyesini konuşalım istedim. Lütfedip kabul buyurduğunuz için teşekkür ederim.
İlk sorum şöyle Efendim; Ayasofya’nın müzeye çevrilme süreci nasıl başladı?
Prof. Dr. Ahmed Akgündüz: Bazı yorumlara bakılırsa Ayasofya’nın müze olmasına giden yolun Sultan Abdülmecid Han döneminde Fossati tarafından yapılan restorasyon ile açıldığı söylenebilir. Sabine Schlüter’e göre, ilk olarak Fossati, arkeolojik yaklaşımı ile Ayasofya’ya üçlü bir konum getirmiştir: Hem kilise, hem cami, hem de tarihi bir anıt. Müzeleşme yolundaki bu ilk adım Byzantine Institute of America’nın 1931 yılında başlayan çalışmalarıyla devam etmiş, nihayet 1935’te müze ilan edilmiştir. Bu adımla Ayasofya 1400 yıllık ‘mâbed’ statüsünden çıkarılarak dinî kullanım sona erdirilmiştir.
Konu ile ilgili başka söylentiler de vardır. Mesela: Bulgaristan’da yapılan ‘Bizans Âsârını İhya Kongresi’nde alınan karar ve Thomas Whittemore’un Ayasofya mozaiklerini araştırma yönündeki talebine müsbet cevap verilmesi gibi…
Çetinoğlu: Mozaiklerin araştırılması ile mâbedin müzeye çevrilmesi arasında nasıl bir ilişki olabilir?
Akgündüz: Whittemore, mozaikleri araştırma yetkisini alınca, mâbedin müzeye çevrilmesi için görüşmeler yaptı. İkna kaabiliyeti ve becerikliliği sâyesinde birçok kişiye, tesir etti ve arzuları istikametinde fikrî alt yapı oluşturdu. Yayın organlarında tesirli yazılar yazılmasını sağladı. Bu yazılardan birinde; ‘Sultanların sarayı olan Yıldız Köşkü bugün bir müzedir. O halde sultanın camii de niçin bir müze olmasın?’ Deniliyordu.
Çetinoğlu: Masonların etkisinden de söz ediliyor…
Akgündüz: Evet! İlhan Akçay’a göre Cumhuriyet devrinde Yahudi-Mason oyunu, Ayasofya’nın müze yapılacağı yıllarda son derece ileri idi. Ziyad Ebuzziya, Atatürk’ün Mason localarını kapatmış olmasını gerekçe göstererek bu görüşe katılmadığını açıklamıştır.
Çetinoğlu: Dr. Cemil Topuzlu’nun adı geçiyor…
Akgündüz: Sultan Abdulhamid Han’ın doktorluğunu yapan (daha sonra aleyhine dönmüş) ve İstanbul’un iki defa belediye başkanlığını yürütmüş olan Cemil Topuzlu, Ayasofya’da ne kadar Türk-İslam eseri varsa hepsinin kaldırılmasını istemiştir. O’na göre türbeler, şadırvanlar, medreseler, minareler, sebiller, imaretler kaldırılıp, Bizans Ayasofvası’nı ortaya çıkarmak gerekir. Cemil Topuzlu, bunu ısrarla istemiş, mâni olanlara her zaman kızgınlık duymuştur.
Çetinoğlu: Aksi kanaatte olanlar sessiz mi kalıyordu?
Akgündüz: Yahya Kemal Beyatlı, ‘Aziz İstanbul‘ başlıklı şiirinde; ‘Ayasofya’da hâlâ susturulamayan ezanı, Türk varlığı ve istiklalinin teminatı olarak gördüğünü‘ yazıyordu.
Çetinoğlu: Yurt dışındaki faaliyetler nasıldı?
Akgündüz: İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Gürzon; ‘İstanbul, özellikle doğu dünyasının kozmopolit ve milletlerarası bir şehridir. Ayasofya ki, 900 yıl önce bir Hıristiyan kilisesi idi, elbette eski durumuna getirilecektir.’ Diyordu.
Çetinoğlu: Atatürk’ün görüşleri biliniyor mu?
Akgündüz: Atatürk, Celal Bayar’a şöyle diyor: ‘Vakıflar Umum Müdürü, Ayasofya Camii’ni tâmir edecek para bulamıyor. Bugünkü hâli ile de harap ve bakımsız. Hatta mezbelelik. Ayasofya’yı müze yapsak, hem harabiyetten kurtarsak, hem Yunanlılara bir jest yapsak, Balkan Paktı’nı kurtarabilir miyiz? Öyleyse yapalım.’
Çetinoğlu: Ayasofya’nın ibâdete kapatılarak müzeye dönüştürülmesi kararı nasıl alındı?
Akgündüz: Maarif Vekâleti, Başvekâlet’e 14.11.1934 tarihinde bir tezkire yazıyor. Bu tezkire ile; ‘Eşsiz bir mimarlık ve sanat âbidesi olan İstanbul’daki Ayasofya Camii’nin, tarihî vaziyeti itibâriyle müzeye çevrilmesinin bütün şark âlemini sevindireceği ve insanlığa yeni bir ilim müessesesi kazandıracağı cihetle, bu yönde bir karar alınması‘ istenilmiştir.
Ayasofya’da yapılacak işlerin belirlenmesi için bir komisyon oluşturuldu. Maarif Vekili Abidin Özmen’in teklifiyle oluşturulan 8-9 kişilik komisyonda; İstanbul Müzeleri Müdürü Aziz Oğan başkanlığında; İstanbul Evkaf Başmüdürü Niyazi, Encümen Azasından Efdalettin Tekiner, Mimar Kemal, Topkapı Sarayı Müzesi Müdürü Tahsin Öz, Vilâyet ve Belediye temsilcileriyle Prof. Osman Ferid ve Alman Prof. Erkhard Ungar gibi isimler bulunuyordu.
Erkhard Ungar, caminin mâbed kısmının ibâdete kapatılarak Bizans Asarı Müzesi hâline getirilmesi fikrine karşı çıkmış, mâbed kısmının aynen açık kalması gerektiğinde ısrar etmiş ve rapora muhalefet şerhi koymuştur. Komisyondaki Türk üyeler ise mâbedin tamamen kapatılması yönünde görüş bildirmişlerdir.
Çetinoğlu: Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesi çalışmalarında, tâbir yerinde ise ‘başrol’de kimler vardı?
Akgündüz: 4 Mayıs 1931-1 Mart 1935 tarihleri arasında görev yapan Altıncı İnönü Hükümeti döneminde, Maarif Vekâleti’ne 09.07.1934 tarihinde getirilen Aydın Milletvekili Abidin Özmen, İstanbul’a yaptığı bir ziyarette Ayasofya’yı gezmiş, çalışmaları ve çıkarılan mozaikleri incelemiş, caminin mâbed dışındaki kısımlarının perişanlığını görmüş ve bu yerlerin ihya edilip, bir müze hâlinde halka açılması fikrini Mustafa Kemal’e açmıştır.
Çetinoğlu: Bürokrasi çarkları ağır ağır işledi ve sıra Bakanlar Kurulu Kararnâmesine geldi. Kararnâme metninde neler vardı?
Akgündüz: İcra Vekilleri Heyeti’nde 24 Kasım 1934 günü görüşülerek alınan karada şu cümleleri okuyoruz: ‘Caminin çevresindeki evkafa ait binaların, Evkaf Müdürlüğü’nce yıktırılarak, temizlettirilmesi ve diğer binaların istimlak, yıkma ve binanın tâmir ve muhafazası masrafları da Maarif Vekilliği’nce verilmek suretiyle Ayasofya Camii’nin müzeye çevrilmesi tasvip ve kabul olunmuştur.‘
Çetinoğlu: Kararnâmede kimlerin imzası var?
Akgündüz: Reisicumhur Kemal Atatürk, Başvekil İsmet İnönü, Adliye Vekili: Şükrü Saraçoğlu, Millî Müdafaa Vekili: Zekâi Apaydın, Dâhiliye Vekili: Şükrü Kaya, Hariciye Vekil Vekili. Şükrü Kaya, Mâliye Vekili: Fuat Ağralı, Maarif Vekili Abidin Özmen, Nafıa Vekili: Ali Çetinkaya, İktisat Vekili: Celal Bayar, Sağlık ve İçtimâî Muavenet Vekili: Refik Saydam, Gümrük Vekili: A. R. Tarlan, Ziraat Vekili: Muhlis Erkmen.
Çetinoğlu: Kararnâmenin güvenirliği meselesi hakkında bilgi lütfeder misiniz?
Akgündüz: 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu Kararnâmesi 1589 sayılıdır. Halbuki 22 Kasım 1934’te çıkan en son kararnâmenin numarası 1590-1606 arasındadır. Ayasofya Kararnâmesi ise bu tarihten iki gün sonra çıkarılmış gözükmektedir. Dolayısıyla Kararnâme’nin numarası, 1606 sayısı tâkip eden bir sayı olmalıdır. Halbuki Ayasofya Kararnâmesi’nin tarihi sonra, sayı numarası ise daha önceki tarihlere aittir. Üstelik daha önceki ve sonraki tarihilerde bu sayı ile bir Ayasofya Kararnâmesi yoktur. Ayasofya ile ilgili benzeri bir kararnâme de yoktur. 24 Kasım 1934 tarihinde düzenlenen kararnâmeler 1613 ve 1614 numaralıdır. Tâkip eden 25 Kasım 1934 tarihinde ise bir kararnâme düzenlenmemiştir. Bu durum dikkate alınır ise, Ayasofya Kararnâmesi muteber değildir.
Ayrıca; Arşivlerde; ‘Aslı Gibidir’ ifâdesiyle tasdik edilmiş iki ayrı kararnâme metni bulunmaktadır. Bu iki kararnâmenin metin kısımları aynıdır. Ancak bunlardan birinin altında ‘Reisicumhur: K. Atatürk yazıldıktan sonra, bakanlıkların adlarının baş harfleri ile bakanların isimleri ve soyadlarının sâdece ilk harflerinin elle yazılmış olması ve konu ile ilgilenen ve yayın yapanların bu güne kadar bu nüshayı görmüş olmaları, sahte suçlamasına sebep olmaktadır. Oysa diğer nüshada en ufak bir tereddüde meydan vermeyecek tarzda, bakanlıkların kısaltılmış isimleri altında, imzalarını tanıdığımız o dönemdeki başbakan ve bakanların açık bir şekilde imzaları bulunmaktadır.
Çetinoğlu: Atatürk’e ait imza ile ilgili iddialar da göz ardı edilebilecek cinsten değil…
Akgündüz: Evet! Kararnamenin bir tutarsızlığı da üzerinde bulunan ve Atatürk’e ait imza ile ilgilidir. Atatürk’ün, Soyadı Kanunundan önce ‘Gazi Mustafa Kemal‘ imzasını; Ayasofya kararnamesinden 3 gün sonra çıkarılmış olan 27 Kasım 1934 tarihli Soyadı Kanunu’ndan sonra da ikinci kelimesi küçük ‘a’ ile başlayan bir yazı şekli ile ‘K.atatürk’ imzasını kullandığı bilinmektedir. Tuncer Gülensoy; ‘Atatürk’ün soyadı, ilk defa 1594 sayılı hükümet kararnamesinde görülmüştür.’ Der. Cemal Kutay da Atatürk’ün soyadını 26 Kasım 1934’den sonra, yani 27 Kasım’dan itibaren kullandığını yazmaktadır. ‘Reis-i Cumhur Gazi Mustafa Kemal’e verilen ‘Atatürk’ soyadının kullanılması 2587 sayılı kanun gereğince 27.11.1934’den sonra mümkündür. Dolayısıyla ileri sürülen fikirler doğrudur. Ayasofya Kararnamesi üzerinde ise bütün bu bilgilere zıt olarak Mustafa Kemal’e kanunla ‘Atatürk’ soyadı verilmesinden sonra kullanmış olduğu imzaya benzeyen ancak şeklen diğer benzerlerinden farklı olduğu hemen fark edilen bir imza bulunmaktadır. Bu imza doğru kabul edilir ise, Atatürk bir gün önceki imzasının aksine, Soyadı kanunundan 3 gün önce ‘Atatürk’ soyadını kullanmıştır. Atatürk’ün, cumhurbaşkanı olarak soyadı kanunu çıkmadan önce hukukî olmayan bir riske düşme pahasına ‘Atatürk’ soyadını kullanarak bir imza atmayacağı ayrıca düşünülmesi gerekir. Bu çerçevede Atatürk’e soyadı verilmesi ile ilgili kanuna göre de Ayasofya Kararnamesi’nin güvenilirliği tartışmaya açıktır.
Atatürk’ün, söz konusu kararnamede yer alan imzası, yukarıda kaydedildiği gibi, şekil olarak da benzeri diğer imzalara göre tartışmalı bir şekle sahiptir. Bu durum İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü’nün 30.01.1997 tarih ve B.05.1.EGM. 0.34.96/007 sayılı yazısında belirtilmiştir.
Çetinoğlu: Bir başka iddia da kararnâme şartlarına aykırılık üzerine…
Akgündüz: 1924 Anayasası’nın 46. maddesine göre, Bakanlar Kurulu, hükümetin genel politikasından sorumludur. Bu görevini yerine getirirken kararname çıkarabilir. Ancak 1924 yılı ve 491 sayılı Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun 52. maddesinin 1. fıkrasına göre, böyle bir kararname çıkarılabilmesi için, anlaşmazlık hâlinde müracaat edilmesi gereken en üst mahkeme olan Danıştay’dan bu konuda görüş alınması ve Danıştay’ın mütalaası da kararnameye eklenmesi gerekirdi. Kararname bu şartları bakımından da eksik olduğundan geçersizdir.
Çetinoğlu: Kararnâme; mevzuat gereğince gerekli yerlerde yayınlanmış mı? Mesela Resmî Gazete’de?
Akgündüz: İki ayrı tasdikli nüshası bulunan Ayasofya Kararnamesi’nin Resmî Gazete, Düstur, Kanunlar ve Kararlar Mecmuası gibi, devletin resmî yayın organlarında yayınlanmaması çeşitli gerekçelerle kabul edilse dahi, bu kararnamenin aslı istenildiği zaman, ulaşılabilmesi için bir yerde muhafaza edilmiş olmalıdır. Ancak arşivlerde tasdikli nüshaları bulunan bu kararnamenin aslı veya asılları nerede saklanmıştır? Nerededir? Bu konunun açıklığa kavuşmaması da kararname hakkındaki şüpheyi artırmaktadır.
Çetinoğlu: Fatih Sultan Mehmed Han’ın, Ayasofya Camii ile ilgili Vakfiyesi’ndeki şartlar, kararnâmelerle değiştirilebilir mi?
Akgündüz: Fatih Sultan Mehmed Han’ın Ayasofya ve diğer hayrat vakıfları, bunlarla ilgili şartları ve hizmetleri, kararnâmeden sonra sürekli olarak gündeme gelmiştir. Konu ile ilgilenen hukukçular, araştırmacılar veya herhangi bir vesile ile ilgilenmiş olanlar, Fatih’in vakıf şartlarını inceledikten sonra, söz konusu kararnamenin hukukî olmadığı kanaatine varmışlardır.
Çetinoğlu: Vakfiyenin önemli maddelerini özetlemek mümkün mü Hocam?
Akgündüz: Vakfiye’nin orijinalinde şu bilgiler dikkat çekmektedir:
‘Bu hayır müesseseleri mâ’mur olduğu ve varlığını sürdürdüğü müddetçe, bütün bölümleri ve başlıklarıyla yürürlükte ola; bütün delilleri ve neticeleri ile kıyamete kadar devam eyleye; şartlarının tamamı olduğu gibi muhafaza oluna; gelirleri vâkıfça belirlenen gider fasıllarına harcana. Eğer bu hayır müesseseleri -Allah bunları inşâ eden bânisinin bekasıyla ma’mur eylesin- yıkılacak olursa, ikinci defa, üçüncü defa ila ahir yeniden inşa oluna.
Eğer zaman içinde ortaya çıkacak engellerden bir engel veya olayların sevkiyle aniden ortaya çıkacak bir mâni sebebiyle yeniden inşası mümkün olmaz ve iş zorluğa düşerse, vakfın bütün gelirleri, faydaları, ürünleri ve vakfın bütçesine dönen medenî ve hukukî semereleri, vâkıfın evladlarından -Allah, vâkıfın usulünü teyid ve kıyamete kadar neslini tebid eylesin- mevcut olan erkek veya kız çocuklarına teslim olunsun.
Eğer vâkıfın evladlarından kimse mevcut değilse, o zaman vakfın gelirleri, İstanbul’da yerleşmiş bulunan Müslüman fakir ve miskinlere sarf olunsun; gökler ve yer, Rabbinin meşietiyle devam ettiği müddetçe bu böyle olsun. ‘Hiç şüphesiz ki, senin Rabbin dilediğini yapar.’
Eğer sonradan yeni bir imkân ortaya çıkarsa, vakıf eski şartları defterlere kaydeder ve bu tür haksız işlemlerini yalanlar yumağı olan hesaplarına ilhak ederse, açıkça büyük bir haramı işlemiş olur, günahı gerektiren bir fiili irtikâb eylemiş olur. Allah’ın, meleklerin ve bütün insanlarn la’neti üzerlerine olsun. Ebeddiyyen Cehennemde kalsınlar, onların azapları asla hafifletilmesin ve onlara ebediyyen merhamet olunmasın. Kim bunları duyup gördükten sonra değiştirirse, vebali ve günahı bunu değiştirenlerin üzerine olsun. Hiç şüphe yok ki, Allah her şeyi işitir ve her şeyi bilir.
Haksız bir şekilde bu vakıflara tağyir, ibdâl, tahrif ve ibtal şeklinde müdâhele ve tecâvüz eyleyen insan, ölümle karşılaştığı anı, seke-rât-ı mevti, kabri müşâhede ettiğini ve onun karanlığını, tabutu ve onun içindeki yalnızlık ve vahşeti, Münker meleğini ve heybetini, Nekir meleğini ve onun dehşetli darbelerini, Münker ile Nekir’in sorgulamalarındaki dehşeti, bütün insanların Âlemlerin Rabbinin huzuruna çıktıkları günde Allah’ın huzuruna çıkacağını, o gün hiçbir nefsin bir diğer nefis için hiçbir şeye mâlik olamayacağını ve o gün her şeyin dizgininin Allah’a ait bulunacağını hatırlasın. Kim, Allah’ın Kitabı’na ve Resulullah’ın Sünneti’ne muhalefet ederse, Allah ve Resulü’nün haram kıldığını helalleştirmeye çalışırsa, Müslüman kardeşinin vakıflarını bozmaya, hayırlarını tahrib etmeye ve hasenatını iptal eylemeye gayret gösterirse ve mü’minin hayır müesseselerini fonksiyonsuz hâle getirmeye taarruz ederse, artık Allah’ın gadabı ile dönmüş olur. Son durağı ve oturağı Cehennem’dir. Cehennem ne kötü bir varılacak yerdir. Allah onun hesaba çekicisi, azabın en azgın olanlarıyla azaplandırıcısı ve ikabın kanunlarıyla cezasını vericisidir. ‘O gün zâlimlere ileri sürecekleri mâzeretleri fayda vermeyecektir; onlar için sâdece la’net vardır. Onların varacakları cehennem ne kötü bir menzildir. (Mü’min, 40/52) ‘O gün her nefis kazandığı günahlar sebebiyle rezil ü rüsvay olacaktır. O gün zulüm yoktur; şüphesiz Allah hesabı çok hızlı yapandır.’ (Mü’min, 40/17)
(DEVAM EDECEK)