“Ne sandın?”

43

Hikâye bu ya, bir adam çok sevdiği bir kadına şiirler yazmaktadır. Sonra kadın ansızın onu terk eder. Adam kadının ardından şiirler yazmaya devam eder, daha çok yazar; günün birinde çok ünlü bir şair olur. Yıllar sonra kadının yaşadığı kente gider ve büyük bir şiir dinletisi sunar. Dinleti bittiğinde kadın kolunda kocası ile çıkışa gelir ve adama, ”Merhaba” der. Adam ona sıradan bir insana bakar gibi bakar. Kadın, ”Beni tanıdın mı? ” diye sorar. Adam, ”Hayır tanıyamadım” diye cevaplar. ”Nasıl tanımazsın? Uğruna şiirler yazdığın kadınım ben, seni şair yapan kadın.” der. Adam kadına bakar, ”Keramet sende olsaydı, kolundaki adam da şair olurdu.” der, arkasına bakmadan yoluna devam eder.

Edebiyatımızdaki gül-bülbül ilişkisini biliriz. Gül, hep naz makamındadır, bülbül ise hep yalvarır, gözyaşı döker. Gül ve bülbül, bir türlü kavuşamazlar, aşkları bitmez, kavuşmaları ahirete kalmıştır. Hangisi şöhretini diğerine muhtaçtır? Güle değer katan, yüreğindeki aşktan dolayı bülbül müdür, yoksa güldeki nazenin kimlik midir? Gül olmasaydı, bülbül başka bir çiçek için ağlar mıydı veya gül bülbülden başka bir kuşu kendine âşık edebilmiş ve inletebilmiş midir?

Edebiyatımızın klasiklerinden “Leyla ve Mecnun” manzumesinde başkahraman Leyla mıdır, Mecnun mudur? Hangisi hangisini tamamlayandır veya ikisi mi bir bütündür, birlikte olduğunda mı bir kıymettir? Bunlardan biri olmasaydı asırlar üstü bu öykücük oluşur muydu? Sahi, ne olmuştur da önce “Leyla, Leyla…” diyerek çöllerde sayıklayan Mecnun, Leyla’yı görünce çekip gitmiştir? Leyla diye çarpan yürek, Mevla için titremeye başlamıştır.

Allah, evrendeki dengeyi veya ahengi ikili yapı üzerine kurmuş, asli ve yardımcı unsur diye. Siz ona tamamlayan ve tamamlanan unsurlar da diyebilirsiniz. Asli ve yardımcı unsurlar yer ve zamana göre değişebilir. Erkek, kadınla tamamlanıyor, toprak suyla ürün verebiliyor, hidrojen oksijenle hayat kaynağı suya dönüşebiliyor. Bir unsur diğerinden daha önemli veya önemsiz değil. Kimse her şey değil. Bir şey, başka bir şey olmadan aksiyon olamıyor, ürün ortaya çıkmıyor.

Adamı şair yapan etkili güç, elbette, onu terk eden kadındır. Ancak, kadın tek unsur olarak hiçbir şeydir. Güzeli görecek göz, hissedecek kalp, anlatacak dil lazımdır. Adam, kadından aldığı ilhamla duygularını harekete geçirmiş, belki de platonik bir aşk ile şöhretli bir şair olmuştur. Keşfedilmeyen eşya, kişiye ilham kaynağı olamaz. Kişi, görme, duyma, dokunma, tatma, koklama uzuvları aracılığı ile kavradıklarını sentezler, onları bilgiye dönüştürür, bu güçle ortaya bir eser çıkar. Bunun adı, sanattır.

Nankörlük yapanı değersizleştirmek, haddini bilmeyene haddini bildirmek herkesin hakkı, belki de görevidir. Vefasızlık, kolay hazmedilecek bir lokma değildir. Misilleme, bire bir kısas, insanın doğasının gereğidir, fıtridir. Misillemenin fazlası, karşı tarafı tahrik eder, bu hakkaniyete sığmaz. Kısas, mağdur olan için huzura erdirici, mağdur eden için öğreticidir, eğiticidir. Bunun için “Kısasta hayat var.” denir.

Kibir, bencillik, ihtiras, tahakküm, enaniyet, narsisizm gibi kavramlar; güç zehirlenmesi, orantısız güç kullanma gibi sonuçlara yol açmakta, bu da doğanın yaratılış dengesini sarsmaktadır. Varlıklara kapasitesi altında veya üstünde bir kıymet biçmek veya varlığı olması gerekenin dışında konumlandırmak hem o varlığa hem de diğer varlıklara zulümdür, zulüm huzurun dinamitidir. Zulüm ile huzur, aynı mekânda bulunamaz.

Doğum ve ölüm, her canlının kaderi; dünya ve ahiret hayatı, kaderimizin gereğidir. Yaşamak, ölüm olduğu için değerlidir, dünya ahiretin tarlasıdır. Hangisinin asli, hangisinin tamamlayıcı unsur olacağı senin tercihindir. Tercihimiz de kaderimizdir.

Keramet ne sendedir ne bende ne ondadır ne bunda. Keramet, eseri ortaya çıkaran güçtedir. Bu aşktır, ümittir, imandır, inançtır, adanmışlıktır. Keramet ehli insanlar, kendilerindeki potansiyeli fark edip hareket geçirebilen kişilerdir. Keramet, “Oku sen atmadın ben attım, hedefi sen vurmadın ben vurdum.” diyen büyük enerjiyi iliklerine kadar hissedebilmek, beyninin çukurlarında dahi idrak edebilmektir.

Eğitim sistemimiz “Ben ancak bilimsel olana inanırım.” algısı üzerine kurulmuş. Bilimsel olmayanı yok saymak da bilimin gereği kabul ediliyor. Bilim ise beş duyu ile sınırlı. Biz ona fizik diyoruz, gerçekçilik diyoruz, pozitivizm diyoruz. Pek, i fiziğin dışındaki dünya ne olacak? Bu dünyayı kabul etmemek, bilim dışı saymak, insanoğlunun kendini kandırması, kendini inkâr etmesidir. Ya tam anlamıyla izahını yapamadığımız insan gerçekliği, inkâr edilen o dünyanın içindeyse? Yunus’a kulak vermek lazım: “Beni bende deme, bende değilim, Bir ben vardır bendebenden içeri.”

İbrahim Sayar, “Ne Sandın?” isimli şiirinde bakılması gereken açıyı içtenlikle dillendirmiş:

“Dil ne bilir şekeri şerbeti
Aldığın lezzeti baldan mı sandın?
Ne arı ne ağaç verir nimeti,
Elmayı, narı daldan mı sandın?

……….

Gördüğün göremediğin göz O’nun,
Bildiğin, bilemediğin öz O’nun,
Dediğin, diyemediğin söz O’nun,
Kelamı dudaktan, dilden mi sandın?”

……..

Kadir Durgun