Oğuz Çetinoğlu: Türkiye Sanayici İşverenler Derneği (TÜSİAD) Anayasa taslağı hazırlattı. Taslakta, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın ‘Değiştirilmesinin teklif bile edilemeyeceği’ belirtilenler dâhil, her maddesinin değiştirilebileceği iddia ediliyor.
Söz konusu maddelerin değiştirilip değiştirilemeyeceği konusundaki görüşlerinizi, gerekçeleriyle birlikte lütfeder misiniz?
Prof. Dr. Sacit Adalı: 1982 Anayasası’nın kayıtlayıcılığı daha ilk maddeden başlıyor.
Ne denilebilir ki?
‘Evi size kiraladım ama; çocuk yok, misafir yok, gürültü hiç yok…’ Böyle anlamsız bir zorlama olur mu?
Ne kadar yasak getirirseniz, tabiat kanunudur, o kadar suiistimâl edilir, o kadar istismara uğrarsınız. Esnek olma, söylediğiniz sözlerin tutulması bakımından daha akılcı değil midir? ‘Durumun Kanunu’ diye bir ilke vardır. Öyle şartlar zuhur eder ki koyduğunuz prensiplerden rücu etme mecburiyetinde kalırsınız. Bu da en azından imajınızı zedeler. Buna meydan vermemenin yolu, durum ne icâbettiriyorsa onu yapmak, lakin makûl ve âdil olanın arkasında durmak, eşit, dengeli, ölçülü davranmaktır.
Bugün sert bir fiilî durumla karşı karşıya kaldığımızdan mânâsız, mantıksız, münâsebetsiz bir akıl tutulması içindeyiz.
Toplumları harekete geçirmenin en tesirli iki yolu, komünist jargondaki ezenler-ezilenler yâhut sömürenler-sömürülenler tâbirleri müstesnâ, din-mezhep ve milliyet kışkırtmasıdır.
Türkiye’de bu güne kadar bilhassa son ikisi de kullanıldı. Millî Güvenlik Konsepti’ndeki ‘irticâ-bölücülük’ iddiaları ara sıra yer değiştirerek hep iki ana tehlike olarak vâzedildi. İttihatçıların yürüttüğü 31 Mart Harekâtı ‘irtica geliyor’ üzerine kurulmuş, İsmet İnönü 10 yıllık Menderes hükümetleri zamanında sık sık ‘irtica hortladı’ tâbirini kullanmış, en son 28 Şubat döneminde irtica bölücülükten önde gösterilmiştir. İrticadan senede ortalama birkaç, bölücülükten günde birkaç kişi ölmesine rağmen…
Maksat üzüm yemekse ve yeni şartlar ortaya çıkmışsa ve her şeye rağmen hepimiz berâber yaşamaya mecbur hatta mahkûmsak, Anayasa’nın tâbiriyle ‘ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün’ isek, bunun gereğini yerine getirmeliyiz.
4. maddedeki ‘değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez’ hükmünü diğer kurallar gibi 1980 İhtilali’ni yapan güç koydu. ‘Bölünmesin’ diye konulan yasakçı kaideler döndü dolaştı, bizzat kendisi bölünmenin yolunu açtı.
İşte, zorlama veya esnek davranma arasındaki fark böyle ince zamanlarda ortaya çıkıyor.
Kimsenin Devletiyle, Devletin Cumhuriyet oluşuyla bir meselesi yok. Kimsenin huzûra, millî dayanışmaya, adâlete, insan haklarına, demokratik-lâik-sosyal hukuk devletine bir itirâzı yok. Türkçeyle de, bayrakla da İstiklâl Marşı’yla da, Ankara’yla da bir problemi yok. Devletin kurucusuna, bekası için taş üstüne taş koyanlara karşı da bir saygısızlığı yok.
Dâvâ, bâzı şeylere kutsallık izâfe etmekte yatıyor.
Devletimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, bizim için çok kıymetli, saygın, büyük bir insan.
Ama ‘kutsal’, ‘ulu’, ‘erişilmez’ değil. Tıpkı Alparslan gibi, Osman Gazi, Orhan Gazi, Fatih Sultan Mehmed, Kanuni Sultan Süleyman gibi. Severiz, anarız, ararız, lâkin tapmayız. Örnek alırız fakat onların yaptıklarından daha üstün şeyler yapmaya çalışırız. Zâten bir insanın büyüklüğü, yetiştirdiklerinin kendini geçmesinden belli olmaz mı?
Onların bıraktığı yerde mi kalsaydık? Biz onları geçtiğimiz nispette onlar büyüyeceklerdir. Bir vatan elde edilmiş, bir devlet kurulmuş, artık oradaki millet medenî hizmetler bekliyor, kendisinin insan yerine konulmasını, varlığına saygı gösterilmesini, Türk-Kürt-Abaza- Çerkez-Arnavut, milliyetine; Müslüman-Hıristiyan-Mûsevî, inancına; ateist, ateistliğine halel getirilmemesini, örf, âdet ve geleneklerinin engellenmemesini istiyor. Ve biliyor ki, bu beklenti ve istekleri karşılandığı zaman mutlu, huzurlu, güvenli olacak. Ve görülüyor ki, bunlara özen gösterilmesi hâlinde ancak ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olunacak.
Bastırmakla, sindirmekle yol alınıyor görülse de, küçük dertler zamanla kangrenleşmiş yaraya dönüşüyor. Bugünün geçici, tutarsız, yanlış çözümleri yarının büyük problemi oluyor.
Bırakın, su mecrâsını bulsun. Bırakın, tabiat hükmünü icrâ etsin. Bırakın, sevildiğini, sayıldığını, güvenildiğini hisseden insan serbest kalsın.
İnsan korkutmakla değil, önüne eşit fırsat ve imkân vermekle gelişir; kendisine hatâ yapma hakkı tanındığı zaman onlardan arınır; potansiyel suçlu olarak görülmediği vakit özgüveni artar.
Bir gücün, milletin iç barış anlaşması demek olan anayasayı kendine göre dizayn etmesinin kabul edilmezliği bugün bütün taraflarca anlaşılmıştır. Mesele, bu üç maddenin içindekilerden ziyâde onlara niçin dokunulmuyor olmasında yatmaktadır.
6. maddeye göre egemenlik kayıtsız şartsız milletin ise, ortadaki tek aslî unsur milletse, son karar merciinin de kendisi olduğunu, gücün değil ancak seçimle gelen vekilliğin meşrû görüldüğünü anlamanın zamanı çoktan gelmiştir.
‘Hiç kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.’ Kullanırsa, bu Devlet yetkisi değil, gayrimeşrû bir yetki olur.
Devlet denen aygıt yasama, yürütme, yargı diye üçe bölünmüş ve bunlar da kendi aralarında alt bölünmeye gitmiş, işbölümü yapmışlardır. Bunların içinden hiçbir kimse veya organ tek başına Devlet değildir. Hepsinin toplamı devlettir. Dolayısıyla, 5. maddedeki ‘Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak sûrette sınırlayan siyasî, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak’ gibi Devletin temel amaç ve görevleri tek başına TSK’ya ait değildir. Onun kadar Hükümete, valiye, belediyeye, RTÜK’e, DSİ’ye, velhâsıl Devleti teşkil eden bütün kişi ve kuruluşların tamâmına düşmektedir.
‘Devlet benim’ sözü, 16. Louis’de son bulmuştur.
Devlet o çarkın içindeki herkestir.
O herkes de milletin efendisi değil, hizmetkârıdır.
Çetinoğlu: Pek çok maddesi değiştirilmiş olmakla birlikte yürürlükteki 1982 Anayasası’nın gereğinden çok otoriter olduğunu belirtiyorsunuz…
Adalı: 1982 Anayasası bir kere Başlangıç’ından itibâren kalıbı dar tutmuştur. Serbestiyeti değil, otoriterliği tercih etmiştir.
Evrensel hukuk kuralları daha başta mikro milliyetçilik anlayışı, bir kısım ilke ve inkılaplar, demokratik olmayan Cumhuriyet ve özellikle bu güne kadar çok yanlış yorumlanan lâiklik uygulaması yüzünden ikinci planda kalmış, 90. Maddedeki, ‘Usûlüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası anlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz’ ifâdesiyle de bu anlaşmalar Anayasa altı mevzuat hükmü olarak görülmüş, böylece metin içe dönük, baskıcı, vesâyetçi bir niteliğe bürünmüştür.
Temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılması başta ilgili her maddesinde kamu yararı, kamu güvenliği, millî güvenlik, kamu düzeni, genel ahlâk, genel sağlık gibi hayli muğlak ve yoruma müsâit sebeblerle yapılırken, 2001 yılındaki değişiklikle yumuşamaya gidilmiş, 13. maddeyle keyfîliğe ve genişliğe müsâitlik kısmen azaltılarak ‘Bu sınırlamalar Anayasamızın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.’ hükmü getirilmiştir. Ne var ki, 2. maddede vurgulanan Türkiye Cumhuriyeti’nin aynı zamanda demokratik ve sosyal olma vasfı göz ardı edilerek sınırlamanın sınırlanması yalnızca lâikliğe bağlanmış, insanlar dar bir atmosferde yaşamaya mecbur bırakılmışlardır.
66. maddedeki Türk babanın veya Türk annenin çocuğunun Türk sayılması, mefhûmu muhâlifinden, Türk olmayan babanın veya Türk olmayan ananın çocuğunun Türk olmayacağını, binaenaleyh, Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür hükmünün de boşta kaldığını göstermektedir.
Demek ki, Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olanlar arasında kendisini Boşnak, Roman, Laz, Çeçen, Gürcü, Fransız, İngiliz, Alman, Fars yâhut Arap gören, sayan veya hisseden varsa, hâlâ niçin bütün vatandaşların sâdece ve yalnızca Türk ana-babadan doğduğu iddia edilmekte, Türk’ün dışında ‘başka ana-babadan doğdum’ deme hakkı neden zorla elinden alınmaktadır? vs…
Çetinoğlu: Yeni bir Anayasa’ya ihtiyaç olduğunu belirtiyorsunuz. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin onayına sunulacak taslağı, hangi şartlara sâhip ve kaç kişiden oluşan bir heyet hazırlamalı? Bu heyet nasıl teşkil edilmeli?
Adalı: Evet, Yeni bir Anayasaya ihtiyaç, zarûret ve hattâ mecburiyet vardır. Artık bu elbise bu bedene uymamaktadır.
Bu güne kadar yeni Anayasa yapma hakkı sâdece kuvvet kullanıp darbe yapanlara âit görülmüş, aynı şartlarda seçime girdiği halde bir türlü milletin gözüne girmeyi becerememiş bâzı çevreler haksız rekabeti tercih ederek arkasını silahlı bir güce dayamak suretiyle iktidar olmanın meşru kaynağını milletin tercihinin dışında aramışlardır.
Yapılacak iş, özellikle sivil toplum kuruluşları, üniversiteler, çeşitli meslek teşekkülleri gibi milletin sesini duyuranlarca hazırlanan taslakların, her kesimce söylenen, yazılan fikirlerin geniş bir Meclis komisyonunda müzâkere edilmesi, demokrasinin menfaatlerin çatıştığı, lâkin neticede uyum sağlandığı bir rejim olduğu gerçeği karşısında, çoğunluğa ve azınlıklara âit çıkarların olabildiğince korunduğu, herkesin kendisini içinde bulduğu bir Anayasanın TBMM’nce karara bağlanmasıdır.
İşte o zaman ortaya gereksiz aracılar girmez, 6. maddedeki ‘egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ hükmünden meşrûiyetin tek kaynağının millet olduğu gerçeğine ulaşılmış olur.
Çetinoğlu: Başkanlık sistemi üzerine yapılan tartışmalar daima ‘İyidir-Kötüdür’ kısır döngüsünde gelişiyor. Uygun görürseniz, konuya farklı yaklaşalım:
Başkanlık sisteminin içerdiği fırsatları ve tehlikeleri 5’er veya 10’ar madde hâlinde sıralar mısınız?
Adalı: a) Başkanlık sisteminin Türkiye için içerdiği fırsatlardan bâzıları şunlar olabilir:
-Bu konuyu aydınlatabilmek için ilk soru, altmış küsur yıldır işleyen bir parlamentarizmde Türkiye sosyo-ekonomik olarak iyi bir noktaya geldi, önemli dertlerini çözdü, bilhassa berâber yaşama azim ve iradesini güçlendirdi mi?
Bugün eğer iç barışın temin edilememiş olmasında mutâbıksak, parlamentarizm üzerinde bu kadar ısrar etmenin mânâsızlığı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
‘Yapılacak şey, ya parlamentarizmin aksayan yönlerini tâmir etmeli veya bunu beceremiyorsak, Başkanlık sistemini denemeliyiz’ diyenler çoğalmaktadır. Çünkü sistemin özünden kaynaklanan bir takım güçlükler var. Kuvvetler ayrılığı kâğıt üzerinde duruyor. Asıl ayrım yürütme ve yargı arasında. Aşırı parti disiplini, baskısı, sultası sebebiyle yasama, Hükûmetin güdümüne girebilir, bir milletvekili Hükümeti veya bir Bakanı kolay kolay tenkid edemez, bir işâretle parmak kaldırıp indiren hâlini alır. Zîrâ, aykırı davranma tekrar seçilememeyi garanti (!) eder.
Başkanlık sisteminde parti hegemonyası fazla olmayacağından milletvekili etkili bir yasama faaliyeti gösterebilecektir.
-Parlamenter sistemde milletvekili seçilebilmenin mâliyeti hayli yüksektir. Bunun telâfisi için salt yasama işi yerine, çoğu zaman iş tâkipçiliği yapılmaktadır. Başkanlık sisteminin vekili ise kendini Meclis görevlerine daha çok verecektir.
-Başkanlık sisteminde Bakanlar Meclis dışından seçildiklerinden daha teknokrat, daha tarafsız ve daha faal olacaklardır. Bakan olan milletvekilinin vekilliği düşecektir.
-Parlamenter sistemde seçmen partiye oy verdiğinden, kim olursa olsun, aday seçilmiş olacaktır. Başkanlık sisteminde seçim tarzı değişecek, oylar yerini bulacak, çünkü seçmen doğrudan tanıdığı adaya oy verecek ve istediği kişiyi seçmiş olacaktır.
-Başkanlık sistemi milletin vekillerine, parlamentoya, millî irâdeye önem verir; istikrarlı hükûmetler kurulmasına ve belli zaman sonra görevden ayrılmaya, dolayısıyla verimli hizmet görülmesine yol açar, belirsizlikleri azaltır.
-Nüfusumuzun homojen olmayışı, mezhep, ırk ve dünya görüşü farklılıkları toplumda çalkantı ve çekişmeler meydana getirmekte, bunlar parlamentodaki görüşmeleri kavgaya dönüştürmekte, kanun yapımı sürecinde her türlü legal-illegal engellemeleri ortaya çıkarmaktadır. Başkanlık sistemi ise bizim gibi ülkelerde daha birleştirici olabilmekte, milletvekilleri noter durumundan çıkmakta, hükümetleri daha güçlü ve tesirli denetleyen mekanizmanın bağımsız parçaları olabilmektedir.
-Parlamenter sistemde koalisyonlar devri çoğu zaman kaybedilen yıllar mânâsına gelmekte, Başkanlık sistemde bu tip dönemler hemen hemen hiç olmamaktadır.
b) Başkanlık sisteminin Türkiye için getirebileceği tehlikelerden bâzıları şunlar olabilir:
-En çok yapılan tenkit, Başkanın ileri yetkilerle donatılmış olmasının kendisini lâyüselliğe, oradan
diktatörlüğe geçirecek yetkilerle donatılabilecek olmasına dâir vehimdir. Halk tarafından seçilecek Başkanın icrâ anlamındaki yetkilerini hükûmete danışmadan kendi başına kullanabileceği endişesi, bilhassa muhalefet cephesinde derin bir korku oluşturmaktadır. Parlamenter sistemde mutlak güce erişemeyecek iktidarın Başkanlık sisteminde buna kolayca ulaşabileceği zannedilmektedir.
-Sistem her zaman başkan lehine değildir. Parlamentoyla dengeli ilişki kuramazsa yürütme organı ve kendi imajı zedelenecektir. Aksine, kendine yakın bir parlamento teşekkül ederse, yürütme diğer iki organın üstüne çıkabilir. Sistemin iyi işleyebilmesi bağımsız ve tarafsız bir yargıyı, güçlü bir muhalefeti, kuvvetli bir sivil toplum teşkilatlanmasını, doğru haber veren, vicdanî yorum yapan, etik kurallara uygun bir medyayı, Amerikan tarzı siyasî ve idarî yapılanmayı, yeni bir seçim sistemini gerektirir.
-Tek adama dayalı idâre merkeziyetçiliği körükleyebilecek, ademimerkeziyetçiliği zayıflatabilecektir.
-Denenmemişi denemek bir mâceraya atılmak demektir. Tam anlamıyla ve bütün kurumlarıyla yerleştirilmezse Dimyat’a pirince giderken eldeki bulgurdan da olunabilir.
-Toplumumuzda güçlüden yana olma, hatta güce tapma olgusu uzun zamandan beri kuvvet kazanmaya başlamıştır. Bu psikolojik eğilim dolayısıyla kudretli ve karizmatik Başkana yakınlaşmalar daha çok artabilecek, onun çevresinde olma daha çok rant ve menfaate tahvil edilebilecektir. Bunun bir diğer mahzûru, daha fazla suskunlaşma, söz dinleme, eleştirisizliktir; kudretli kişi görevden ayrılınca saf değiştirmenin, ikiyüzlülüğün, çifte standardın ortaya çıkması ihtimalidir. Türk insanı demokrasinin en önemli göstergelerinden olan kendini ifade edebilmeyi, düşündüğünü söyleyebilmeyi daha yeni yeni tatmaya başlamıştır. Kakafoniye de dönüşse, bütün sakıncalarına rağmen, olgun bir adaba ve seviyeye ulaşana kadar insanımız konuşabilmelidir. Bunun, Başkanlık sistemine nazaran güçlü bir parlamenter düzen içinde daha rahat gerçekleşebileceğine inanıyorum.
Çetinoğlu: Başkanlık sistemi Türkiye’nin bünyesine uyar mı, hangi sebeplerle?
Adalı: Başkanlık sisteminin Türkiye’nin bünyesine uyup uymayacağını bu merhalede söyleyebilmenin zor olacağını zannediyorum. Sosyo-politik ve sosyo-ekonomik şartların belirleyiciliği önem arzediyor. Öncelikle Başkanlık sisteminin geçerli olduğu ülkelerin olumlu ve olumsuz tarafları mukayeseli olarak incelenmeli, onların sâdece işimize gelen taraflarını alıp kendi içinde bir bütün olan sistemi kuşa çevirmemeliyiz. Türkiye bu konuda önemli bir adım atmış, 31.06.2007 tarih ve 5678 sayılı kanunla Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi usulünü benimsemiştir.
Çetinoğlu: Bu açıklamaları yeterli bulmayanlar için hükmünüzü bir cümle ile ifade etmeniz mümkün mü?
Adalı: Aynı hükümet sistemi farklı ülkelerde farklı uygulanmakta ve farklı neticeler vermektedir. Hangi ülke sisteminden veya karmasından nasıl yararlanılacağını anlamak için epey bir zaman geçmesi gerekmektedir.
Konu, siyaset ve akademi çevrelerinde ve tam anlamıyla kamuoyu nezdinde daha çok tartışılmaya müsaittir.
Çetinoğlu: Denilebilir ki Türkiye’de aynı seçim kanunu ile arka arkaya iki seçim yapılmadı. Sık sık Seçim Sistemi’nde değişiklik yapılıyor. Değişiklikleri millet ve devlet menfaatleri mi gerektiriyor, başka sebepler var ise, neler olabilir?
Adalı: Dediğiniz gibi, Oğuz Bey, uzun yıllar boyunca iktidarlar, eğer çoğunluk bulabiliyorlarsa, seçim kanunlarında kendi lehlerine olarak istedikleri zaman istedikleri değişiklikleri yapma temâyülü gösterebiliyorlardı. Bunun mahzurlu olduğuna ve her siyasî aktöre zaman içinde zararı dokunduğuna müştereken kanaat getiren devrin iktidarı 3.10.2001 tarihli 4709 sayılı Kanunun 24. maddesiyle 67. maddeye eklediği, ‘seçim kanunlarında yapılan değişiklikler, yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanmaz’ hükmüyle keyfiliği bir miktar ortadan kaldırmış, lâkin aynı Kanunun Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na işlenemeyen geçici maddesiyle de ‘bu kanunun 24. maddesi ile Anayasanın 67. maddesine son fıkra olarak eklenen hüküm bu kanunun yürürlüğe girmesinden sonra yapılacak ilk genel seçimlerde uygulanmaz’ demek suretiyle istisna getirmiş, legal bir el çabukluğuyla eskisi gibi yine kendisine yontmuş, lâkin 2002 Kasım’ında yapılan genel seçimi kaybetmekten kurtulamamıştır.
Ama yine de, 67. maddeye eklenen son fıkra tutarlı ve faydalı olmuştur. Bundan sonra artık seçim sisteminde sıkça değişiklik yapma eğilimi herhalde görülmeyecek, bu yola ancak zarûrî hallerde gidilebilecektir.
Çetinoğlu: Türkiye genelinde uygulanan seçim barajının kaldırılmasının gerekçesi ve sonuçları konusundaki görüşlerinizi lütfeder misiniz?
Adalı: Türkiye genelinde uygulanan % 10’luk barajın kaldırılması değil de indirilmesi daha makûl olacaktır. Anayasa Mahkemesi’nin 2000’li yılların şartları içinde verdiği bir kararla iptal istemi ‘yönetimde istikrar, temsilde adâlet’ ilkesine uygun düştüğü gerekçesiyle reddedilmişken, bugün konunun yeniden tartışılması ülkenin menfaatine olmuştur.
Yukarıda sözü edilen ilke herhalde % 5-6’lık bir barajla da bu gün temin edilebilecektir.
Rakamın yukarıda tutulması temsildeki adâleti, aşağıda tutulması ise yönetimdeki istikrarı zedeleyecektir. Ne var ki, bu konu her zaman tartışılmaya da devam edecektir. Her parti meseleye kendi menfaati açısından bakmakta herhâlde haklıdır.
Çetinoğlu: Çok partili parlamenter sistemlerde çoğunluğun oylarını almış iktidarların ve onunla birlikte hükümeti denetleyen Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin meşruiyetlerini kaybetmesi söz konusu olabilir mi? Olabilirse, kim-kimler, neler yapma hakkına sahiptir?
Adalı: Olamaz. Yürürlükteki Anayasaya ve kanunlara uygun olarak yapılmış seçimlerle iktidarı elde edenler meşrû Meclis ve meşrû Hükûmetlerdir. Demokratik rejimin en bâriz vasfı, iktidarın seçimle belirlenmesinden çok seçimle gitmesinin teminat altına alınmasıdır. Seçimle gelen iktidar seçim dışı yolla gidiyorsa orada demokrasi tam işlemiyor demektir. Tersine, seçim dışı yolla gelen bir iktidarın seçim yoluyla gitmesi hâlinde orada bile demokrasinin işlerliğinden söz edilebilir.
İktidarı belirlemek veya sona erdirmek serbest, hür, genel seçimler dışında kimsenin hakkı değildir. Vesâyet yetkisi üstlenmek Anayasayı zorla değiştirmek demektir ve ağır cezâyı müstelzimdir.
Millete ve onun Meclisine tam demokrasilerde vasî tâyin etme kuralı yoktur.
Çetinoğlu: Konumuz dışında olmakla birlikte, gündemde tutulan bir konu hakkındaki görüşlerinizi istirham edebilir miyim? Abdullah Öcalan’ın muhakeme sürecinde hukuken eksik kalmış bir taraf var mı? Varsa nedir? Yoksa hüküm giymiş, hukukî süreci tamamlanmış bir mahkûmun, avukatlarıyla görüşme hakkına sâhip olması ve ‘şartlarının iyileştirilmesi’ istekleri hangi gerekçeye dayandırılabilir?
Adalı: Öcalan’ın muhakeme sürecinde hukûken eksik kalmış bir taraf yoktur. Hüküm giymiş, mahkûm olmuştur. Avukatlarıyla görüşmesi ve şartlarının iyileştirilmesi olağan dışı fiilî durumdan kaynaklanmaktadır.
Konu siyâsete bulaşmış hukukî bir süreçtir. İç ve dış baskı gruplarının meseleyi her an tâze tutma arzusundan doğan bir güncellik ve güvenlik söz konusudur.
Prof. Dr. SÂCİT ADALI
5 Mart 1945 tarihinde Isparta’nın Eğirdir İlçesi’nde doğdu. İlköğrenimini İstanbul Saraçhanebaşı İlkokulunda, ortaöğrenimini Vefa Lisesi’nde, yükseköğrenimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde tamamladı.
6 Temmuz 1966’da başladığı İçişleri Bakanlığı İstanbul Maiyet Memurluğu’ndan 21 Nisan 1967’de ayrılarak Millî Eğitim Bakanlığı (MEB) hesabına doktora yapmak üzere Fransa’ya gitti. Rennes Üniversitesi’nde 16 Ocak 1971’de Yönetim Bilimleri Dalı’nda, ‘Kamu Personelinin Verimliliğinin İyileştirilmesi’ konulu ihtisas doktorasını bitirerek yurda döndü. Kısa bir müddet MEB-Yükseköğrenim Genel Müdürlüğü’nde uzman olarak çalıştı. 30 Kasım 1971’de Erzurum Atatürk Üniversitesi İşletme Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nde öğretim üyeliğine intisâb etti.
1978 Haziranında Sakarya Devlet Mühendislik Mimarlık Akademisi İşletme Mühendisliği Bölümü’ne, 1981 Eylülünde Kocaeli Devlet Mimarlık Mühendislik Akademisi Endüstri Mühendisliği Bölümü’ne, 1985 Eylülünde de Marmara Üniversitesi – İktisadî İdarî Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü – Yönetim Bilimleri Anabilim Dalı’na geçti.
30 Aralık 1976’da ‘Doğuda Hizmet Gören Mülkî İdâre Amirleri’ konulu tezi ile Doçent, 23 Temmuz 1983’te ‘Katılmalı Yönetim’ konulu tezi ile Profesör oldu. Üniversite-Sanâyi-Kamu Kuruluşları İşbirliği çerçevesinde Devlet Planlama Teşkilatı, Devlet Bakanlığı ve çeşitli kamu kurumları ile ilgili bir çok proje çalışması ve hizmet-içi eğitim programını yürüttü; bâzı belediyelerde ve Kamu İktisadî Teşebbüslerinde reorganizasyon faaliyetlerine katıldı; DPT Mahallî İdâreler ve Spor Yönetimi Özel İhtisas Komisyonları ile Spor Şûrâsı üyeliklerinde bulundu.
150 civârında yüksek lisans-doktora-yardımcı doçentlik-doçentlik-profesörlük imtihanında jüri üyeliği yaptı; 13 doktora, 22 yüksek lisans tezi yönetti. Kamu Yönetimi – Personel Yönetimi – Yönetim ve Organizasyon – Spor Yönetimi – İdare Hukuku – Mahallî İdâreler – Ergonomi derslerini üstlendi; bu sâhalarda 6 kitabı, 120’nin üzerinde makaalesi yayımlandı.
Azerbaycan Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu ile merkezi İstanbul’da bulunan Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı beraberliğinde Bakü’de açılan Türk Dünyası İşletme Fakültesi Dekanlığı vazifesini 1 Kasım 1992’de üstlendi. Bu işi yürütmekte iken Yüksek Öğretim Kurulu’nu temsilen Cumhurbaşkanınca seçildiği Anayasa Mahkemesi Üyeliği görevine 9 Mart 1993’te başladı.
Bu görevi, yaş haddinden emekli olduğu 5 Mart 2010 tarihine kadar devam etti. 4 Kasım 2010 tarihinde Yüksek Öğretim Kurumu tarafından Turgut Özal Üniversitesi Hukuk Fakültesi dekanlığı onandı.