Mitolojiden Postmodernizme Yeni(den)leşme: Değişme ve Kadın -2

47

 

CİNSİYET VE BAZI GÖRÜNÜMLERİ

Cinsiyet doğuştan getirdiğimiz özelliklerden bir tanesidir. Kendine benzeyen varlıklar dünyaya getirebilmek açısından da değiştirilemeyen bir niteliğe sahiptir. Erkek ve kadın olmakla ilgili görüşlerden biri, biyolojik ve genetik açıdan meseleye yaklaşır ve doğuştan getirildiğini vurgular; bazıları ise insan davranışının, sosyal çevrenin yönlendirmesi ve bireye öğretilmesi ile aktarıldığını ifade eder (Güngör, 1995: 12-16).

Cinsiyetin kendisi doğuştan gelmekle birlikte, cinsiyet algılaması ve cinsiyet rollerinin öğrenilmesinin de içinde yer aldığı genel olarak cinsiyet kültürü, sosyalleşme sürecinde bireye aktarılır. Nitekim insanlardaki evliliğin, hayvanlardan farklı olması gibi. “Cinsel birleşme hareketi yalnız başına henüz bir evliliği oluşturmaz. Evliliğin geçerli olabilmesi için özel bir törenle onaylanması gerekir, bu da tabulardan ayrılan toplumsal bir olaydır. Burada kültürün, toplumsal onaylamanın ve iki birey arasında yeni ilişkiler kuran bir biçimin gerçek yaratıcı eylemi karşısındayız” (Malinowski, 1989: 147).

Böylece insanoğlunun yaratıcılığı sayesinde aile, cinsel ihtiyaç ve neslin devamının da içinde yer aldığı daha birçok ihtiyacın karşılandığı icat edilmiş bir kurum olarak karşımıza çıkmaktadır. Hayvanlarda evlilik cinsellikle başlayıp, gebelikle sonuçlanırken “insanlarda ise kültürel etkenlerin etkisi ile başlar, toplumsallaşmayla sonuçlanır ve toplumsal baskının çeşitli sistemleri sayesinde sürdürülür” (Malinowski, 1989: 148). Cinsellik içgüdüsel ve hayvanlarla ortak yönümüzü oluştururken, aile kültürel bir özellik taşımakta ve insana mahsus yönümüzü oluşturmaktadır.

Ancak günümüzde ailenin ekonomik bir birim olmaktan uzaklaştığı, evliliğin romantik aşk ve cinsel çekiciliğin üzerine temellendiği ve cinselliğin üremeden ayrıldığı, nihayet birliktelikle ilişkilerin arzulanır olduğu bir döneme eriştiğimiz ifade edilmektedir (Giddens, 2000: 70-73). Evlilikler yaşansa da boşanmaların en azından bazı toplumlarda ciddi boyutlara ulaşması, dünyaya çocuk getirmek hususunda isteksizlik ve çocuğun evlilik dışı ilişkilerde dünyaya gelmesi, evlilik yerine ilişkilerin daha çok tercih edilir olmasıyla “ailenin ölümü” gündeme gelmiş (Göka, 2002: 177), “çok evlilik çok boşanma” (Giddens, 2000:73) toplumu olarak nitelenmesine yol açmıştır. Cinselliğin üremeden ayrılması ile de homoseksüelliğin artmasına sebep olduğu iddia edilmektedir.

Kadınlığın mitolojik görünümleri olan Tanrıça kültünün hâkim olduğu neolotik dönemde kadının toplum hayatında merkezî öneme sahip olduğu ve inançların merkezinde de yer aldığı düşünülmektedir (Mann, 2004: 151-153). Ana tanrıçaların bereketi, zekâyı, yaratmayı üstlendiği; kadınların ise yeryüzünde benzeri rolleri ifa ettiği söylenmektedir. Ancak sonraki dönemlerde denetim ve iktidarın erkeklerin eline geçmesiyle bir taraftan ana tanrıça kültünün, öte yandan kadının toplum hayatındaki yerinin önemsiz hale geldiği bir döneme geçilmiştir. Bundan sonra Tanrı bile erkek olarak algılanmaya başlanmıştır (Naisbitt ve Aburdene: 131). Söz konusu değişim, kadının biyolojik özellikleri, doğurganlığı ve emzirme döneminin uzunluğuyla izah edilmektedir (Mann, 2004: 58).

Buradan hareketle kadının sözkonusu durumdan kurtulabilmesinin yolu olarak biyolojik devrimle doğurganlığın kadın bedeninin dışına taşınması teklif edilebilmektedir. Halbuki “kadının erkeğe eşit olması için doğurganlık gibi kadınsı özelliklerinden kurtulması gerektiğini iddia etmek, erkek kimliğinin kutsanması ve kadın kimliğinin inkâr edilmesinin dışa vurumudur” (Önür, 2004: 60). Ayrıca kadınların egemen olduğunun söylendiği dönemde de kadınların bu özellikleri taşıdığı -aksi takdirde biz torunları 6-7 milyara ulaşamazdık- hususu izahsız kalmaktadır. Ayrıca Semavî dinlerin erkek egemenliğini güçlendirici etkisinin varlığı da yukarıdaki paradigmanın söylemlerindendir (Türköne, 1995: 53).

SESSİZ YIĞINLARIN KONUŞAN YÜZLERİ

Öncelikle burada ifade edilenlerin şahıslardan değil, imajlardan hareketle ele alındığını ve kendisi ile ilgilenmenin dışına taşan ve kadını bir imaj, bir görüntü haline getiren makyajın kastedildiğini belirtmek isterim. Günümüzde kız çocuğu olmaktan yetişkinliğe geçişin göstergesi, daha çok kaşların inceltilmesi, makyaj yapmak ve topuklu ayakkabı giymek şeklinde belirmektedir.

Belki bunlar çok sıradan gelecek ama göstergebilimsel açıdan aşikâr ve sıradan olanda büyük anlamların yattığı ifade edilir. Yüksek topuklu ayakkabı giymek, erkeklerin kadınlara zorla kabul ettirdiği bir fikir değildir ama kadınlar bunu giyerler. Böylece bir taraftan erkeklere cazip gelen veya onlarda bulunmayan vücutlarının bazı kısımlarını daha görünür kılar ve onların onay ve beğenisine sunarken; öte yandan yürürken onların yardımına müracaat veya yardımını kabul ederek, kendi başlarına yürüyemeyecek kadar zayıf ve pasif görünürken, erkeklerin de daha güçlü görünmesine yol açmaktadır (Fiske, 1990:223).

Aslında çıplak ayakları ile rahat yürüyen kadınlar, topuklu ayakkabılarla fizikî güç ve çevikliğini sınırlandırmakta, erkeğin yardımına muhtaç hale gelmekte veya öyle gösterilmektedir. Böylece erilliğin güçlü ve yardım edebilen, dişilliğin ise zayıf ve yardıma muhtaç görünmesini sağlayarak, kadının ikincil konumda bulunduğu anlayışları yeniden güçlendirmektedir. Böylece erkek onaylayan ve muktedir konuma yerleştirilirken, kadın onaylatan ve ikincil konumunu içselleştirmekte ve yaygınlaştırmaktadır.

Kozmetik de kadınların ikincil kabul edildiği anlayışı, yaygınlaştırma vasıtası olarak kullanılmaktadır (Fiske, 1990:229-230). Bu şekilde kadınlar, göz ve dudağa yapılan aşırı vurgu ile nerdeyse göz ve dudaktan ibaret bir yüze indirgenmektedir. Göz hissiyatın, çocuksuluğun, endişe ve korkunun ifade edildiği bir organdır. Gözün üstünün ve altının abartılı çizilmesiyle yukarıdaki duygular veya bunları çağrıştıran görünüşle, akıl ve mantıktan ziyade sadece duygunun temsilcisi haline gelmektedir. Dudak ise gülmenin gerçekleştiği yer olması hasebiyle, bir taraftan yine duygusallığın altı çizilmekte, öte yandan yemeğe dolayısıyla yemeye işaret etmektedir. Aslında göz aşkın ışığını, dudak cinselliğin hararetini yansıtmaktadır. Göz üzerindeki abartılı müdahale aşkı gölgelerken, dudağa vurgu cinselliği ifşa etmektedir.

Erkek yüzünde ise ilk göze çarpan alın, burun ve çenedir. Çene, çizgi erkek kahramanlarda abartılı bir şekilde vurgulandığı gibi, gücün, iradenin, ne istediğini bilme ve bunu yapabilme kudretinin temsilcisi olarak görülür. Özellikle öne sarkmış ve yüzde hakim konumda yer alan burun, irade beyan etme ve -her işe burnunu sokmak ifadesinde olduğu gibi- iş yapabilmenin göstergesidir. Alın ise, beynin yüzdeki temsilcisidir: felsefenin, ahlâkın, düşünmenin, epistemolojinin kısaca entellektüalitenin yüze yansıdığı aynasıdır.

Yukarıda bahsedilen bütün çağrışımlarıyla alnın altını çizen kaştır. Estetik anlayışın dışına taşacak şekilde kadınların kaşlarını inceltmesi, alnı önemsiz hale getirmektedir.  Mona Liza tablosunda kaşların yokluğu, dönemin güzellik anlayışı ve o dönemdeki kadınların durumu dikkate alındığında, kaşın inceliği bir taraftan acziyetin ve yalnızca duygusallığın göstergesi haline getirilen göze daha geniş bir alan sağlamakta; öte yandan entelektüel kabiliyetin sahası olan alnın ihmal edilmesi ile sonuçlanmaktadır.

Üstelik kaş çatmak, söze bile gerek bırakmayan bir tavır olduğundan, ortada çatılacak kaş kalmamakta, sözü güçlendiren ve hatta ona gerek bırakmayan bu tavırdan kadını ya mahrum ya da en azından cılız bırakmaktadır. Kaşın yok denecek kadar ince olması yetmiyormuş gibi, bazen de kadın cinsinin sembolü haline gelen uzun saçtan bir tutam alnı kapatmakta, hatta gözün üzerine düşerek, alnı ihmal edip, göze işaret eden bir ok haline gelmektedir.

Kozmetik yardımıyla, iyice görünür kılınan dudaklar, kafi gelmiyormuş gibi, bir de silikon desteği ile yüzün hakim unsuru haline getirilmektedir. Erkeklerde bıyık, iş yapmanın, dolayısıyla fail olmanın simgesi olan burnun altını çizmekte, böylece yaşamak için yemeyi hatırlatan dudağı önemsizleştirmekteyken; beri tarafta kadınlarda, yemek için yaşamayı çağrıştıran, inadına abartılmış, kontrol etmek ve hakimiyet sağlamaktan zorluk çekilen silikonlu dudaklar önemle vurgulanmaktadır.

Böylece bu tablo “fiilinin faili” olan “özne” erkeklerle, kendilerini başkalarının beğenisine sunan, onların iktidarını gönül rızası ile kabul eden ve yücelten “nesne” kadınlar şeklinde okunabilir. Sadelikten ve tabiilikten taraf olanlar da şeffaf makyaj malzemeleri ile tüketime dahil edilerek, klasik kölelikten, tüketim köleliğine mahkûm edilmektedir.

Tüketimin hedef kitlesi, ürünü ve misyoneri olan bu imaj, erkek hakimiyetine ram olmanın albenisi bol makyajlı takdimidir. Bu durum demokratikleşme, kişisel tercih, kendine ve başkasına saygı ile ilişkilendirilerek, karşı konulamaz bir hale getirilmeye çalışılmaktadır. Üstelik ilahe, tanrıça, idol, starlık gibi nitelendirmelerle bu imaj model olarak sunulmakla hem içselleştirilmesine hem de yaygınlık kazanmasına ve doğal görünmesine zemin hazırlanmaktadır.

Bahsedilenler çerçevesinde bu durumu, kadının ikincil konumunun yeni bir üslupla ve kendi rızalarıyla garanti altına alınması şeklinde okumak mümkündür. Benzeri bir şekilde, farklı bir zaman ve boyutta ama çok farklı olmayan bir tabloyu yunan mitolojisinde görebiliriz. Nitekim Campell’e göre (1992: 138) Yunan mitolojisinde dişinin mükemmelliğini Hera, Athena ve Afrodit sembolize eder: Hera sadakati, Athena mükemmel erkekleri esinleme yeteneğini, Afrodit ise biçim güzelliğini vurgular. Bu arada ilk güzellik yarışmasının da Hile tanrısının yardımı ve Paris’in onayıyla Afrodit’in kazandığını belirtelim.

Devam edecek…