Ölüm ve Ruh

88

 

    “Her canlı ölümü
tadacaktır.” (Al-i İmran: 185) Hiç ölen tadar mı? Tabii ki, tadmaz ne kelime
tadamaz. Ancak diri olan insan tadabilir. Bu demektir ki, nasıl ki evimizden
dışarıya adım atarız. Yani evimizden dışarı çıkarız. Dünyadaki kalış süresi
dolan ruh da, evi olan bedenden artık dönmemek üzere ayrılır, çıkar gider.
Nasıl ki, insan evinden çıktığını bilirse, ruh da evinden yani bedeninden
çıktığının ve ayrıldığının bilincindedir. Dolayısıyla bu çıkış ve bu terkedişin
şuurundadır. Ölümün ve ayrılışın farkındadır. Yani ölümü tadmaktadır. Çünkü:

    “Ölüm, şu görünen
bedene özgüdür. İnsanın asıl benliği bedeni değil, onun içinde gizli olan, ona
hareket ve canlılık veren ruhudur. Beden kalıptır. Ruh onun hakikati, insanın
gerçeğidir. Bedenin aslı topraktır. Topraktan süzüle süzüle gıdalarla insana
geçmiş, insan vücudunda bir takım ameliyelerden geçip insan tohumu haline
gelmiş, tohum haline gelirken de tıpkı süt içine yağın karışması, susam
tanesinin zerrelerine yağın nüfuzu gibi insan tohumunun içine de ruh cevheri,
canlılık giydirilmiştir. Ana karnında cenin haline gelen insandaki ruh da
gelişmeğe başlamıştır. Cenîni insan şekline sokup şu dünyaya getiren, Allah’ın
izni ve iradesiyle onun içine üflenen ruhtur.

    “Özü şu topraktan
çıkan beden, zamanla değişikliğe uğrar, büyür, gelişir, ihtiyarlar ve içindeki
ruhu kaybedince de tekrar toprağa düşüp çözülür, dağılır, aslı olan toprağa
karışır.

    “Ama deneylerden
geçip olgunlaşmak, ruhânî bilgiler ve haller kazanmak için beden içine konup
bir süre bedende konuk gibi kalan ruh, ölmez, yaşar.

    “İşte insan öldüğü
zaman kabir sevabı ve azabı, ölen bedenine değil, ölmeyen ruhunadır. Çünkü
beden ölünce genellikle toprakta çürür, bazı bedenler de yakılır, kül olur.
Bazıları havada parçalanıp dağılır, bazıları denizlerin derinliklerine atılır.

    “Ruhunu kaybeden
bedene bir daha ruh dönmez, ölen kişi şu dünyada bir daha dirilmez. Kuruyan
ağaca nasıl bir daha  yaşlık gelmezse,
ölen bedene de bir daha canlılık gelmez.

    “Peki ama tefsirine
çalıştığımız…Bu ayet ile Hz. Peygamber’in: ‘Kabir ya cennet bahçelerinden bir
bahçe, yahut cehennem çukurlarından bir çukurdur.’ (Tirmizî, Kıyamet, 26)
mealinde (olan) hadisleri nasıl izah edilecektir?

    “Bu âyet ve hadis,
insan bedeninin değil, ruhunun şu bedenden ayrıldıktan sonraki halini tasvir
etmektedir. Kabir ile, insanın ölümünden sonraki hali kasdedilmiştir. Çünkü her
insan kabre girmez. Yakılıp külü şişelerde saklanan insanlar da vardır.
Öldükten sonra aylarca, hatta yıllarca kabre konulmayan kimseler de vardır.
Binaenaleyh hadisteki kabir kelimesiyle kasdedilen, insanın ölümünden sonraki
hâlidir. İşte İnsan öldüktan sonra ruhu ya cennet gibi bir hayat içine
girecek  veya yaptığı kötü işlerin
tutsağı olacaktır. Âyet ve hadîsin kasdı budur.

    “İmam Fahreddin
Râzî şöyle diyor: ‘Kabir sevabı ve azabı, ya bu bedene veya bunun bir parçasına
ulaşır. Birincisi yani sevab ve azabın bedene ulaşması iddiası kuru bir
inatçılıktan başka bir şey değildir. Çünkü bu bedenin çözülüp dağıldığını
görüyoruz. Çürüyüp dağılan bir şeye nasıl sevap ve azabın dokunduğu iddia
edilir? Bedenin tümüne sevap ve azab dokunmayacağına göre, Allah’ın bedenin
küçük parçalarından bazılarını diriltip sevap ve azabı onlara dokundurduğunu
söylemek gerekir. Bu caiz olduğuna göre neden ‘İnsan ruhtur’ demek caiz
olmasın. Çünkü ruh çözülmez, dağılmaz, acı ve lezzet duyar. Kabir sevabı ve
azabı da kalıba değil, ruhadır. Kıyamet gününde de Allah, ruhu tekrar bedene
döndürür ki cismanî haller, ruhânî hallerle birleşsin insan kemâlini bulsun.’

    “Dünyada
güzel amellerle bezenip safiyet kazanan insan ruhu, şu bedenden ayrılınca
cennet bahçeleri gibi bir yaşam içine girecek, orada iyi ruhlarla peygamberler,
sıddîkler, sâlihler ve şehitlerle beraber tadına doyulmaz bir ruhânî âlemde
bulunacaktır. Fakat dünyada kötü işlerle kirlenmiş, bozulmuş olan insan ruhu
da, bedeninden ayrıldıktan sonra dünyadaki kötü işlerin gerçek niteliğini
görecek, azaba dönüşen o amellerinin tutsağı olacak, çeşitli azablar içerisinde
kalacaktır. İşte Hz. Peygamber bu gerçeğe işaret için, kabrin ya cennet
bahçelerinden bir bahçe, ya da cehennem çukurlarından bir çukur olduğunu
söylemiştir.” (Prof. Dr. Süleyman Ateş)    

Önceki İçerikKaymakam Kemal Beyin Fermanı Silivri’de Mi Yazıldı?
Sonraki İçerikGıda Ürünlerinde Önlenemeyen Pahalılık
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.