Söğüt Dergisi’nin 22. sayısı Temmuz-Ağustos 2023 döneminde 223 sayfa olarak kitapçı vitrinlerindeki yerini aldı. Bu sayının dosya konusu; Romancı yazar: Abbas Sayar olarak belirlenmiş.
Abbas Sayar (Yozgat 21 Mart 1923 – İzmir 12 Ağustos 1999) yazı hayatına şiirle başladı. Şiirlerini ‘Gönül Sandalı’ isimli kitapta topladı. Gazete yayınladı, ‘Yılkı Atı’ isimli romanı ile tanındı. Diğer romanları: ‘Çelo’, ‘Can Şenliği’, ‘Dik Bayır’, ‘Tarlabaşı Salkım Saçak’, ‘Anılarda Yumak Yumak’ ve ‘El Eli Yur El de Yüzü’, ‘Yorganımı Sıkı Sar’ (Hikâyeler), ‘Boşluğa Takılan Ses’ (Şiir), ‘Yozgat var Yozgatlı Yok’, ‘Noktalar’ (Vecizeler).
Abbas Sayar aynı zamanda ressamdır. Hikâye ve romanlarının kapak resimlerini kendisi hazırlamıştı. Gazete yazarlığı sebebiyle ‘fikir adamı’ olarak da başarılıdır.
Fakir Baykurt, Mahmut Makal ve yoldaşlarının, solun aşırı uçlarında seyrana çıkıp köy romanları yazdığı dönemlerde Abbas Sayar da köy-kasaba romanları yazıyordu. Sayar’ı okumayanlar onu, diğer köy romancıları gibi zannediyordu. Makal – Sakal gurubu ise Sayar’ın kendilerinden olmadığını biliyorlardı. Bu sebeple okuyucusu çok azdı. Kıymeti bilinmiyordu. Ötüken Neşriyat, merhumun ‘Yılkı Atı’ isimli kitabını yayınlayınca, kısa zamanda, tanındı, sevildi ve çok okunan yazarlar arasında hak ettiği yeri aldı.
***
Söğüt Dergisi’nin bu sayıdaki ‘Dosya’ bölümü, Feyza Ay’ın Doç. Dr. Ramis Krabulut’la yaptığı röportaj ile başlıyor. ‘Sinan Yaman’ın: ‘Fâtih’in Dervişi, Beyoğlu’nun Rindi, ‘Yozgat’ın Bilgesi: Abbas Sayar’; Taner Ay’ın: ‘Bir Gümüş Çerçeveden Seyret Yine Mâziyi’; Yunus Özel’in: ‘Çelo Romanında Abbas Sayar’; Fâtih Selvi’nin; ‘Abbas Sayar Romancılığı’ Merve Sevde Selvi’nin; “Abbas Sayar’ın ‘Emrine Şükür’ Adlı Hikâyesinde Dramatik Aksiyonu Sağlayan Değerler” başlıklı yazılarıyla devam edip Asuman Demir’in ‘Abbas Sayar’ın Eserlerinde Taşra Yansımaları’ başlıklı yazısından sonra ‘Taşrada Tek Başına; Hikâye ve Romanda Taşra’ başlığı ile derginin ‘Tema’ bölümüne geçiliyor. Bu bölümde; Feyza Ay’ın Necip Tosun ile ‘Taşra ve Köy ‘Edebiyatı’ konulu röportajı, Yıldırım Türk’ün ‘Taşra Hikâyesine Bir Bakış Denemesi’, Neslihan Magunacı’nın ‘Taşranın Çizgisel Döngüsü’ başlıklı makaleleri yer alıyor.
16 X 24 santim ölçülerindeki derginin sonraki sayfalarında Prof. Dr. Mustafa Sarı’nın: ‘Kaşgar’dan Toroslara, Has Hâcip’ten Yörüklere’ İçimde İğim Yok, Dışımda Çiğim Yok’; Ersin Bayram’ın: ‘Yazar ve Yazma Şekli’; Ali Ömer Akbulut’un: ‘Türkçe Sözlenerek Sözlüsünün Gönlüne İnmek’; Prof. Dr. Ali Duymaz’ın: “Bir ‘Bab’ iki Kült: Atlar ve Irmaklar”; Cüneyd Ensârî’nin: ‘Şüpheli Şiirin Açılması Sonucu Gerçekleşen Patlama’; Ubeydullah Öz’ün: ‘Köstekli Saat’; Hâlit Selim Dönmez’in: ‘Sâdeliğe Müsâade’; Büşra Tümkaya’nın ‘Abdullah Bey’; Ali Can’ın: ‘Biraz Dünü Özledim’; Güzel Zeynep Tunçok’un: ‘Hürriyet Nereye Uçtu?’ başlıklı kalem ürünleri ve Ahmet Sefa Yalçın’ın: ‘A. Samet Atılgan İle ‘Yer Çok ve Adımlarımız’ isimli şiir kitabını konu edinen röportajı okunmaya değer.
Sayfalar arasında Oğuz Ertürk’ün, Murat Çetin, Muhammet Münzevî, Mehmet Dağaşan, Kadir Tepe, Hümeyra Yargıcı, Emirhan Eder , Elif Mert, Süreyya Altunkaya, Yusuf İslâm Tanışın, Özkan Kaya. Orhan Tepebaşı, Deniz Schwarwald, Cihan Ülgen, Aleyna Taran ve Ahmet Sefa Yalçın’ın şiirleri yer alıyor. William Shakespeare’in Ali Günvar, Mevlânâ’nın Mehmet Çalışkan tarafından Türkçeye çevrilen şiirleri dikkat çekiyor.
Söğüt’ün bu sayısında Vildan Aydın, dikkatleri başka bir yazarın, Şerif Aydemir’in ‘Yaşamak Geçti Başımdan’ isimli kitabına yönlendiriyor.
Sayın Aydın’ın yazısından, edebiyat dersinde, ‘Kitap tanıtımı’ bahsi işlenirken söyleneceklere örnek olabilecek tadımlık bir bölüm:
Kitap bittiğinde hızlıca sayfaları taradım ve yazılar kısa olmasına rağmen ne kadar çok altını çizdiğim cümle olduğunu fark ettim. Paragraf başına o kadar güzel cümleler düşüyor ki, okuyunca bana hak vereceksiniz. Peş peşe kullandığı deyimlerin anlatıdaki yerini edebiyatçılarımız tartışır elbette. Ancak sıradan bir okur gözüyle sayfalarca anlatılmak istenilen duyguları bir deyimle ifâde edilmesini tembellik olarak görenlerden değilim. Aksine okurun diline hem unuttuğumuz o güzel kalıp ifâdeleri geri kazandırmış oluyor hem de biraz bize yorum yapma, iç sesimizle karşılıklı muhabbet etme imkânı tanımış oluyor.
Bütün okurların eline aldığı her kitap için istisnasız sorduğu bir soru vardır: ‘Bu kitapta ne bulacağım?’. Dediğim gibi, yazarın hayatına dokunduğu anlardan sâdece bize yansıttığı kadarını bulacağız. Bu yansımanın içinde Erol Taş’a da denk geleceksiniz, hastane bahçesindeki bir yabancıya da… Yazarın dergâh bellediği derneklerine, çay ocaklarına, matbaalara bazen de bir parkta banka misâfir olacaksınız. Hiç gitmediğiniz ama çok özlediğiniz yerleri ziyâret edeceksiniz. Işıl ışıl bir günde, dere kenarında bir türkü işiteceksiniz. Belki daha önce hiç dinlemediğiniz bir türküdür ve çalma listelerinize eklenecek. Kısacası bu kitabın kattıkları, üzerinizde çok güzel duracak.
Millî Mecmûa, Temmuz-Ağustos 2023 döneminde 33. sayısı ile okuyucularının beklentilerini karşılıyor. Derginin dosya konusu Attilâ İlhan; (15 Haziran 1925-Menemen / 10 Ekim 2005- İstanbul) bol unvanlı seçkin bir yazarımızdır: Şâir, romancı, mütefekkir, deneme yazarı, gazeteci, senarist münekkit, velût kalem erbabı, mikrofon ve ekran hatibi, yorumcu, Osmanlı hayranı bir Türk münevveri ve entelektüel…
Mecmûadaki makaleler ve yazarları:
‘Attilâ İlhan’ın Fikirlerinde Atatürk: Anti Emperyalizm, Demokrasi ve Milliyetçilik’ Enes Bahadır Kızak. ‘Attilâ İlhan’ın Aynanın İçindekiler Roman Serisi Üzerine Tematik Açıdan Bir Değerlendirme’: Sema Özher Koç. ‘Romancı Kimliğiyle Attilâ İlhan ve Aynanın İçindekiler Roman Serisine Bir Bakış Denemesi’: Mustafa Demir. ‘Attilâ İlhan’ın Kısa Devre Şiirine Dâir Sarmal İzlek’: İbrahim Daş. ‘Attilâ İlhan’ın Siyâsî Düşüncesinde Anti Emperyalist Birleşme Ülküsü Olarak Ulusalcılık / Milliyetçilik’: Hakan Reyhan. ‘Attilâ İlhan Şiirindeki Târih’: Ertan Örgen. ‘Attilâ İlhan’da Ulusalcılık /Milliyetçilik Türkçülük- Galiyevcilik’: Lütfi Bergen. ‘Suyu Arayan Şâir Attilâ İlhan’: Fâtih Söylemez. ‘Attilâ İlhan’ın Kaleminde İttihat ve Terakki’: İsmail Yıldız. ‘Kuva-Yı Milliye Düşüncesi’: Ozan Öner.
Makalelerden seçilmiş satırlar:
Attilâ İhan’ın Atatürkçülük yaklaşımının antiemperyalist temeli, İlhan’ı solun farklı fraksiyonlarından ayrı bir şekilde milliyetçilik tartışmalarına ve başta kalkınmacılık olmak üzere yerliliğe ve milliliğe dayanan bir arayışa da itmektedir. (s: 6)
***
İsmet İnönü, kültür devrimini çağdaşlaşarak millet olmak diye değil, millet hâline batılılaşmak diye anlamıştır. İnönü döneminde, Rönesans’ta olduğu gibi, büyük bir çeviri faaliyetine başlanır: Yunan / Lâtin klasikleri Türkçeye mal edilir; o kadarla yerinilmez, liselerde okutulur, köy enstitüleri ve halkevleri aracılığıyla, halka ulaştırılmak istenir. Mitologya, başköşeye konulmuş; kültür devriminin, ‘Yunanca Lâtince öğrenmek, Avrupalıların eğitiminden geçmek’ olduğu, açıkça savunulmuştur… Atatürk, ‘Cumhuriyet için, kültür devrimimiz ‘seciye-i milliyemizle ve târihimizle mütenâsip, bir kültür’ yaratılmasını’ öngörüyordu. Buysa, ümmet târihini ve kültürünü reddetmez; o târihin ve kültürün içinden, ulusal / millî bir kültür damıtılmasını gerektirir. Oysa İnönü Cumhuriyetinin istediği, ‘bu ülkeyi, Batı ülkelerine benzetmektir’; bunun için de ümmet târihini ve kültürünü reddedecek, Yunan/ Lâtin kültürüne yaslandırılacak ‘devşirme’ bir kültür taklitçiliğine yönelecektir.”
“İnönü’nün kültür ve sanat dönemi, tıpkı Tanzimat gibi, Batı kültürünün at koşturduğu bir etkilenme alanı. Bunun eleştirilmesi veya irdelenmesi bir yana, özendiriliyor, ünlü klâsiklerin çevirisi serüveni bunun bir örneği sayılamaz mı? Millî bir kültür yaratmak isteyen, bu kültürü çağdaşlaştırmayı tasarlayan bir ülkede, eğer klâsikler yayınlanacaksa, bu o ülkenin geleneğe dayalı kültür dâiresi ile Batılı kültür dâiresinin iç içe, veya yan yana ele alınması, eserlerinin böyle bir düzenle yayınlanması gerekir öyle mi, hayır, bunlar bir Mevlânâ yayınlıyorlar, yanı sıra yüz tane Lukianos, Sophokles, Aristophanes, Euripides çıkıyor, bu yetmezmiş gibi, Hamlet veya Sophokles’in bilmem hangi eseri liselerde basbayağı yardımcı kitap diye okutuluyor. Çağdaşlaşıyor muyuz, yoksa kültür emperyalizminin tasmasını elimizle boynumuza geçirip, kişiliğimizi yitirip yozlaşıyor muyuz? Bana sorarsanız, gerçekleştirilen bu ikincisidir, üstelik Kemal Paşa’nın istediğine de karşıdır, çünkü ‘asıl temeli kendi içimizden çıkarmıyor’, Yunan / Lâtin klâsiklerinden çıkarmaya çalışıyoruz. (s: 15, 16)
***
İlhan’ın romanları arasında özellikle ‘Aynanın İçindekiler’ roman serisi târihî dönem olarak İkinci Meşrutiyet ile 27 Mayıs 1960 yılları arasındaki sosyal, kültürel ve siyâsî olayları anlatmıştır. (s: 36)
***
Attilâ İlhan, sağcılığın, solculuğun, liberalliğin, sosyalistliğin ‘millî olanı’ veya ‘millîliğe karşı olanı vardır’ diye düşünmektedir. Onun bu ayrımda da önemle üzerinde durduğu kavramlar yurt ve târih bilincidir. Ona göre yurt ve târih bilincini merkezine oturtan her siyâsî akım aynı zamanda millîdir. (s: 52)
***
Düşünce hayatının temel meselelerine belirli ayrımlar üzerinden bakmaya başlayan İlhan, Cumhuriyetin Osmanlı ve Batı ile ilişkisindeki ayrım noktasının bir kültür sorunu değil bir ekonomi sorunu olduğu kanaatindedir. Mesele üstyapı değil altyapıdır. (s:138)
***
Attilâ İlhan kendi hayat serüveninde bir ayağı batıda bir ayağı Anadolu’da olan bir Türk aydınıdır. Düşüncelerinin filizlendiği dönem olan 1940’larda bir yandan Marxizm eksenli batı düşüncesini tanımış öte yandan yaşadığı toplumun kültürüyle tanışmıştır. İlhan’ın düşünsel / fikrî gelişimindeki rehberleri (Kemalizm anlayışındaki fikir babası Niyazi Berkes olmakla birlikte) Nâzım Hikmet, Kemal Tâhir, Esat Âdil, Hikmet Kıvılcımlı, Behice Boran gibi sol entelektüellerdir. Bu etkileşim bürokrat bir ailenin çocuğu olarak büyüyen İlhan’ın salt kültür meselelerini değil ekonomik meseleleri de toplum hayatının başlıca unsuru saymasına yol açmıştır. 1940’larda başladığı yazı hayatında Marxist tezlerin etkisinde eşitsizlik meselesini dert edinmiştir. 1930’larda Anadolu’yu tanıyan İlhan, 1940’ların sonunda Avrupa’ya gitmiş ve Batı uygarlığını bizzat gözlemiştir. Gözlemlerini Marxist düşüncenin etkisi altında sentezci ve diyalektik bir yöntemle geliştiren İlhan için batı, emperyalizmle anlam bulurken Kemalizm ve Sosyalizm millî bağımsızlığın ve millî kalkınmanın referanslarına dönüşmüştür. İlhan’ın zihnindeki temel çelişki, gelişmiş kapitalist ülkeler ile geri bırakılmış ülkeler arasında belirlenmiş ekonomi eksenli bir zıtlıktır. İlhan’a göre geri kalmışlığın sebebi kültür ve ideoloji değildir. Târihî süreçte gerçekleşen iktisâdî bağımlılıktır. (s: 141)
DERKENAR:
Attilâ İlhan’ın Hayatından Bir Kesit:
ATTİLÂ İLHAN VE TÜRKÇE
Atilla İlhan Paris’te Türkolog Prof. Carlieri ziyâretindeki bir hâtırasını şöyle dile getiriyor:
Üniversite öğrencisi Fransızlarla ‘takıştık’. Kral 1. François’nın, uğradığı Cermen yenilgisinden sonra, Kanûni Sultan Süleyman Han’dan yardım istediğine inanmıyorlar. Marsilya’ya iki kalyon gönderdiğine filan! Hele Padişahın, krala yazdığı mektubu, aklımda kaldığı kadarıyla, nakledince, küplere bindiler o zaman…
‘Bir Türkolog bulun da, yüzleşelim!’ dedim.
İşte Prof. Carlier, buldukları Türkolog… Sâkin, kendi hâlinde bir zat! Beni kibarca karşıladı, düzgün Türkçesiyle ‘safa geldiniz’ dedi. Olayı, Türkçe olarak benden dinledi, gülümsedi. öğrencilere dönüp:
–Demek inanmıyorsunuz? Bu târihî bir gerçektir. dedi.
Hayır inanmıyorlardı, o kadar ki, adamcağız kütüphaneden, ciltli kocaman bir kitap çıkarıp göstermek mecburiyetinde kaldı. Orada üstelik padişahın mektubunun, sûreti de var. Hani adama,’Ben ki…’ diye başlayıp, bilinmez kaç unvanını sıraladıktan sonra;
–Sen ki Françeska eyâletinin beyi François’ın! dediği!
…
Ben, tam çıkacağım, kolumdan tutuyor. Eğilip, sır söyler gibi, alçak bir sesle:
– ‘Delikanlı, Türkçeye ne yaptınız?’ diye soruyor. Dilimin döndüğünce ona, ‘Dil Devrimi’ni izâha çalışıyorum, Türkçenin Arapça ve Acemce’nin istilâsına uğradığını, vs.. vs.. vs…
Meğerse neymiş?..
Beni mütebessim dinlemişti. Susunca, aynı fısıltıya yakın sesle, o söze başladı. Bilmediğim, o zamana kadar işitmediğim şeyler söylüyor:
-‘Ümmet toplumlarında dil – dolayısıyla kültür- dine göre değişirmiş. Onca böyle büyük üç adet ümmet toplumu ve sentezi var; birisi, Batı/Hıristiyan toplumu, ikincisi Doğu/Müslüman toplumu; üçüncüsü, daha doğudaki, semâvî olmayan dinler topluluğu! Ümmet toplumunda, başat dil, dinin kendini ifâde ettiği dil: Batı’da bu, Yunanca/ Lâtince olarak görünüyor; Osmanlı’da, Arapça / Farsça olması, son derece normal; zira Müslümanlığın ümmet dili, bu iki dil…’
‘Batı ülkeleri, Fransa, İtalya ve İspanya, nasıl millet diline geçerken, Yunanca / Lâtince kökenli birçok kelime, hatta kuralı aldılar kullandılarsa; Türkler de, Selçuklu / Osmanlı ümmet sentezinden, millet sentezine geçerken, dillerinde elbette Farsça / Arapça kelimeler bulunacaktır ve bunda yadırganacak şey yok; ya da asıl yadırganması gereken, ‘özleştirme’ adı altında dilin budanıp kuşa çevrilmesi: Zira böyle yetiştirilen genç kuşakların, ecdadın dilini anlaması imkânsızdır. Bu da, kendi kurdukları (Selçuklu / Osmanlı) medeniyet sentezinden kopmalarına, boşlukta kalmalarına yol açar!..’
Hayret -biraz da dehşetle- dinliyordum; elimde olmaksızın, belki de onu ‘madara etmek’ maksadıyla, sözünü keserek sordum:
–Peki, şimdi siz Fransızca’daki Yunan/Lâtin kökenli kelimeleri atsanız, ne olur?’ Cevabı unutulur gibi değildir:
–Atamayız, çünkü geriye kalsa kalsa, yüz, bilemedin iki yüz kelime kalır. O da konuşmaya yetmez.’
Dönem, Cumhurbaşkanlığı sanat danışmanı Nurullah Bey ‘in (Ataç) ‘alenen ve resmen’;
‘Yunanca ve Lâtinceye geçmeliyiz, onlar gibi olmalıyız, onlara benzemeliyiz! dediği dönem. Bunu söylediğim zaman, Prof. Carlier’den aldığım cevabı, tahmin edebilirsiniz:
-‘Biz bunu sömürgelerde uyguladık. Kimliklerini, kişiliklerini yitirdiler!’
Kaynak: www.turkalemiyiz.com (Erişim târihi: 31.08.2023 / 11.25)