-‘Kâinatın en şerefli yaratılmışı’ olan insanın,
en hayatî organı olan kalp üzerinde operasyon yaparken neler hissediyorsunuz?
Prof. Dr. Bingür Sönmez: Bana sıklıkla şu soruluyor: Siz ölümle
hayat arasındaki ince çizgide koşarak giden bir doktor olarak talihe inanıyor
musunuz?
Cevabı çok basit.Ben tâlihe inanmaktan
öte bu işi yaparken tâlihle bütünleşiyorum.
Mevlevi dönerken, nasıl döner? Bir eli yukardadır, bir eli aşağıdadır.
Esprisi nedir? Tanrı’dan alıyorum, bedenimden geçiriyorum ve toprağa
gönderiyorum.
Alevî dede semah yaparken ne
yapar? Bir eli yukarıdadır. O da Allah’tan alır, vücudundan geçirir, toprağa
gönderir. Hep Tanrı’dan bir şeyler alınıp vücuttan geçirilir ve toprağa
gönderilir. Ben ameliyat sırasında ameliyat masasının bir lâmbası vardır. Lâmbanın
bir sapı vardır. Bu ameliyat masası lâmbasının sapını tutarken bir an kendimi o
dönen derviş gibi veyahut semah yapan Alevî gibi hissederim. Sanki yukarıdaki lâmbadan
aldığım enerji vücudumdan geçer ve o esnâda diğer elim hastanın üzerindedir.
Bir an öyle hissederim ki yukarıdan bir şeyler geliyor bedenimden o hastaya
geçiyor. Ona can veriyor muyum? İnanın, bunu bâzen hissediyorum. Yâni ona can
vermeye vesile olduğumu hissediyorum. Diyorum ki; ‘Ben Tanrı ile bütünleşirim burada…’ Allah’ın beni buna vesile
ettiği için de büyük minnet duyuyorum. Bu bir Tanrı vergisidir.
-Sizi
tanıyanlar biliyor ve söylüyor: Mesleğinizi seviyorsunuz. En mükemmelini
yapmaya çalışıyorsunuz. Bu alışkanlığınız öğrencilik yıllarından mı geliyor,
sonradan mı edindiniz?
Prof. Sönmez: Ben okulda çok başarılı öğrenci değildim. Önümde
öğrenciler vardı. Önümde çok asistan arkadaşlarım vardı. Önümde çok değerli
uzman arkadaşlarım vardı. Ben çok zeki bir insan da değilim, çok akıllı da
değilim ama çok çalışkan bir öğrenciydim. Çok çalışıyorum ama bazen görüyorum
ki bu ameliyat başarıyla bitti. Fakat burada benim el becerim, ilmim buna
yeterli değildi aslında. Bu arada bir fark var, boşluk var. Bu boşluğu dolduran
bir güç var. Ben o gücü derinden hissediyorum zaman zaman. Hep duâ ediyorum ki
o güç hiç eksilmesin arkamdan.
-Tıp ilminin hedefi ne olmalı? Sağlıklı standart
süreli bir ömür mü, giderilebilir sağlık problemleri ile birlikte çok uzun bir
ömür mü?
Prof. Sönmez: Hekimler Hipokrat’ın değil, Gılgamış’ın torunlarıdır.
Hep ölmez otunu arıyoruz.
-Gılgamış
ölmez otunu bulmuş mu?
Prof. Sönmez: Bulmuş. Fakat bir yılana kaptırmış. Gılgamış’a nasip
olmamış. Biz de Gılgamış’ın ölmez otunu arıyoruz. Bulursak biz mi
yararlanacağız? Hayır. İnsanlarla bölüşeceğiz. Fakat esasındaki gibi bulsak
bile yararlanamayacağız. Yararlanmak da şart değil. İnsanlar ölmeli!
-Zamanı
gelince…
Prof. Sönmez: Elbette… Hayat bir yerde bitmeli. Diğer canlılar gibi
bitmeli, yerine başkaları gelmelidir. Şöyle bir şey düşünün: Yüz elli yaşına
gelmiş bir insan, hiç bir arkadaşı kalmamış, konuşacak hiç bir şeyi kalmamış. O
günkü hayat şartlarına adapte olamıyor. Telefon kullanamıyor, televizyondan
anlamıyor, cd player nedir bilmiyor, otomobil kullanamıyor. Bu insanın yaşamasının
bir anlamı var mı?
İnsanlar topluma verimli olduğu
sürece, diğer insanlara yük olmadığı süre ile sınırlı olarak yaşamalı. Bu hayat
benim öğrencilik yıllarımdaki kadar kısa olmamalı tabi. 60’lı yıllardan sonra,
70’li yılların başında tıp fakültesinde öğrenciyken; erkeğin yaş ortalaması
elli, kadının yaş ortalaması 55 idi. Biliyorsun Mustafa Kemal 57 yaşında
öldüğünde çok yaşamış vefat etmiş zannettik.
Dünyada geçen yıl ortalama insan
ömrü erkeklerde 72, kadınlarda 75 idi. Günümüzde kadınlar 76 olmuş. Giderek yaş
standartları yükseliyor. Şöyle bir etrafınıza bakın. Çocukluğumuzda 50-60 yaş
civarında çok yaşlı insanlar vardı. Şimdi öyle değil. 50-60 yaşında insanlar
hayatın zirvesine tırmanmak üzereler. 80 yaşında çok insan var etrafımızda. Biz
ülke olarak bu yaşlı insanlara hizmet etmeye ve bakmaya müsâit değiliz. Bugün
hemen her evde bir yaşlı insan var. Bazen iki yaşlı insan var ve birçoğu bakıma
muhtaç. Alzaymır var, ortopedik özürlü olanı var. Onların yaşamaktan çok fazla
zevk aldıklarını zannetmiyorum. Çocuklarına yük oldukları için çok büyük üzüntü
duyuyorlar. İnşallah toplumumuz da batı ülkelerindeki gibi o insanlarımıza
hizmet verebilirler.
Şundan utanmamalıyız: Ben anneme
babama bakamıyorsam, evde perişan olacağına bir bakım evine götürürüm. Sabah
akşam ziyâret ederim, haftada bir ziyâret ederim. İhtiyaçlarını görürüm. O
zaman daha çok mutlu olur. Yaşındaki insanlarla beraber olur. O’nu sinemaya
götürürler, O’nu eğlendirirler. Bakımevinin bir bahçesi vardır, bahçesine çıkar
ağaçları sever. Eğer yatalaksa da ona müzik dinletirler, onu severler, onun
bakımını yaparlar. Benim evde veremeyeceğim hizmetleri verirler. Bir defa yeni
nesle bunu öğretmemiz lâzım ve yaşlılarımız da bunun baştan savmak olmadığını,
doğrusunun bu olduğuna inanmalılar.
Ben çocuklarıma şimdiden vasiyet
ediyorum. Ben bakıma muhtaç olursam sakın beni annenizin bakımına muhtaç
bırakmayın. Hizmetçilerin bakımına bırakmayın. Özel bir bakım evine götürün.
Param var imkânım var. Özel bakım evinde bana bakılsın. Yaşlılarımıza şimdiden
söylüyorum: Bunu kabul ettirelim. Yaşlılarımız bilsinler ki onlara bu özel
bakım evlerinde daha iyi bakılır. Evde çoluk çocuğun veya Moldavyalıların
elinde kalmasın. Çocuklarımız da bunu bir ayıp gibi düşünmesinler. Doğrusu
onlara bunu öğretmeliyiz. Şimdi görünen o ki önümüzdeki 50 yıl içerisinde,
ortalama insan ömrü yüz yaşın üzerine çıkacak. Bakın şuan 72-74. Bir kaç
senedir yaş artmış durumda. Hele genetik mühendisi arttıkça insanların ömrü
uzayacak. Fakat demin bir cümle kullandınız: sağlıklı ve muhtaç olmadan
yaşamak. Herhalde yüz yaşına gelene kadar sağlıklı olabileceğiz ama yüzün
üzerinde o sağlık biraz askıntıya girecek. Ben yüz yaşını aşıp da ölmeyi arzu
etmiyorum.
– ‘İnsanoğlu, uzun ömürlü bir ortamda yaşamaya
hazır değil.’ Diyorsunuz.
Prof. Sönmez: Değil!
–
Dünyamız, 100 veya daha uzun süreler yaşayacak olan insanları maddeten tatmin
ve mânen mutlu edecek donanıma sâhip mi?
Prof. Sönmez: Hayır. Değil! Efsânelerde şöyle şeyler geçiyor. Filan
peygamber 500 yıl yaşadı, filan peygamber 280 yıl yaşadı. Hayır! Aslında o
kadar yaşamamışlar. Dünya o kadar yavaş dönüyormuş ki insanlara öyle gelmiş
öyle hissetmişler. Yoksa onlar da 50, 55, 60 yaşında vefat etmişlerdir.
Efsâneye 500 yıl diye geçmiş. Şimdi dünya o kadar hızlı dönüyor ki… Bir
bakıyorsun 20 yaşındasın, bir bakıyorsun 50 yaşındasın, bir bakıyorsun 80
yaşına gelmiş olacaksınız. Dünya da insanlar kadar o kadar hızlı yıpranıyor ki…
Bakın dünyada medeniyetler kaybolmuş. Bir sene içinde mi kaybolmuş? Hayır. O
sırada 7 sene üst üste kıtlık olmuş hiç yağmur yağmamış. Büyük göçler olmuş ve
Mısır medeniyeti kaybolmuş. Bir takım felaketler olmuş. Avrupa’da üstüne
yanardağ bulutu gelmiş. İki yıl, üç yıl insanlar hiç tarım yapamamış ve
açlıktan ölmüşler. Şuan küresel ısınma çok büyük felaketlere gebe. Bir kaç yıl
mı? Hayır. 50 yıl, 100 yıl, 200 yıl… 6-7 milyon yaşında olan bir dünya için 50
yıl, 60 yıl fazla bir zaman dilimi değil. Fakat eninde sonunda dünyanın da sonu
insanlar gibi yaşlılık dönemine girecek. Kıtlıklar olacak, su olmayacak, hava
olmayacak. Nasıl Orta Asya’dan, Afrika’dan bütün dünyaya göçler olmuş. Artık
dünyadan bütün gezegenlere göçler olacak. Oynayan film, milyon yıllık film
yâni. Baştan sonra altmış dakika değil. Bunları yaşayacağız.
– Huzurlu bir hayat, berâberinde sağlık ve uzun
ömür getirir mi?
Prof. Sönmez: Vücudumuzda bazı hormonlarımız var. Bunlar yaşamamızı
sağlayan hormonlar. Bunlardan bir tanesi adrenalin. Şimdi siz benim karşımda
ayakta durabiliyorsanız, benimle konuşabiliyorsanız adrenalin hormonunuz oluğu
için. Adrenalin hormonunun bittiği yerde hayat bitiyor. Nabzımızı sağlayan,
tansiyonumuzu sağlayan, işte heyecanımızı sağlayan, mutluluk salgılayan
hormonlardan biri adrenalindir. Şimdi biz bunu öğütüyoruz. Heyecan, stres,
üzüntü kahır sırasında adrenalin hormonu artıyor. Heyecanlandığımız zaman ne olur?
Nabzımız daha hızlı artar, tansiyonumuz yükselir, başımız ağrır, suratımız
kıpkırmızı olur. Bunlar adrenalin hormonunun zararlı tarafları. Demek ki
adrenalin hormonu belirli bir seviyede olursa mutluluk getirir. Adrenalinin
fazlasının zararlarından korunmalıyız.
İkinci hormonumuz da endorfin.
Bunu da vücudumuz salgılıyor. Biz
bunları dışarıdan alamıyoruz, yiyerek içerek alamıyoruz. İyi bir müzik
dinlediğimiz zaman, ibâdet ettiğimiz zaman, güzel bir yemek yediğimiz zaman,
güzel-iyi insanlarla sohbet ettiğimiz zaman endorfin hormonumuz artıyor.
Endorfin hormonumuz adrenalinimizin tamamen tersine nabzımızı yavaşlatıyor,
tansiyonumuzu düşürüyor, damarlarımızı genişletiyor. O zaman vücudumuzda
adrenalin ve endorfin dengesini endorfin lehinde geliştirebilirsek mutluluk
hormonumuz fazla olursa daha uzun ömürlü olacağız kesinlikle.
Mutluluk endorfin hormonunu
sağlar. Vücudumuzun yararlı hormonudur. Stres, sıkıntı, üzüntü adrenalimizi
artırır ve ömrümüzü törpüler. İkisi de alışkanlık yapar. İnsanlar neden hızlı
araba kullanırlar? Neden korku filmi seyrederler? Neden yüksekten atlarlar? O
anki adrenalin onlara çok büyük mutluluk verir. Endorfin de olumlu yönde
mutluluk verir. Olumlu yönde bizim hayatımızı etkiler.
O yüzden endorfinimizi artıralım.
Yürüyüş yapalım, müzik dinleyelim, âşık olalım. Bin çeşit aşk var. Sadece karşı
cinse âşık olmak değil; eşinize âşık olabilirsiniz, okumaya âşık olabilirsiniz…
Müziğe âşık olabilirsiniz, çocuklarınıza âşık olabilirsiniz, kendinize âşık
olabilirsiniz. Bunlar sizi mutlu etmek için yeterli olan sevgiler.
–
İnsanoğlu; ‘Enel Hak / Hak benim içimde’
diyen Hallac-ı Mansur’u kendisine örnek alarak; ‘Enel Huzur’ diyebilmek için hangi formülü uygulamalı?
Prof. Sönmez: Desem ki adrenalin seni yiyor… Ne yapayım? Bedenimden
çıkıyor diyeceksin. Onun için huzur için endorfinini yükselteceksin. Endorfin
yükselirse, ömrümüz uzun olacak, sağlıklı olacağız. Tabi önleyemediğimiz şeyler
var. Genetiğimizde yazılı bir takım hastalıklar var. Yâni hani alın yazısı
diyoruz ya, aslında alnımıza değil de genlerimize yazılmış, DNA’larımızın
üzerine yazılmış bir şeyler var. Meselâ benim DNA’mda kalın bağırsak kanseri
olacağım yazılıysa, bu olacak. Ama erken yaşta, ama geç yaşta. Olmaması için
yapacağım bir takım şeyler var. Lifli gıdalarla besleneceğim. Tuvalet
alışkanlığıma dikkat edeceğim. Bunun yanında elli yaşından sonra mutlaka yılda
bir kolonoskopi yaptıracağım. Böyle bir durum varsa erken müdâhale edilecek.
Hani olayı geciktirici, uzaklaştırıcı şeyler yapılabiliyor. Fakat bunlar
ölümsüzlüğü aramak için değil, sağlıklı yaşamak için olmalı. Genetik haritamız çıkarılabilir, bir takım
genetik problemlerimiz düzeltilebilirse, her türlü hastalığı önleyebileceğiz.
Tabîi tıp değişik bir safhaya girmeye başladı. Şimdi anne meme kanseri. Genç
bir kız var, 20-22 yaşlarında. Bir genetik araştırması yapılıyor, kızında da
meme kanseri var. Daha doğrusu ihtimali var. Ne yapılacak? Memesini alacak
mıyız kızın? Çok zor bir karar.
Veya anne-baba kolon kanserinden
vefat etmiş. Genç bir insana bakıyorsunuz ki kolon kanseri geni var. Bunu
değiştiremeyiz doğduktan sonra. Peki! Kalın bağırsağın hepsini alalım mı? Tıp
değişik bir safhaya giriyor. Artık sanal ortamlara girmeye başladık. Huzur da
sanal. Gerçekten; ‘Huzur benim içimde’
Dediğimiz gün gerçekten huzurlu olacağız, kalp sağlığı açısından. Fakat kanser…
Orada durum farklı. Kanserde de stresin çok önemli rolü olduğunu biliyoruz.
Dünyanın insan sağlığı açısından geleceği genetik mühendisliğinde bitecek.
-‘Huzurlu bir hayat’ ifâdesini de
kullandınız. Huzurlu bir hayat için formül şeklinde söylenecek bir şey var mı?
Prof. Sönmez: Bir defa annemizi babamızı seçemeyiz. Yani kötü bir
ailede doğmuş olabiliriz. Devamlı kavga içinde olan bir anne baba olabilir. Bu
şartları değiştiremeyiz. Fakat iyi bir evlilik yapmak insanın ömrünü uzatır.
İyi bir meslekte çalışmak, iyi bir meslek seçimi insanın ömrünü uzatır, çok iyi
evlat ve anne-baba ilişkileri ömrü uzatır, çok iyi bir ülkede yaşamak ömrü
uzatır. Bunlardan hangisini yapabiliyoruz? Bu saydığım beş maddeden belki
sadece iki tanesini yapabiliyorsak o bize yeterlidir. Bu beş maddeden beşini
bir araya getirmek hakikaten imkânsız. En azından iki tanesini tutturabilirsek
iyi bir evlilik, iyi bir iş… Çocuklarla problem olabilir mi? Hepimizin
çocuklarıyla problemi vardır. Fakat onlar büyüyünce belki düzelecek eğer iyi
bir eşiniz varsa, iyi bir işte çalışıyorsanız, ülkenin şartlarıyla
barışıksanız… Tabi ki daha huzurlu daha mutlu olacaksınız. Fakat eğer evde hır
gür, işte hır gür, ülkeyle probleminiz var, siyasîlerle probleminiz var… O
zaman işiniz zor. Beslenme en arkada
geliyor. Bütün bu olumsuzluklar içerisinde iyi beslenmeseniz de olur. Zâten
bütün felaketler kapınızda demektir.
– Belki
sabırlı olmak, sağlıklı ve huzurlu olmak için diğer şartlara ilave edilebilir…
Prof. Sönmez: Tabîi… Sabır, tevekkül bunların en başında gelen
şeylerdendir. Sürekli isyan etmek, sürekli kavgacı olmak, sürekli eleştirel
olmak bunlar işte o adrenalimizdir,
içimizde bizi kemiren kurttur.
-Bir de
stres meselesi var. Çağımızda stressiz olmak mümkün değil. Fakat bu arada ‘stresi yönetmek’ diye bir yöntem var…
Sönmez: Evet, özel psikolojik destekler var. Stresin yönetimi
mümkündür. Özellikle üst düzey yöneticilere, iş adamlarına böyle kurslar
veriliyor ve çok faydalı olduğuna inanıyorum.
-Çok
teşekkür ederim Efendim. Lütfettiniz insanlarımıza çok faydalı olacak bilgiler
ediniz.
-Prof. Sönmez: Ben teşekkür
ederim.
Prof. 1952 yılında Sarıkamış’ta dünyaya geldi.
1988 yılında doçent, 1997 yılında profesör
|