‘Milletimize hizmet edecek insanların, milletimizin değerleriyle barışık olması gerekir.’

115

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. MAHMUT ARSLAN ile sosyoloji ilmi, işlevleri ve insan-toplum ilişkileri üzerine konuştuk.

Oğuz Çetinoğlu: Sosyoloji ilminin ilgilendiği konular hakkında bilgi verir misiniz?

Prof. Dr. Mahmut Arslan: Sosyoloji ilmi çağımızın ansiklopedik ilimlerinden biridir. Sosyolojinin insanın olduğu, insan ilişkilerinin doğduğu her yerde vardır. 
Çetinoğlu: Şöyle diyebilir miyiz? ‘İnsanı ilgilendiren her konu sosyoloji ilmini de ilgilendirir.’ 
Arslan: Aynen öyle. Batılıların ‘humaniter’ dedikleri insanî ilimlerin hemen hemen tamamını içine alan ansiklopedik bir sahası var. Fakat bunu derli toplu hale getirmek için mesela sosyoloji bir takım sosyal ilimlerle köprü alanlar oluşturmuş. Hukukla Hukuk Sosyolojisi, iktisatla İktisat Sosyolojisi, sanatla Sanat Sosyolojisi, edebiyatla Edebiyat Sosyolojisi… Böyle disiplinler arası birtakım araştırmalara soyunmuş. Sosyoloji aslında bu ilimlerle olan o sınır noktalarındaki karanlık alanı da araştırmak istiyor. Çünkü bir sosyal ilimden öbürüne geçtiğiniz zaman arada birtakım net olmayan, karanlık noktalar kalıyor. Sınır problemleri. Sosyolojinin büyük çeşitlerini bu sosyal bilimlerin sınırlarında yapıyor bugün. Aslında iktisat biliniyor. Sosyoloji de metot olarak iyi kötü biliniyor. Fakat mesela bir sosyal psikoloji yani sosyolojiyle psikoloji arasındaki o karanlık alan o sınır problemleri ve en büyük üretkenlik, en orijinal buluşlar bu noktalarda yapılıyor. O yüzdendir ki bu disiplinler arasındaki çalışmalar sosyolojide şimdi son derece yaygın bulunuyor. Aile konusu… Aile Sosyolojisi yarı hukuk yarı sosyoloji ve böyle disiplinler arası çalışmaya doğru insanlar arası ilişkiler giriyor. Grup araştırmaları bir taraftan yapılıyor. Ayrıca Etnik Sosyoloji var, Din Sosyolojisi var. Din Sosyolojisi doğrudan doğruya dinler tarihindeki veya günümüzdeki dinlerin gerisindeki sosyal ilişkileri, refleksleri araştırıyor. Sosyoloji ilmi, dinlere karşı tarafsızdır. Sempatiyle de antipatiyle de yaklaşmıyor. Onları ilmî ve tarafsız bir yaklaşımla araştırıyor. Eğer sosyologlar belirli bir inanca belirli bir dine, mezhebe karşı bir zaafı varsa veya kendisi o dinin, o mezhebin müntesibi ise mümkün olduğu kadar arınmaya, soyunmaya çalışıyor. Eğer sosyolog bundan ne kadar arınıp sıyrılırsa, o kadar objektif bilgiler ortaya çıkıyor. Bir sosyologun gözünde kertenkeleye inanan ilkel bir kabilenin diniyle bir semavî din arasında bir fark yoktur. Çünkü ilim tarafsız olmayı gerektiriyor.
Çetinoğlu: Batılı toplum mühendisleri, Türk insanını ve toplumunu dönüştürecek projeler düzenleyip uygulamaya koyuyorlar. Türk milleti olarak bizim, biz kalarak gelişmemizi sağlayacak projeler hazırlanması, hangi bilim dalı uzmanlarının görev alanındadır?
Arslan: Elbette bu büyük ölçüde sosyolojinin alanına giriyor. Yer yer Hukuk Sosyolojisi’nin, yer yer Din Sosyolojisi’nin, yer yer Sosyal Psikolojinin alanına giriyor. Yani bir de diğer sosyal bilimlerle teşriki mesai yapmamız lazım. Sosyal hâdiseler bir bütündür. Veya çok yüzlü prizmaya benzer. Bir yönü iktisadîdir. Bir yönü dinîdir. Bir yönü sanatla ilgilidir, edebiyatla ilgilidir. Sosyal hâdise ortaya çıktığı zaman efendim hukuk hâdisesi, iktisat hâdisesi, din hâdisesi şeklinde oluşmaz. İç içe girmiş ve bütündür. 
Peki biz neden sosyal realiteyi kompartımanlara ayırıyoruz? Analitik olalım diye. Yani anlayalım diye. Önce unsurlarını bir ayıralım sonra onları bütünleştiririz. Ama realitede sosyal hâdise bütün bu prizmalar şeklinde iç içe ortaya çıkıyor. Biz sun’i olarak onları bir takım kompartımanlara ayırıyoruz. Ayrıca realiteyi bir bakıma parçalıyoruz. Yoksa olay tek bir olaydır. 
Çetinoğlu: Cevabınızın başlangıcında; ‘Bu dönüştürme ameliyesinin önüne geçecek metotları sosyologlar geliştirecek.’ Dediniz. Türkiye’de bu görev gerektiği şekilde ifa edilebiliyor mu?
Arslan: Edilemiyor. 
Çetinoğlu: Neden edilemiyor? 
Arslan: Türkiye’deki üniversitelerde 50’ye yakın sosyoloji bölümü var. Veya sosyal bilimlerle ilgili bir akademik kitle var. Şimdi burada bazı sosyologlarımız ki çoğunluktadır…. Mesela Amerikan sosyolojisinin veya Avrupa sosyolojisinin veya Avrupa’nın, Amerika’nın sosyal yapısından hareketle onun izdüşümlerini ülkemizde arıyoruz. Halbuki bu konuyu sosyolojinin sadece bir araştırma metodu olduğunu, bir metodoloji olduğunu, malzemesinin Amerikan realitesi, İngiliz, Fransız, Alman realitesi olabileceği gibi Anadolu realitesi de olabileceğini yani sosyal hadisenin Amerika’da mesela Amerikan üniversitelerinde; en büyük, en önemli tezler zenci-beyaz ilişkileriyle ilgili. Bizim realitemizde böyle bir mesele yok. Şimdi bu malzemeyi alıp Türkiye’ye uyguladığınız zaman hiçbir şey elde edemezsiniz. Çünkü o sosyolojinin malzemesidir. Yani bu metotla malzemeyi birbirinden ayırmak lazım. Sosyologlarımızın çoğu ayıramıyor. Mesela ben Boğaziçi Üniversitesi’ne gidip gelip oradaki sosyal bilimler mensuplarıyla konuştuğum zaman hayretle görüyorum ki kendi insanımızı, kendi kültürümüzü bilmiyorlar. Kendi kültürümüzden kopuk duruyorlar. 
Çetinoğlu: Bunu nasıl ve nereden anlıyorsunuz? 
Arslan: Koydukları seçmeli dersler var. Bir hoca var… Bütün yıl Fransız feodalitesini anlatıyor. Halbuki Fransa’daki feodaliteyle ilgili Fransız üniversitelerindeki kitaplıklarında binlerce yayın var. Türkiye’de Fransız feodalitesine yeni bir katkıda bulunulması mümkün değil. Türk insanına ne verecek? Ne verecek bu Fransız feodalitesi? 
Belki Anadolu’daki diyelim ki işte ayanlık, eşraflık efendim mütegallibe… Bu Anadolu’ya has terminolojinin gerisindeki realiteyi araştırmak gerekir. O zaman karşıda Türkiye’nin ekonomik ve sosyal tarihi çıkıyor. Bundan habersiz olanlar, Fransız sosyolojisinde feodalite çok geniş olarak inceliyorlar. Türkiye ile ilgili olarak; ‘Ortaçağ boyunca Anadolu’da devam etmiş birtakım feodal kalıntılar var.’ Denilip geçiliyor. Burada muhtevayla sosyolojinin metodu arasında birtakım durumlar var. Deniliyor ki Fransa’da olup biten Türkiye’ye de uygulanır, Çin’e de uygulanır. Dünyanın her yerine uygulanır. Sosyoloji evrenseldir demeye getiriyorlar. Zaten bizim bölümümüz gibi yerli sosyolojiyi yapanlarla biraz Amerika’dan esinlenip, Avrupa’dan esinlenip sosyoloji yapan kürsüler de birbirlerinden ayrılıyorlar. Onlarla bir araya geldiğimizde, anlaşamıyoruz. 
Çetinoğlu: Bu görevin yeteri ölçüde yerine getirilememiş olmasının sebebi seçilmiş ve tâyin edilmiş yöneticilerimizin sosyologlardan yararlanmamış olmalarının etkisi var mıdır? 
Arslan: Seçilmiş ve tâyin edilmiş yöneticilerin… Mesela tâyin edilmiş valinin, seçimle işbaşına gelmiş belediye başkanının sosyolog danışmanları olsa sosyologların görevi biraz daha uygulama imkânı bulunabilir miydi? Diye düşünüyorum. Bir siyasî partinin üst düzey yöneticisi, bizim meslektaşımız bir sosyologu kendisine danışman yaptı. O da birtakım anayasa projeleri hazırlıyor, araştırmalar yapıyor, sondajlar yapıyor, nabız yoklamaları yapıyor ve danışmanlık yapıyor bir sosyolog olarak. Şimdi bu sosyologun veya diğer partilerden… Milletin değerleriyle barışık olması lazım. 
Çetinoğlu: ‘Barışık olması lazım.’ Dediniz. Bu çok önemli bir tespit… 
Arslan: Barışıksa faydalı olabiliyor. Oluyor. Barışık değilse, milletin değerleriyle barışık bir sosyolog seçilmiş ve tâyin edilmiş yöneticilere danışmanlık yaparsa sosyologların görevi de ifa edilmiş olur neticesine varıyoruz. 
Çetinoğlu: Çok güzel.
İzninizle başka bir konuya geçmek istiyorum: Sosyoloji ilminin; toplum olaylarının nasıl oluşup geliştiğini yorumlamak dışında, olayların yönlendirilmesi ve problemlerin çözümü konusunda işlevi var mı?
Yâni sadece feodal yapı nedir? Târif edip bırakıyor mu? Yoksa sosyoloji ilmi bu feodal yapının Türkiye’nin hâlihazır durumuna ve geçmiş durumuna olumlu olumsuz etkileri ve olumsuz etkilerin ortadan kaldırılması için çözümler getiriyor mu? 
Arslan: Sosyoloji ilmini politikadan ayıran konu bu. Sosyolog sadece realitenin fotoğrafını çeker. O fotoğraf neyse odur. Bunu ancak aksiyon adamı, devlet adamı, politikacı alır ve kullanır. Ama o fotoğrafı da yorumlayacak tabi. Sosyolog yorum da yapar. Yani yorum yapma işlevi var. O yorumu politikacının benimsemiş olması lazım. Eğer sosyolog siyasete atılır, politik bir tercih yaparsa bunu Max Weber söylüyor: ‘Sistematik ve ilmî anlamda sosyologluğun dışına düşer.’ Yani sosyolog alternatif de gösterebilir. Bunu tercih etmek ve uygulamak politikacının işidir. Eğer sosyolog politikaya soyunursa ilim adamı olmaktan çıkar. Zaten bir tercih yapmıştır. Bu şuna benzer. Mesela, İktisadî Doktrinler Tarihi veya Siyasî Doktrinler Tarihi. Hocanın bir tercihi varsa sosyalizm, kapitalizm, liberalizm neyse, eğer bu hoca İktisadî Doktrinler veya Siyasî Doktrinler Tarihi’ni üniversite kürsüsünden anlatırken hocanın liberal, hocanın kapitalist, hocanın sosyalist olduğu anlaşılırsa o hoca tarafsız bir hoca değildir. Dersi de ilmî olmaktan öte bir propagandadır. Kürsüsünü âlet etmektedir. Profesörün kendi tercihi olacak tabi. Onun tercihi var mutlaka. Sandık başında belli olur. Fakat onu kürsüsüne, dersine mümkün olduğu kadar yansıtmaması gerekir. Biraz önce dinler tarihi için söyledim. Hocanın dini, mezhebi, inancı kendisinedir. Tercih yaptığı andan itibaren onun dışındaki inançlar, onun dışındaki düşünceler, onun dışındaki doktrinler bir tarafa itilir veya küçültülür. Mümkün olduğu kadar sosyologun ideolojiler ve doktrinler konusunda tercih yapmaması gerekir. Olanı olduğu gibi sergilemesi gerekir.
Çetinoğlu: Tarihsiz ve geleneksiz, örf ve âdetlerinden kopuk, dolayısıyla ahlak anlayışında çöküntüler bulunan insanların çoğalması ile toplumda ne tür değişikler beklenir? 
Arslan: Sosyolojinin malzeme deposu tarihtir. Her toplum bir yerden gelir, bir yere gider. Eğer toplumun geçmişini bilmezseniz gününü de anlayamazsınız gelecekle ilgili tahmin de yapamazsınız. O yüzdendir ki aslında tarih milletlerin hâfızasıdır. Nasıl ki bir insan Alzheimer veya parkinson dolayısıyla hâfızasını yitirdiği zaman nereden gelip nereye gittiğini bilmez. Tarihini bilmeyen milletler hafızasını yitirmiş insanlar gibidir. O bakımdan tarih son derece önemlidir. Zaten bu baştan iki tür sosyolog koydum ortaya. Bizde ultramodern Amerikan sosyolojisi ve Avrupa’da okumuş kişilerin en büyük eksiklikleri budur. Sosyolojinin tarihini bilirler. Avrupa Amerika tarihini bilirler fakat bizim tarihimizi, bizim nerden gelip nereye gittiğimizin bilgisi olmadığı için, yaşadığı dönemdeki Türk toplumunu görür ve yorumlarlar. Halbuki bu işin tarihi bir boyutu var. O tarih olmadan örfünüz, âdetiniz kendinizin kim olduğu, hangi aileye mensup olduğunuz yani şahsî düzeyde bakarsak bu bile ortadan kalkar. Kendinizi tanımanız için mutlaka tarihinizi çok iyi bilmeniz gerekir. Biz burada sosyolog olarak daha çok siyasî tarihten söz etmiyoruz. Ekonomik ve sosyal tarih üstünde müesseseler tarihi üstünde duruyoruz. Çünkü siyasî tarih bize göre sosyolog olarak denizin üstündeki ürpermeler gibidir. Onun zemininde sosyal, ekonomik, kültürel tarih vardır. Biz sosyologlar zaman zaman siyasî olayları ekonomik ve sosyal olayların sebebi zannederiz. Bu son derece yanlıştır. Batılı sosyolog Durkheim diyor ki: ‘Siyasî olaylar gölge olaylardır.’ Asıl gerçek sosyo-ekonomik ve kültürel olaylardır. 
Çetinoğlu: Bu gerçeklerin bilinmemesi toplumun gelişmesini ne yönde etkiler? Yâni nasıl bir toplum oluşur? 
Toplum, tarihî boyuttan mahrum ise, tarihini bilmiyorsa, tarih şuuru yoksa o toplum şaşkın bir toplumdur. Nereye gideceğini bilmez. Gelişmesi de hayatta kalması da mümkün olmaz diyebilir miyiz? 
Arslan: Evet, tabiî… Ayrıca gelecekle ilgili bir takım projeksiyonlar, tahminler, çıkarımlar, hedefler koyamaz. Çünkü nereden geldiğini bilmiyor, kendisini tanımıyor ve gelecekle ilgili projeksiyonlar yapamıyor. Determinist felsefenin bir nevi uygulaması… Yani dünden yarına intikal olayların birbirini takip etmesi meselesi…
Çetinoğlu: Sosyoloji bölümü mezunları Türkiye’de öğretim üyeliği ve lise öğretmenliği dışında hangi alanlarda çalışma imkânına sâhipler?
Arslan: İlgi çekici bir konu. Devlet planlamada mesela Sosyal Planlama Dairesi’nde çalışan bâzı mezunlarımız var. Türkiye’de sosyolog istihdamı veya sosyal araştırmayla ilgili birtakım şeyler kurma konusunda bir mevzuat bekleniyor. Biliyorsunuz şimdi ‘psikolojik danışman’ diye bir şey çıktı. Fakat bu mevzuat bir türlü çıkmıyor. Yani sosyoloji bir meslek olarak görülse bile mevzuatı yok. Eğer bu mevzuat siyasî partiler tarafından oluşturulursa sosyal araştırmalarla ilgili birtakım küçük küçük şirketler falan gibi şeyler ortaya çıkacak ve daha da yaygınlaşacak. Ve bunlara talep olacak. 
Çetinoğlu: Bu görüşme inşallah o mevzuatın hazırlanmasına bir vesile olur. 
Arslan: İnşallah.
Çetinoğlu: Sosyoloji ilminin, bizâtihî kendisi ile problemli olduğu söyleniyor. Bu durumu nasıl yorumlamak gerekir?
Arslan: Sosyoloji en geç ilim haline gelen, en güç bilim… 
Çetinoğlu: ‘Güç’ mü, ‘karmaşık’ mı? 
Arslan: Güçlüğün içinde karmaşıklık var. Güçlüğü, karmaşıklığından. 
Bakın kimyanın, fiziğin kanunları var. Müspet ilim onlar çünkü. Müspet ilim. Sosyoloji menfi ilim değil ama ispatı mümkün olan ilim de değil. O anlamda söylüyorum. Sosyolojinin kanunlar oluşturma özelliği son derece sınırlı. Bunun sebebi, sosyal olayları biz istediğimiz zaman istediğimiz kadar tekrar edemiyoruz. Yani deney yapamıyoruz. Mesela bir fizikçi laboratuarda tencereyi kaynatıyor. Üstüne soğuk bir cam koyuyor. Küçük bir model halinde yağmurum nasıl oluştuğunu istediği zaman, istediği kadar tekrar ediyor. Fakat sosyal olayları laboratuara sokmak son derece zor. Hele tarihî olayları. Yani Fransız İhtilali’ni yeniden yaşayamayız. Tahlilli örnekler göstermek suretiyle açıklamak mümkün olabilir. Olabilir ve bizim en büyük kaynağımız arşivdir. Arşiv malzemesidir. Ancak onlara dayanabiliyoruz. Sosyal bilimlerle ilgili elbette bir takım 3-5 tane de olsa kanunlar var. Mesela sanayileşmenin olduğu yerde mutlaka şehirleşme oluyor ve dünyada onun istisnası yok. Ve diyoruz ki: ‘sanayileşme sebep, şehirleşme sonuç’. Yâni bir sebep sonuç ilişkisi böylece kurabiliyoruz. Fakat dediğim gibi bu alan son derece genç bir alan ve saha çok karmaşık, çok faktörlü bir alan. Yüzlerce faktör işin içine giriyor. Yan faktörler var, ana faktörler var. Bütün bunların bir sentezi bir bileşkesi hâlinde sosyal olay ortaya çıkıyor. Bu temel faktörleri, yan faktörleri ayıklamak analiz etmek son derece zor bir iş. Yâni sizin de buyurduğunuz gibi karmaşık bir alan. Tabi sanayileşme aynı zamanda şehirleşmenin dışında medenîleşmenin de bir şartı. Tabi o da ayrı bir konu. Mesela, sosyolojik çağdaşlaşma deniyor. O da sosyolojinin ilgi alanında.
Çetinoğlu: Sosyolojinin topluma ve toplumu oluşturan kişilere sağladığı somut faydalar hakkında neler söylemek istersiniz? 
Arslan: Eğer sosyolojik araştırma sistematik, metodik yapılmışsa ve gerçekten araştırıcı, objektifse her türlü değer yargılarından arınmışsa araştırmaya peşin hükümlerini katmaması halinde bu topluma tutulmuş bir aynadır. Ve toplumun geleceğini tanzim eder. Yani iyi taraflarıyla, kötü taraflarıyla, yanlışlarıyla, doğrularıyla topluma ve kişiye tutulmuş bir aynadır. 
Çetinoğlu: Fransız matematikçisi Henri Poincare sosyolojiyi; ‘Çok metotlu, az sonuçlu ilim’ olarak vasıflandırıyor. Bu değerlendirmeyi değerlendirir misiniz?
Arslan: Şöyle değerlendirebiliriz. Henri Poincaré yaşadığı dönemde sosyoloji daha yeni çıraklık dönemini yaşıyordu. Fakat sosyolojinin çıraklık döneminin en önemli hastalığı şuydu veya yanlışı. Sosyal bilimleri, tabiat bilimleri temeline göre yapmak. Biyoloji temeline göre. Yani tabiat kanunlarına göre… Mesela Karl Marx da bu hatâya düştü. Zannettiler ki, Friedrich Engels nasıl bir sebep bir sonucu doğuruyorsa tabiatın diyalektiği, determinizmi sosyal bilimlerde de bu mümkün. 
Halbuki bu alan yani sosyal olaylar neden-sonuç ilişkisi sonucunda ortaya çıkmaz. Nedir o zaman? Fonksiyon ilişkisi. Yani bir neden bir sonucu doğurur, o değişen sonuç tekrar sebebi etkiler. Bugün sosyolojinin kullandığı metot karşılıklı etki-tepki, karşılıklı bağlılık ve fonksiyon ilişkisidir. Poincaré’nin zamanında sosyal bilimlerdeki metot da zayıftı, çağında söylediği bu söz son derece doğru. Ama o gün için geçerli. Dolayısıyla o dönemde sonuç alınamıyordu ama bugün gelişmeler sağlanınca sosyoloji… Tabi sosyal bilimlerde metot ve metodolojide olağanüstü gelişmeler çıktı. 
Bakın size çok ilgi çekici bir şey anlatayım. İnsan tercih yapan bir yaratıktır. Zevkleriyle, güzel ve çirkin arasında, doğruyla yanlış arasında tercih yapan insanlarız biz. Halbuki doğadaki kanunlar kör kanunlardır. İstisnası yok. Şimdi karşınızda irâde sâhibi, tercih sâhibi bir insan ve bundan oluşan gruplar toplumlar varken bu toplumun nerde, ne zaman ne yapacağını bilmek son derece zordur. Şimdi böyle olunca sosyolojinin zâten alanının güçlüğü buradan ileri geliyor. Soru neydi? 
Çetinoğlu: Sosyoloji çok metotlu az sonuçlu ilim deniliyordu… 
Arslan: Onun sebebini açıklamış olduk. O zaman metotlar bugünkü gibi gelişmiş değildi. O günün şartları içersinde yapılan bir değerlendirme diye değerlendirdik. Yani en büyük güçlüğümüz de insanın irâde özgürlüğünün olması. Bunu inkâr eden sosyologlar da var. Yâni bazı sosyologlar diyorlar ki; ‘Nasıl bir çakıl taşını gökyüzüne attığınız zaman o çakıl taşı düşerken düşünebilseydi kendi hür iradesiyle düştüğünü zannederdi.’ Diyor. ‘İnsan da aslında hür değil, kendini hür zannediyor.’ diyenler de var. Bunlar katı determinist görüşler. Ama sosyoloji bugün biliyor ki, insan tercih yapmayı bilen bir yaratık. Bugün çıkınca tiyatroya da gideriz, sinemaya da gideriz, eve de gideriz. Yani insanın nerede, ne zaman ne yapacağını bilmek zor olunca projeksiyon yapmak, tahmin yapmak, gelecekle ilgili çıkarımlarda bulunmak son derece zor. Zaten sosyal bilimlerdeki metodun en büyük sıkıntısı da burada. Yıllar önce bir Fransız sosyolog gelmiş buraya. Hüseyin Nail Kubalı, Paris Üniversitesi’nden George Gurwitch’i getirmiş. Bu adamın burada verdiği 6 adet konferans var. Konferansın konusu: Sosyal Bilimlerde İnsan İradesinin Özgürlüğü… Bu sosyal bilimler alanında hâlâ aşılmış düşünceler değildir. Bunu Hukuk Fakültesi dergilerinde yayınlamış. Bulup okudum. Yani gerçekten sosyal bilimler geliyorlar, geliyorlar bu insan iradesinin özgürlüğü devreye girdiği zaman… İslam’da biliyorsunuz irade-i cüziye, irade-i külliye meselesi var. Aslında onun sosyal bilimlere yansımasıdır. İslam’daki bu teorinin sosyal bilimlere yansıması… Tabii. Yâni irade-i külliyeyi İslam felsefe tarihine baktığımız zaman eğer irade-i külliye diye bir şey varsa ‘Ben bütün yapıp ettiklerimden, cinayetlerimden, hırsızlıklarımdan sorumlu değilim. Zaten Tanrı bütün bunları benim yapabileceğimi bile bile beni yeryüzüne göndermiş. Eğer gerçekten külli irade bir kader, alın yazısı varsa o zaman ben yapıp ettiklerimden sorumlu değilim.’ Diyen filozoflar olmuş. Ama öyle bir düşünce inançsızlığın göstergesi olarak da değerlendirilebilir. Yani bu tartışılmış. Aslında Gurwitch’in bu tezi İslam felsefe tarihinde tartışılmış bir konu. Eğer irade-i cüziye varsa ki biz var olduğuna inanıyoruz. Yani Allah diyor ki, ‘Ben seni yeryüzüne gönderiyorum, sana da akıl denilen bir kılavuz veriyorum. İşte bak şu doğru yoldur, bu eğri yoldur.’ Bütün öğretilerde de doğru yolu gösteriyor. Sadece İslamiyet’te değil, semavi dinlerin diğerlerinde ve Konfiçyüzm’de, Budizm’de ve diğerlerinde de hiçbir inanç kültürü insanlara kötü bir şey tavsiye ermemiştir. Hiçbirinde ‘Adam öldürün’ diye bir tavsiyede bulunmamış. Eğer siz bütün semavî dinlerin peygamberlerini ki İslam bütün peygamberleri kabul ediyor. Eğer aynı kaynaktan aynı ilahî irâdenin yeryüzündeki yansıması olarak görüyorsanız bu son derece doğrudur. Demek kaynak aynı. Yani irade-i cüziye varsa ki Gurwitch; ‘Vardır.’ Diyor. İslam felsefesinde birçok filozof bunu söylüyor. Biz yapıp ettiklerimizden sorumluyuz. Yapıp ettiklerimizden sorumluysak biz hürüz. Yani bir hürriyet alanımız var. İnsanı sonuca götüren de irade-i cüziye. 
Çetinoğlu: Çok basit benzetmeyle şöyle diyorlar: ‘Bu binaya elektriğin gelmesi irade-i külliyedir. Bizim dışımızda bir olaydır. Fakat elektriğin düğmesini çevirip burayı aydınlatmamız irade-i cüziyedir.’ 
Arslan: Evet, güzel bir örnek. Yalnız şu var ki insan eğer hür bir yaratıksa, aklıyla tercihler yapıyorsa sosyolog olarak bizim işimiz daha zor oluyor. Karl Marx işin biraz kolaylığına kaçmış. Yani onlar diyorlar ki, ‘Sosyal kanunlar, tarihin kanunları o kadar güçlüdür ki insan kendini hür zanneder, hür değildir.’ Asıl tarihin kanunları tâyin edicidir. 
Prof. Dr. MAHMUT ARSLAN
1969 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nden ‘Roma İmparatorluğu’nda Mülkiyet Müessesi ve Bizans’ın Osmanlı Toprak Rejimine Etkisi’ adlı lisans teziyle mezun oldu. Yan dal olarak seçtiği Felsefe Tarihi çerçevesinde Antik Yunan Felsefesi, Orta-Çağ Felsefesi ve Aydınlanma Felsefesi ile ilgili konuları ve filozofları inceledi. İktisat Fakültesi’nden aldığı Sosyal Siyaset sertifikası çerçevesinde ise Sendikacılık, İş Hukuku, İstihdam ve İşgücü, Kooperatifçilik, Sosyal Güvenlik gibi derslere, iki yıl da Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nün derslerine devam etti. Bir yıl kadar da Goethe Enstitüsü’nün Almanca kurslarını tâkip etti. Mezuniyetten sonra dil imtihanını kazanarak doktora öğrencisi oldu. 1977 yılında Prof. C. Tanyol, Prof. A. Kurtkan, Prof. O. Arı, Prof. N. Göyünç ve Prof. T. Gökbilgin’den kurulu jüri önünde ‘Göçebelerde Sosyal ve Siyasî Kuruluş’ adlı tezini savunarak ‘Doktor’ unvanını aldı. 1978 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümünün açtığı dil ve bilim sınavım kazanarak adı geçen bölüme asistan oldu.
Asistanlığı döneminde Batı Almanya’nın Hamburg, Nürnberg-Erlangen ve Münich üniversitelerinde devlet felsefesi ve siyaset sosyolojisi ile ilgili inceleme ve araştırmalar yaptı.  1985 yılında Prof. A. Kurtkan, Prof. O. Arı, Prof. O. Türkdoğan, Prof. Ö. Ozankaya ve Prof. B. Gökçe’den oluşan bir jüri önünde; ‘Kutadgu-Bilig’deki Toplum ve Devlet Anlayışı’ adlı tezini savundu. 
Profesör olduktan sonra; Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Medikal Sosyoloji, Elazığ Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümünde, Florence Nightingale Hemşirelik Yüksek Okulunda Sosyolojiye Giriş; Mimar Sinan Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümünde Türk Sosyoloji Tarihi dersleri verdi.

Önceki İçerikBir de Kadroları Olsaymış
Sonraki İçerikMoskova Büyükelçisinden Türk vatandaşları da şikayetçi
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.