Tırnak kadar kuvve-i hâfıza / hâfıza gücüne malik her insanın hâfızasında; okuduğu yüzlerce çeşit kitapların kelimeleri yazılı. Ömrü boyunca işittiği bütün sesler kayıtlı. Gördüğü herşeyin sûreti; renkli, sesli, hareketli olarak mevcut. Merakını tahrik eden ve ona hoş gelen mânâ ve anlam yüklü kelimeler; beynimizdeki o tırnak kadar kuvve-i hâfıza / hâfıza kuvvesi / gücünün sayfalarında; sesli, sözlü, renkli ve hareketli olarak aynen; hâfızanın muhafaza, himaye ve koruması altında. Zaman, yer ve saatiyle. Kılına halel gelmeden, yani bozulmadan hıfz edilip, saklı tutuluyor. Âdeta arşivleniyor.
Öyle ki, insan istediği zaman onlara başvurabilir. Büyük bir kütüphane gibi, tüm mahfûzatını / hıfzına / koruma altına aldığı, yani hıfzettiği şeyleri orada; istediği an, görmek ve duymak üzere; yazılmış, dizilmiş bir hâlde yerli yerinde bulur ve görür.
Ortada bir arşivleyiş var. İstediğinde, istedikleri gözü önüne getirilip konuyor. Sonra yerlerine kaldırılıyor. Üstelik, bunların hepsi, ânı vâhitte / bir anda olup bitiyor. Fakat, ortada emre âmâde / emre hâzır çalışanlardan kimse yok.
Bütün bu olup bitenlerin, cirit attığı meydan nerede? Orada, emre hâzır olanlar neredeler?
Mekân olarak gösterilen alan, beyinde tırnak kadar bir yer. Bütün bunların oraya sığması, yerleştirilmesi, muhal ender muhal bir durum arz ediyor.
Nerede emre hâzır, yüzlerce görevli memur? Sadece isteğimiz oluyor. Sonra da, yerlerine konuyor. Yine emrimize âmâde bir vaziyete sokuluyor.
İşte, bu tırnak kadar hafıza kuvve ve gücünün bahr-i umman / okyanus gibi bir vüs’ati / genişliği var. Güneş gibi, her tarafı kuşatıcı, içine alıcı vasfı var. Kısaca, ihatalı / kuşatıcı nûru, mânevî bir ziyası / ışığı ve yeryüzü kadar geniş sayfaları var.
Bütün bunların mevcudiyet ve varlığını biliyor, fakat mahiyet ve içyüzüne muttali olamıyor, akıl erdiremiyoruz.
Tabii ki, mahiyetini bilmemek; varlığını inkârı gerektirmiyor. Sadece, bu durumları Yaratan’ın; ihata edip algılanamıyan sonsuz kudreti karşısında, ona secde etmekten başka bir şey gelmiyor akla.
Çünkü, beynimizde tırnak kadar bir yer işgal eden bu kuvve ve güç kaynağımız için, ancak şu beyite sığınmaktan başka çare bulamıyoruz:
“İdrak-i maali (yüksek fikirleri anlamak) bu küçük akla gerekmez;
Zira bu terazi o kadar sıkleti (ağırlığı) çekmez.”
Yüce Allah bununla, insanın Levh-i Mahfuz’u idrak edip kavramasını sağlıyor. Kuvve-i Hâfıza’yı: Allah’ın ezelî ilmiyle kâinatta olmuş ve olacak şeyleri yazmış olduğu bir levha olan Levh-i Mahfuz’a bir örnek olarak karşımıza çıkarıyor.
Böylece Levh-i Mahfuz’u; insanın anlaması sağlanmış oluyor. Çünkü insan, vahid-i kıyasî / ölçek. Kâinatta olan her şeyin örneği onda var. İster maddî olsun, ister mânevî. İnsanda mevcut. Kendisinde olanı bilen, bulan ve anlayan insan; kendisini iyice tanıdığı takdirde, kâinatta olanları da, kolayca bilmiş ve tanımış olur.
Fakat iyice düşünürse, kendisinde olanın, künhüne tamamen vakıf olması imkânsız. Hiç olmazsa kendisinde olmasından, kainatta da olmasını kabul eder ki, zaten İlahî Gaye’den maksat budur.
Demek ki, tırnak kadar kuvve-i hâfızanın, bahr-i umman / okyanus gibi bir genişliği var. Güneş gibi kuşatıcı nuru var. Manevî bir ziyası / ışığı ve zemin yüzü kadar geniş sayfaları var. Sanki tırnak kadar bir yer tutan hafıza; sınırsız bir mekânı içinde barındırıyor. Namütenahi / sonsuz bir mekân olanı yani Levh-i Mahfuz’u algılamamıza bir sebep teşkil ediyor.
Demek ki, Levh-i Mahfuz bir kader / İlahî Program sahifesi olup, Mutlak Alîm olan Yüce Allah’ın ilim, hikmet ve kudretine aynalık ediyor.
Hz. Allah; insanın, bu büyük gerçeği anlaması için, Levh-i Mahfuz’un küçücük bir nümûnesi / örneği olan hâfızamızı yaratmakla; insana verdiği değerin, küçük bir örneğini vermiş oluyor.