Medeniyetler Mezarlığı ve Genetik Havuz: Anadolu

111

Kimine göre bu başlıktaki ifade, Anadolu için uygun kullanım olmayabilir. Bazılarına göre “mezarlık tabiri” yerine “müze”, “genetik havuz” ifadesi yerine de “mozaik” ifadeleri önerilse de bu yorum, doğrudan sapmayı getirir…

Bu konudaki fikirlerimize karşı iddia edilen husus şöyledir; “… Malum su bir eriyiktir, hâlbuki mozaik beraber ve bütün olan ayrı ayrı parçalardır. Mezar da ölümü tasvir eder, toprak altındadır, gözükmez, yokluktur. Müze ise eski ve bitmiş olan şeylerin görüldüğü ve incelendiği bir  mekânıdır.”

Bu söylem kendi mantığı içinde “doğru” gibi görünebilir; fakat işin aslı çok daha farklıdır. Çünkü Anadolu hem bir “genetik havuzdur” hem de “medeniyetler mezarlığıdır” derken bir gerekçesi vardır; dolayısıyla bu ifadeler ne bir eriğe ne de bir mozaiğe benzer…

Bu iki ifadenin patenti bendenize ait olup, doğruluğunu iddia eder ve savunurum. Şöyle ki; “genetik havuz” biyolojik çeşitliliği ifade ettiği için Anadolu’da yaşamış sosyal topluluklar, halklar ve milletler için çok uygundur. Anadolu’da yaşamış insanların soyları, biyolojik özellikleri, yaşam biçimleri ancak genetik havuza verdikleri “gen” sistemi dediğimiz kalıtsal özelliklerle yansıtılabilir.

Genetik özellikler, bir eriğin içinde bulunan ne “şeker”, ne “tuz” ne de “sitrik asit” moleküllerine benzer… Eriyikteki bu molekülleri ayırmak mümkün olmadığı gibi, ileri tekniklerle ayrılsalar dahi değeri ve özellikleri kalmaz… Asıllarını kaybederler… Eriyikteki şeker molekülü artık ne “şeker” olur, ne de tuz molekülü artık “tuz” olur… Sadece tatları kalır…

**

Medeniyetler mezarlığı…

Genetik havuz ifadesinin bazı insanlara ters gelmiş olmasını da doğal karşılamak gerekir. Ama gerçek böyledir…

“Medeniyetler mezarlığı” ifadesine gelince, yukarıda söylenen -önerilen- “müze” ifadesi, sadece bu medeniyetler mezarlığından çıkarılabilen çok az sayıda örnekleri görmek için kullanılabilir; zaten bunun ifadesi olarak da amaca yönelik kurumsal “müze” mefhumu yerleşmiştir. Eğer “medeniyetler müzesi” ifadesini “medeniyetler mezarlığı” yerine koyarsak, eksik ifade etmiş oluruz. Zaten bu yok olmuş medeniyetlerden geriye kalan bazı eserler “medeniyetler müzesi” ismiyle de sergilenmektedir… Örneğin “İslam Medeniyetleri Müzesi” gibi… Bu demek değildir ki tüm İslam Medeniyetleri bu müzelerde görülebilir…

“Mezarlık” ifadesinden kasıt çok farklı zaman ve kültür katmanlarında farklı medeniyetlerin birer bütün olarak yok olup birbiri üzerine yığılması anlamında algılanmalıdır. Kaldı ki burada “medeniyetler mezarlığı” kastıyla atfedilen  ifadede yer bulan “ölüm”, sadece canlı varlıklar için geçerli değildir; medeniyetlerin kültürleri, sanatları, yaşam zevkleri de ölebilir…

Eğer medeniyetler sadece insan topluluklarından ibaret olsaydı bugün müzelerde hiç bir şey olmazdı… Bu bağlamda medeniyeti oluşturan toplumların yok olmasıyla onların yarattığı kültür değerlerin bir kısmı de ölür; onların tamamını tekrar müzeye koyamazsınız… Müzelere konulan birkaç heykel, kullanılan eşyalar medeniyetleri tamamen kapsamaz…

“Mezarlık” mutlaka sadece insan ölülerini kapsamaz; ölüm sembolü olan mezarlık bir kültürün de ifadesi, bir toplumun yaşanmış belgesi olarak da bilgi verebilir… Örneğin bazı mezarlıklar, aynı zamanda ait olduğu toplumun medeniyet düzeyini de yansıtır. Selçukludan geriye kalan muhteşem özellikler taşıyan “Ahlat Mezarlıkları”, Ön Türklere ait Tunceli bölgesindeki “Koçbaşı” mezarları, Hakkari bölgesindeki “Balbal” mezar taşları gibi…

**

“Mozaik” ifadesi ayrıştırmaya, ayrışmaya açık olan bir tarif, terimdir. Hâlbuki “ebru” ya da “mermer” ya da “hamur” ayrışmaz. Bir bütünlüğü ifade eder. Mozaikleri ayırmak ve ayrıştırmak her zaman mümkündür. Anadolu insanı ve kültürü bu bağlamda bir “mozaik” değildir. Mozaiklikten ısrarcı olursak ayrılıkçılara, ayrışımcılara yardım etmiş oluruz.

**

Asimilasyon…

“Anadolu’da Kim Kimdir” başlıklı yazımıza internetten gelen bir eleştiri de şöyledir. Yazımızda toplumların asimile olmalarına neden olarak üç yol olduğunu bunun da tarihte vuku bulmuş olaylar olduğunu belirttikten sonra demişiz ki “…Asimile olmak, asimile etmek veya çekip gitmek…”  

Bu ifadelerimize getirilen eleştiri şöyledir:

“…Pekiyi, bir Kürt, Arap, Romalı… Kendini Türk sayabilir. Ama bir Ağlasunlu çıkıp ben Romalıyım derse ne yapacaksınız? Onu ille Türk yapmaya / asimile etmeye mı çalışacaksınız? Bunun için işkence dahil her sistemi uygulayacak mısınız?”

Bizim düşüncemiz, herkes kendini nasıl hissediyorsa odur. Onu değiştirmek kimsenin ne görevidir ne de amacıdır… Tarih içinden gelen şartlar nedeniyle bu varsayımlar gerçekleşmiş olabilir. Fakat çağımızda, gerçek demokrasilerde bugün için mümkün değildir… Asimile olmak veya etmek tarihteki olaylardan örneklerdir. Bugün için bunu söylemek için çok farklı şartların oluşması gerekir. Şüphesiz ki 500 yıl sonra karşılaşılacak farklı durumların bugünden başlayıp oluşan değişimlerin sonucu olacağını söylemek de mümkündür.

Tarihteki örnekleri düşündüğümüzde pek çok topluluk ya kendiliğinden asimile olmuşlar ya da zaman içinde sistemli olarak asimilasyona tabi tutulmuşlar…

Kendini Romalı hisseden Ağlasunluyu bırakalım da Romalı olarak kalsın… “Kürtleşen Türkler”, “Grekleşen Türkler”, “Türkleşen Kürtler”, “Slavlaşan Germenler” konusunda emek harcamış pek çok araştırıcının verileri bu olayları net olarak aktarmaktadır.

Buna göre neden Romalılaşan Türk olmasın ki!? Kaldı ki yazdıklarımla öne sürdüğüm düşüncenin ana fikri,  kimseyi Türkleştirmek diye bir tema yoktur, olamaz da… Belli ki okuyucu konuyu tam ya okumamış ya da anlamamış… Eğer başkaca amaç ve hedefi yok ise…

Asimile için “işkence” ifadesi ise hiçbir entelektüelin aklından geçmez… Ancak doyumsuz egolarını tatmin etmek için birileri çıkıp “ucub” icra edebilir. Gerektiğinde bu işkencecilere de bir nasihat yapılmalıdır…

**

Millici olmak…

Ülkemin bütünlüğü ve milletimin birliği tehlikede olduğunu söylerim her yazımda… Buna karşı duyarlı olunması gerektiğini hatırlatırım. Konuya bahis olan yazımda da aynen böyle birlik ve beraberlik ifadelerimden rahatsız olan okuyucular da varmış meğer…

İşte yazımın bu kısmına getirilen travmatik eleştiriden satırlar; “… Şu sakız olmuş ‘dış güçler, birlik, beraberlik’ gibi lafları da bırakalım. Gerçek çözümler arayalım. Dünyadaki örneklere bakalım. Beraber olacağız derken daha çok düşman olmayalım. Bir de bu sloganlarla Türkiye’nin bir çözüm üretemediği meydanda iken neden yeni bir çözüme bu kadar karşı çıkıyorsunuz? İnsanların ölmesi hoşunuza mı gidiyor? Yoksa politik olarak AKP nefreti mi var şuur altınızda.”

**

Okuyucunun beğenmediği “dış güçler” ve “birlik beraberlik” ifadeleri birbirine “zıt” anlam yükleyen ve pratikte bu çizgide geçerli olan değerlerdir. Osmanlının son 60 yılı incelendiği takdirde bu ifadelerin ne kadar önemli olduğunu görmek mümkün olur. Osmanlının nasıl ve ne hallere sokulduğunu; yerli hainler ile dış güçlerin işbirliğinin somut örneklerini orada görmek zor değildir. Birileri birlik ve bütünlükten “düşmanlık” anlıyorsa, bu çarpık anlayışa cevabım olamaz.

Ancak şu gerçek akılda tutulabilir; her zaman bu ülkede yetişip hainlik yapan birilerinin olabileceği ihtimali… Bu örnekler tarihte de günümüzde de vardır… Hele “sor-s-os” marka fonlar ile beslenen “ajan” ve “kiralık” besleme kişilerin olabileceği asla unutulmamalıdır…

Milletini ve yurdunu seven insanların yapay sloganlarla işi olamaz; bendenizin de yoktur… Gerçekleri görüp yazı, söz ile yanıt verme hakkı, laf ebelerinin hoşuna gitmeyebilir. Türkiye’nin içine sürüklendiği tehlikeleri görmek onların çıkarlarına ters de gelebilir. Bizin düşüncemiz bunlara bazı hatırlatmalar yapmak ve uyarmaktır. Türkiye’nin her bölgesindeki insanının Türkiye’ye sahip çıkması gerektiğini, herkesin her yerin tapusuna sahip olduğunu ifade ediyor ve öneriyorum. 

Gelelim “AKP düşmanlığı” saçmalığına; Ülkem için “iyi işler” yapan her siyasi örgütü alkışlarım, yanlışlarının da karşısında düşüncelerimi belirtirim. Bunu hep böyle yaptım.

Hiç bir siyasi partinin ne kapısından içeri girdim ne de “ikbal” bekledim bugüne kadar. Her devrin adamı olmadığımı, esen rüzgâra göre yön değiştiren bir insan olmadığımı tanıyan herkes bilir, bilmeyenler de bu vesile ile öğrensin…

Kimsenin düşmanlığı bilinçaltıma yerleşmiş değildir; herhangi bir ikbal ve menfaat beklentim de, Tanrıya şükür olsun yoktur. Ülkemin bütünlüğü, milletimin birliğinden hoşnut olmayan birilerinin siyasi örgütlere yönelik “sevgisi”, her ne sebeple olursa olsun, katmerleşmiş olabilir… Bizim menfaat kağnısına dayalı ne sevgimiz ne de nefretimiz olur siyasi örgütlere karşı; milli bilinç ve davranış beklentimizden başka…

Diğer önemli bir hususu belirtmeyi gerekli görüyorum. Bugün burada bulunuyorsak, özgürce nefes alabiliyorsak, yazabiliyor ve konuşabiliyorsak, hatta ülke çıkarlarına zıt davranışlar ve faaliyetler içine girilebiliyorsa, bu Mustafa Kemal‘in kurduğu cumhuriyet idaresi sayesindedir… Varlığımızın tek sebebi milli devlettir; Türkiye Cumhuriyetidir…  Bu bağlamda her zaman millici ve milliyetçiliği savundum. Millici olmak, ne zamandan beri suç sayılmaya başlandı? Millici olmak suç ise, evet suç işledim…

**

Anadolu bozkırında açan çiçekler…

Anadolu bozkırından nasıl ki bir ulus devlet ve cumhuriyet yaratıldı ise, o cumhuriyetin okullarından yetişen Anadolu’nun fukara köylü çocukları da makûs kaderlerini yenerek “Işığı Arayan Genç” konumuna geldiler… Aradıkları ışığı da; bilgide, bilimde ve mili değerlerde buldular… Tabii ki bu, bazı egemen güçleri rahatsız etti…

Bu alanda eserler verdiler… Bu bağlamda bu yetişen cumhuriyet çocuklarından yeşeren aydın kişiler, ömürleri yettikçe milli devleti ve onun eseri olan cumhuriyeti savunmak ve ona sahip çıkmak temel gayeleri ve görevleri oldu; bu kuşağın bir ferdi olarak aynı hedef ve amaçlar için çalışıp üretmek tek gayemiz olacaktır…

Bu millete ve devlete borcumuz vardır. Anadolu’nun kıraç bozkırından çıkıp her türlü zorluğa dayanan ve meyve veren bu gençler, ne bir brujavanın eseri idi, ne de soyluların; ne de feodalizmin (her türlüsü) desteğiyle bir yerlere kadar yükseldiler… Sadece Atatürk’ün kurduğu milli devlet ve cumhuriyet felsefesinin bu gençlere sağladığı “BİREY” olma şansı ve onuru sayesinde bu düzeylere ulaştılar…

**

Denilebilir ki çok bilgili olduğumuz ve konulara bilimsel yaklaşmamız bazı kimseleri de rahatsız etmiş olabilir… Her ne kadar “çok bilen çok yanılır” denilse de, bize göre; kişi, ne bilmediğini ve ne bildiğini bilmek büyük bir yetenek sayılmalıdır… Her kim ki kendini “çok bilen” olarak tanımlıyorsa, bilinmelidir ki o hiç bir şey bilmiyordur… Bu konuda abartılı öyle bir iddiada bulunmak zaten “hafifliğin” göstergesi olur… Kişi odur ki her an öğrenmeye açık ve muhtaç olmaktır… Kişilerin yanılışı olabilir; yanılabilir, aldanabilir de… Fakat ne olduğunu veya ne olmadığını iyi bilmelidir… Bir gerçeği de dillendirmeliyim; hata kul içindir, insan içindir… İnsan olmayan hata yapamaz zaten…

**

Kim Türk Kim Kürt?

Bu konuda iddia edilen ırksal ayırımın hiç birine katılmak mümkün değildir. Kimin ne kadar “Türk” ya da ne kadar “Kürt” ya da ne kadar “başka bir ırk”tan olduğunu bilmeyiz -ki bilmek de istenmez- kimseyi de hiç ilgilendirmez; çünkü insanları “etnisiteye” göre sınıflayıp ayırmak “ayrıştırmayı” savunmak demektir. Birilerinin etnisite müphemliği kadar, başkalarının de ne kadar “Kürt”, ne kadar “Türk” ya da ne kadar “Başka ırk” tan olduğunu tayin edemeyiz…

Son iki sene içinde, “açılım” şampiyonlarının halkımıza kazandırdığı özellik; herkesin kendisinin ya da yakınlarının ya da arkadaşının-komşusunun kökenini merak etme yeteneğini kazanmasıdır…

Kökenini öğrenme merakı nedeniyle pek çok kişi araştırma yaparak; “ben kimim” diye sorgulamalar yapmaktadır… Her entelektüel soruyor kendi kendine; “Türk müyüm, Kürt müyüm, Çerkez miyim, Boşnak mıyım, Arap mıyım, Ermeni miyim…”, yoksa başak bir soyun kalıntısı mıyım?

Bundan daha büyük bir kötülük Türk milletine yapılır mıydı? Anadolu’nun tarihi süreçte geçirdiği sosyolojik ve kültürel değişim ile genetik havuz olma özelliğine bağlı olarak gerçekleşen karışımına rağmen Türkmen kültürünü, geleneğini, adetlerini, zevklerini, giyim-kuşam, yemek ve yaşam kültürünü koruyarak bugünlere kadar gelmiş, varlığını korumuştur…

Bu süreç içinde, 15. yy şartlarında,  maalesef Anadolu Türkmenlerine karşı reva görülen baskılar nedeniyle kültürlerini koruyarak dil asimilasyonuna uğramış topluluklar şimdilerde çirkin ayrılıkçı Kürtçülere “yem” olmak üzeredir… Bunu aynen şuna benzetmek mümkündür; Türk bir vatandaşın ailesiyle Avrupa’ya gidip zaman içinde en geç 2-3 kuşak sonra anadilini tamamen unuttuğunu ve Avrupa dilini konuştuğunu, fakat Türk gelenek ve göreneklerini koruyarak dil bağlamında asimile olduğunu düşünebilirsiniz…

Kökenini araştırıp öğrenen vatandaşlarımız, bunu bilmekle onlara ne üstünlük, ne de bir ayrıcalık sağlar… Hani “insan kendini nasıl hissediyorsa odur” dedik ya, işte esas olan budur…

Kimisi kendisini “Türk” hissediyorsa Türk’tür. Birileri de kendini “Kürt”, “Arap”, “Çerkez”, “Arnavut” hissediyorsa odur… Bir insan ne “Türk” olunur ne de “Kürt” olunur; Türk doğar, Kürt doğar…

**

Irk Belirleme…

İnsanları etnik kökenlerine göre sınıflamak, ya da toplumu yapay köken mensubiyetle ayrıştırmak kimin değirmenine su taşır? Bunu yapan gafiller, işin ucunun nereye varacağını hesaplamayacak, bilmeyecek kadar cahiller mi?  Tabii ki değiller…

Sonra, kimin “kim” olduğu nasıl tayin edilecek? Kan tahlili ile mi? Kafatası, boy-pos mu ölçümü ile mi?

Türk’üm diyen ya da “Kürt’üm” diyen bir kişi, kendi Türklüğünü nasıl ispat edecek? “Anadolu’da Kim Kimdir” (www.r-demir.com) başlıklı yazımın temel amacı işte bu gerçeklere vurgu yapmaktır. İstesek de istemesek de medeniyetler mezarlığı ve genetik havuz olan Anadolu bozkırında sadece birer “nokta” olduğumuzu unutmamalıyız…