Meş’um İlk Adım !

98

 

Türkiye’de herhangi bir etnik grubun kimliğini  -resmen-  tanımaya atılacak ilk adım; Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısının bozulmasına, dolayısiyle Türkiye Cumhuriyeti’nin parçalanmasına da atılmış meş’um / uğursuz bir ilk adım olacaktır.

Böyle bir gaflet gösterildiği takdirde, bu iş orada kalmayacak, sırada bekleyen ve emareleri ortaya çıkmaya başlayan ve kendisini, şu veya bu etnik grubun mensubu sayan taifeler de aynı hak talebinde bulunacaklardır.

Hakk’ın küçüğü büyüğü olmaz. Hak; haktır. O kapı, değil açılması; aralandığı takdirde bile, herkese bu hakkı vermek gerekir.

Bu ise, kendi bindiğimiz dalı kesmek; doğuşta değil de, oluşta bir tamamiyet / bütünlük arz eden MİLLET mefhumunu berhava etmek; Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünüp, parçalanmasına çanak tutmaktır.

Çünkü Türkiye,  -konumu gereği-  rahat bırakılan bir ülke değildir. Türkiye’de olacakları ve  -iyi niyetle bile olsa-  yapılacakları tabii seyrinde yani kendi halinde bırakmazlar.

Nitekim, aslında doğru gibi görünen prensip ve düsturlar; Türkiye’de uygulanması halinde; Türkiye’yi, ancak iç sürtüşmelere, dahili kargaşalara, sonucu vahim / tehlikeli bir kaosa / karışıklığa sürükler. Neticede Türkiye’yi, parçalanmanın ve dağılmanın eşiğine getirir.

Ne yazık ki, hala, bir kısım aydın (?) ve maalesef bazı parti genel başkanları (?)  -bir bakıma-  Osmanlı tatbikatının Türkiye’de uygulanmasını istiyorlar.

Halbuki Türkiye Cumhuriyeti; Osmanlı İmparatorluğu değildir. Zira Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun ancak bir eyaleti kadardır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin Mısır vs. gibi, tamamen farklı bir kıt’ada; farklı bir iklimde; farklı bir milletten oluşan bir parçası veya uzantısı yoktur.

Türkiye; coğrafyasıyla, iklimiyle, insanıyla, diniyle; velhasıl her şeyi ile bir bütündür. En küçük bir çatlağa tahammülü olamayacak kadar hassas bir bütünlük arz eder.

Türkiye’de değil birçok millet (dikkat; kavim demiyorum); iki millet dahi yoktur. Türkiye’de Türkler ve diğer kavimlerden Türkleşmiş Türkler / Müslümanlar olmak üzere tek bir millet yani İslam’la kaynaşmış, hem-hal olmuş ve aynileşmiş TÜRK MİLLETİ vardır.

Zira; Din, Dil bir ise Millet birdir. Din bir ise Millet; yine birdir. Üstelik insanın milliyetini, konuştuğu dil tayin eder. Türkiye’de  -istisnalar hariç-  Türkçe bilmeyen yoktur. Kaldı ki, bu milletin Din’i de birdir, Dil’i de…

Çünkü millet olmuş Anadolu insanının; Edirne’den Hakkari’ye, Samsun’dan Mersin’e kadar  -kırsalında-  sacda pişirdiği tek bir yufka ekmeği; bayramda, düğünde oynadığı tek bir horonu; çalıp vurduğu tek bir davul-zurnası; kırda dokuduğu tek bir kilimi vb. gibi, tabiatiyle ayrıntıları farklı, ama temelleri aynı olan ortak yiyeceği, ortak giyeceği, ortak inançları; kısaca  -asırlardır süregelen-  ortak yaşantısı vardır.                    

İşte bu, millet oluş keyfiyetinin tabii bir tecellisidir. “Millet oluş nedir?” dersek; şurada burada, herhangi bir taş hükmündeki kavimlerin; zaman ve İslam’ın mimarlığında Süleymaniye Camisi gibi muhteşem bir abide / anıtın oluşmasında rol alarak; tarihte kalıcı olması ve bu suretle şerefle yükselmesidir.

Süleymaniye Camisi’nde mahiyetine uygun bir alanda yerleşen taşlar; nasıl ki sıradan bir taş olmaktan çıkıp, artık sen-ben değil; biz olmanın ve biz demenin ulvi / yüce manasına ermişlerse…

Yine nasıl ki lalettayin / sıradan taşların her biri Süleymaniye Camisi’ni teşkil etmenin sırrına ererek; teker teker Süleymaniye Camisi olmakla övünür hale gelmişlerse…

Anadolu’daki kavimler de, Mücahit Türk Milleti’nin önderliğinde aynı şekilde bir değişiklik geçirerek, yepyeni bir ruh ve manayla bambaşka bir biçimde medeniyet aleminde layık oldukları layemut / ölümsüz yerlerini alarak bir ve beraber olmuşlardır.

İşte bu gelinen nokta Türk Milleti’nin oluş keyfiyetidir. Artık var oluş ve onu devam ettirişte hakim fikir, doğuştan değil oluştan kaynaklanmış yani onun milliyeti İslam, aklı Kur’an olmuştur.

Demek ki, Anadolu insanı kavimden  millete geçmekle, buz hükmünde bulunan ve er geç hiçlik toprağına düşerek eriyecek olan benlik ve şahsiyetini millet havuzunda eritmekle daimi varlık statüsüne / durumuna kavuşmuştur.

Öyleyse “kimlik” peşinde koşmak demek; Süleymaniye olmaktan çıkıp, ayak altında bir taş olmayı istemek (!) demektir.

Bir de şöyle düşünelim: Türkiye’de, kendilerini  -kendilerince-  güya farklı / başka bir etnik gruptan farz eden / sayanlar, yüzyıllardır bu memlekette, kendilerine has  -aslında bizimle aynı / müşterek-  örf ve an’aneleriyle yaşaya gelmişler. Tabii hayatları hep devam ede gelmiş. Dillerini  -mahallileşmiş dillerini-  de tabii olarak konuşa gelmişlerdir.

Bugünlere televizyonla, radyoyla, gazete ve dergiyle gelinmedi ki, bundan sonraya da onlarsız gidilemez olsun. Öyleyse niçin bu endişe?

Unutmayalım ki, tabiiliklerini kaybederek sun’ileştikleri takdirde; tabiilikleriyle ne kadar haklı idiyseler; sun’ileşmeleri halinde ise, o derece haksız duruma düşerler.

Tıpkı mevcut tabiiliklerin; sürekli tahrik edilip, sun’ileştirilerek, devletin  -ister istemez-  hedefi haline gelmesi gibi.

Bütün bu açıklamalardan sonra, olanca sesimle şöyle haykırmak geliyor içimden:

“Meş’um ilk adımlara hayır!”

Önceki İçerikTarım İl Müdürlüğü’nü göreve çağırıyorum!
Sonraki İçerikKocaeli, İstanbul, Türkiye, AB Kriterleri
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.