Mevlâna’nın Mesnevîsi (3)

98

Her şeyden önce, gördüğümüz ve hissettiğimiz varlıklara hikmet gözüyle şöyle bir bakalım. Önce, güneşe ve muntazam olan hareketine dikkat olunsun. Güneş kendinden habersiz bir cisim iken; her sene, her ayda, her günde mevsimlere göre belli olan vakitlerde, mevki ve yerlerde görünür.

Sonra, gece olunca sayısı milyonlara varan yıldızlara bakılsın. Astronomların, yıldız ve gök ilimleriyle uğraşanların söz birliği etmeleri üzere, yalnız dünyadan görünebilen milyonlarca yıldızların her biri tam bir düzen içinde büyük bir görev yapar.

Seri hareketlerinde biri birine zarar vermez. Hepsi itaatli hizmet ediciler gibi, belli ve düzgün bir şekilde tayin edilmiş zamana göre hareket ederler. Onları seyreden akıl sahipleri; bu durum karşısında hayret ederler. Devinim ve hareketleri o derece muntazamdır ki, meselâ yüz ve yüz elli sene sonra fezadaki bir yıldızın; çok geniş olan semanın hangi noktasında bulunacağı, astronomlarca kolayca bilinir.

Bununla beraber bu bilinen muntazam hareketleri yerine getiren semadaki yıldızların varlığı; dünyamız gibi (s. 19) tamamen cansız varlıklardan, akıl ve idrâk yâni algıdan mahrum ve yoksun zerre ve atomlardan meydana gelmiş cisimlerdir.

Bunlar, bu olağanüstü düzgün hareketi nerde buldular?

Bu büyük intizam Yaratıcılarının emri değil midir?

Yoksa ahmak inkârcının fikri gibi, tabiat vasıtasıyla ya da tesadüf ve raslantı çeşidinden olarak mı meydana geldi.

Derin bir fikir ile düşünüldükçe anlaşılır ki, âlemde görülen bu hayret verici düzen için “tesadüf” / raslantı ve “tabiat” sözleri aslında anlamsızdır. Her nasılsa dikkatsizliklerle ya da inatla kullanılır iki lâfız ve sözdürler. Çünkü dünya ve diğer gökteki yıldızlar; bütün kimyacıların ve filozofların söz birliği etmeleriyle anlaşılmıştır ki, aslında anlayış ve harekete kabiliyetsiz atomlardan meydana gelmiş cisimlerdir. Üstelik akıllı ve idrak sahibi / algı yeteneği olmadıktan başka vücut mayaları olan atomlar gibi, hareket ettirici olmaksızın hareket etmeye iktidar ve güçleri yoktur.

Toprak, taş ve diğer cansız varlıklar gözlerimizin önündedir. Harekete geçirici olmayınca, hareket edemezler. İnsanın bedeni bile en mükemmel terkip ve sentezlerden ibaret iken, parçalara ayrılsa, ayrı ayrı parçaların; harekete geçmeye güç ve iktidarları yoktur. Ancak hayatta yani canlı iken hareket eder.

Fakat bu hareket, eserleri meydanda olan ruh vasıtasıyladır. Ruh gidince hareket kalmadıktan başka; maddî / maddesel varlıkların en güzeli olan insanın bile bedeni unutulmaya mahkûm, ürkütücü bir varlık olur.

Zerre ve atomların harekete geçmeye güç yetirememeleri bahse değer bir mes’ele ve konu değildir. Bundan dolayı zerre ve atomlardan meydana gelen; rûh ve arzudan mahrum ve yoksun ne kadar cisim ve yıldızlar var ise, bunların; bir harekete geçirici olmayınca hareket eylemeleri kesinlikle imkânsızdır.

Bu cihet sabit olmuş iken rûh, akıl ve arzudan mahrum olan milyonlarca gök cisimleri; harekete geçiren olmadığı halde, nasıl akıllıca hareketler yapabiliyor? Harekete geçiren olmaksızın nasıl güçlü olabilir? Nasıl görülen ve bilinen hareketlerini yapabilir? Özellikle nasıl bu haldeyken yörüngelerini bulabildiler?

Bu hareket tesadüfen geldi, bu intizam tesadüfen bulundu denilirse, insaf olunsun ki bu bahiste tesadüf sözünü yalnız dil söyler. Ama akıl ve vicdan reddeder.

İnkâr edenler bile bir süreden beri tesadüfü hemen terk etmişler. Gökteki yıldızların düzgün bir şekilde olan hareketlerine sebep olarak şunu görmüşlerdir: Tabiatta olan genel kanunlar yani çekim kanunu ve hararet gibi şeylerdir, derler.

(Abidin Paşa’nın (1843 – 1908) “Terceme ve Şerh-i Mesnevî-i Şerif” adlı eserinden sadeleştirilerek alınmıştır.)

 

 

Önceki İçerikÇözüm: Tehcir Veya Mübadele!
Sonraki İçerikNezle mi, Yoksa Grip miyim? Nasıl Anlamalı ve Ne Yapmalıyım
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.