Kur’an-ı Kerim’de Heykel

97

Sebe Suresi /13. Ayet’de
Hz. Süleyman’ın Medeniyeti Şu Şekilde Tasvir Edilmektedir:

 “Onlar Süleyman için kale gibi saraylardan,
heykellerden, havuz benzeri leğenlerden, yerinden kalkmaz büyük kazanlardan ve
daha nice nice şeyler yaparlardı bir zaman. Çalışın ey Davud kavmi, şükür için
çalışın.”

Kanuni Sultan Süleyman Macaristan’ı
feth ettikten sonra Matyas kilisesini camiye dönüştürmüştür. Evliya Çelebi
kilisenin camiye dönüştürülmesini şu şekilde nakleder: “Süleyman Han Camii:
Daha önce (—) (—) adında sanatlı bir kilise imiş, Süleyman Han fetihten sonra
bu kilisenin içini küfür ve ortak koşma pisliklerinden arındırıp Müslüman
mabedgâhı eder. Hâlâ bir aydınlık camidir ki yeryüzünde benzeri yoktur. Beyt: Ra’eynıî
camiu’d-dünyâ cemî’an Ve lâkin mâ ra’eynâ misle hazâ
beyti bu ruhanî cami
hakkındadır. Bu eski camiin kıble kapısından mihraba kadar uzunluğu 200
ayaktır ve genişliği tam 100 ayaktır. Ve bir minaresi var, eski zamanda kilise
çanlığı imiş. 210 basamak yüksek minaredir. Hakir bu minareye çıkıp Budin
şehrini ve Peşte Ovası’nı seyrettim. Bu minare tamamen beyaz mermerden kule
gibi dört köşe bir ibretlik bukalemun nakışlı sanatlı düzgün minaredir.

Bu camiin iki adet kapısı var,
doğu taraftaki kapı üzerinde bir beyaz mermerden mermer ustası bir kanatlı
ejderha tasviri eylemiş ki sanki canlıdır. Ağzını açıp 4 ayaklarını gerip
kuyruğunu kıvırıp durur. Bu ejderha önünde Hazret-i Hızır bir at üzerine binip
elinde mızrağıyla ejdere bir süngü vurup ejderhayı at altına alıp çiğner
şeklinde bir çeşit yapmış ki sanki hâlen canlıdırlar ki ejderha ile Hızır Nebî
savaş etmede şekilli yapmış. Hatta fetih sırasında Ebussuud “Resim ve heykel
haramdır, bu heykeli kırmak gerektir” dediklerinde Süleyman Han nezaket edip “Kimse
bu heykellere bakmasınlar, Müslüman olanlar tanımasınlar” diye boynundan Keşmir
şalını çıkarıp bu heykellerin üzerine örttürüp kırılmadan kurtarır.
Hâlâ
ibret verici resim ve heykellerdir. Ancak bu nur dolu cami kârgir kubbeli
değildir. Tamamen servi direkleri üzerine büyülü nakışlı düzgün tavan üzerine
tüm imaretlerinin çatıları mavi has kurşun ile örtülü nur üstüne nur bir
camidir. Allah dünyanın sonuna kadar devam ettirsin.”[1]

Evliya Çelebi’nin
bu satırları üzerine Ebuusud’un tefsirine başvurarak heykel konusundaki
ayet’den çıkardığı anlamı araştırmak gerekmektedir. Ebuusud Sebe suresi 13.
ayetin yorumunda şunları yazmıştır: “34/13 “Onlar, Süleyman’a mihrablardan
(şatolardan), heykellerden, havuzlar gibi büyük leğenlerden ve sabit
kazanlardan ne dilerse, yaparlardı.” (Ya’me-lûne lehû mâ yeşâü min mehâribe ve
temâsîle ve cifânın ke’l-cevâbi ve kudûrin râsiyâtin)

“Yâni Hz. Süleyman’ın emrinde
çalışan o cinler, Hz. Süleyman’ın istediği muhkem sarayları ve pek güzel
meskenleri yapıyorlardı. Bu binalardan savunma ve muharebe yapıldığı için
onlara mihraplar denilmiştir. Yine o cinler, Hz. Süleyman’ın istediği
meleklerin ve peygamberlerin heykellerini yapıyorlardı. Zira o zaman âdet
olduğu üzere mabetlerde bu heykeller yapılıyordu ki, insanlar bunları görüp
onların ibadeti gibi ibadet etsinler. Heykellerin haram olması ise, yeni bir
şer’î hükümdür.
Rivayet olunuyor ki, bu cinler, Hz. Süleyman’ın tahtının
altında iki aslan heykeli ve tahtın üstünde de iki kartal heykeli yapmışlardı.
Hz. Süleyman, tahtına çıkmak istediği zaman bu iki aslan ön ayaklarını
büküyorlardı ve tahta oturduğunda da o iki kartal kanatlarıyla kendisini
örtüyorlardı. Yine o cinler, Hz. Süleyman için büyük havuzlar gibi leğenler
yapıyorlardı. Deniliyor ki, bu leğenlerin her bir etrafında bin kişi
toplanıyordu. Yine onlar Hz. Süleyman için o denli büyük sabit kazanlar
yapıyorlardı ki, üzerine konuldukları ocak taşlarından hiç indirilmezlerdi. “Ey
Davud ailesi! Şükredin. Zaten kullarımdan şekür olan (çok şükreden)
azdır.” (i’melû âle dâvûde şükran, ve kalilün min ‘ibâdiye’ş-şekûr) Yâni
kalbiyle, diliyle ve bedeniyle vakitlerinin çoğunda şükrü çokça eda edenler
azdır. Bu şükrü yapanlar bile, hakkıyla şükretmiş olamazlar. Çünkü bir şükre
muvaffak kılınmak da, başka bir şükrü gerektiren bir nimettir.
Ve bu
sonsuza kadar gider. İşte bundan dolayı denilmiştir ki, şekûr, şükürden âciz
olduğunu gören kimsedir. Rivayet olunuyor ki, Hz. Davud , ibadet için gece ve
gündüz saatlerini ailesine taksim etmişti. Böylece gece ve gündüzün her
saatinde Hz. Davud ailesinden mutlaka biri ayakta olup namaz kılıyordu.” [2]

Ebussuud’un tefsirinde Hz.
Süleyman’ın heykelleri konusundaki yorumu ile Evliya çelebinin naklettiği
fetva’daki farklılık dikkatten kaçmamalıdır.
Ebussuud’un “Heykellerin haram olması ise, yeni bir şer’î hükümdür” ifadesi
Kur’an-ı Kerim’in ayetinlerine aykırıdır.
Kanuni’nin Ebuusud’a vermiş
olduğu cevap ise gayet anlamlı ve manidardır.

Prof. Dr. Nusret Çam’ın (Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi)“Yasak olan
resmin kendisi değil
[3]
isimli denemesine göre de; Kuran-ı Kerimde putperestlerin çok şiddetli
azaplara çarptırılacağını
söyleyen pek çok ayet bulunmakla birlikte, resim yapımının aleyhinde herhangi
bir ayet mevcut değildir. Tam tersine heykel yapılabileceğini işaret eden iki
ayet bulunmaktadır. Bunlardan birincisi (Sebe /13) şöyledir: “Onlar Süleyman
için kale gibi saraylardan, heykellerden, havuz benzeri leğenlerden, yerinden
kalkmaz büyük kazanlardan ve daha nice nice şeyler yaparlardı bir zaman.
Çalışın ey Davud kavmi, şükür için çalışın.”Bütün tefsirciler bu ayette geçen
“temâsü” kelimesini Türkçeye “heykel” olarak aktarmışlardır. Onlar, bunların ne
maksatla yapıldığı ve kimi temsil ettiği hakkında çeşitli görüşler ileri
sürmekle birlikte bunların at heykelleri olduğu akla ve Kuran ayetlerine daha
uygundur. Bunun en önemli kanıtı, Hz. Süleyman’ın atlara olan muhabbetini ifade
eden ayetler (Sad, 31-33) ve yukarıda metnini verdiğimiz kanatlı atla ilgili
Hz. Ayşe hadisidir. Bu ayetin tefsirinde Elmalılı da bizim gibi düşünmekte ve
“Tasvir, yalan ve zulüm gibi akla aykırı şeylerden değildir” demektedir. Tasvir
meselesine ışık tutabilecek diğer bir ayet de şudur (Âl-i İmran, 49): “Şüphesiz
ki size ben bir mucize getirdim Rabbinizden. Ve yine, bir kuş taslağı yapıp
çamurdan ona üflerim de, izniyle Allah’ın o taslak, bir kuş olup (uçar)
hemen.”Bu ayetten anlaşıldığına göre Hz. İsa, Allah’ın kudretini ve kendisinin
peygamberliğini insanlara göstermek için çamurdan bir kuş yaparak üflemiş ve bu
kuş, dirilerek uçmuştur. “Bu bir mucize olup Allah’a aittir. Bu sebeple bu
olay, insanlara mal edilemez” gibi bir düşünce akla gelirse de bütün diriltme
olayları gibi buradaki dirilmenin de Allah tarafından gerçekleştirildiğine
tabii ki şüphe yoktur. Fakat çamurdan taslağın kuş halinde dirilmesi, Allah’tan
ise de, çamurdan kuş figürü yapma işi Hz. İsa’ya, yani bir beşere aittir. Sonuç
olarak, İslam’da yasak olan şey, resim yapmanın veya resmin kendisi değil, onun
kötü niyetlerle ortaya konulmasıdır.
Eğer Hz. Süleyman’ın, bu gibi şeyleri
sırf Allah’ın verdiği nimeti hatırlayıp şükretmesi gibi ferdi, ya da Hz.
İsa’nın bu tür faaliyetlerle insanları iyiliğe yöneltmek istemesi gibi sosyal
bir sebeple yaparsa dinen bir sakıncası yoktur. Bunun için onun resim, heykel,
fotoğraf, oyma, kabartma, canlı, cansız olması fark yoktur. Bütün mesele onun
yapılış maksadı ve bulunduğu yerdir. Günümüzde televizyona çıkıp da resmin
günah olduğunu söylemek kadar gülünç, çelişkili ve İslam’ın evrensellik
ilkesine aykırı bir iddia olamaz.

Tabii ki İslâm’a göre cami’de
tasvir ve heykelin kabulü düşünülemezdi. Fakat o sanat eserlerinin başka bir
mekâna nakli veya örtülmesi uygun bir davranıştı. Nitekim Osmanlı da suret ve
heykelleri örten bir duvar çektirerek camiye dönüştürme işlemini güzel bir
tarzda çözümlemiştir. Esasında Hıristiyanlıkta da ibadethanelere suretin
girmesi Hanif hıristiyanlar döneminde olmamıştır. Hatta o dönemde haç simgesi
bile yoktur. Elif veya asa motifleri ile kendilerini tanımlamaktadırlar.
Bilinen ünlü İznik Konsülünden sonra ikonalar, heykeller ve haç kiliselere
girmiştir. Bununla birlikte resim ve heykel sanatlarının İslâm’da yasak
olduğunu savunmak ve asırlarca bunu İslam toplumlarına bir nass gibi kabul
ettirmek Türk ve İslam tarihine büyük haksızlıktır.
Bir milletin
çocuklarına ve gençlerine görsel sanatlarla tarihini anlatmak son derece
kolaydır. Yahya Kemal’in “Resimsizlik ve Nesirsizlik” makalesi bu
hususu açıklamak açısından son derece çarpıcıdır: ona göre“Milliyetimizi,
kendime göre, idrâk ettiğimden beri dilimden düşmeyen bir cümle budur:
“Resimsizlik ve nesirsizlik..” (Bu) iki fecî noksanımız olmasaydı bizim
milliyetimiz bugün olduğundan yüz kat daha kuvvetli olurdu. Resimsizlik
yüzünden cedlerimizin yüzlerini göremiyoruz. Ah bu ne fecî hicrandır! Eski
şehirlerimizi göremiyoruz; yanmış yahut yıkılmış nice binalarımızı göremiyoruz;
eski kıyafetlerimizi göremiyoruz; o kıyafetlerin asırlar arasında, yavaş yavaş
nasıl tekamül ettiklerini anlayamıyoruz; vatanı kurduğumuz eski seferlerimizi,
eski meydan muharebelerimizi, bu muharebeleri başaran şerefli ordularımızı
göremiyoruz. Ah, ah… Resimsizlik yüzünden daha neleri, daha neleri
göremiyoruz.

Topkapı Sarayı’nda bâzı
meraklılara gösterilen Hüner nâme nin minyatürlerine bakarken kaç defâ
gönlümden bu özleyiş geçti: Ah, dedim, ne olurdu, her asrımızın her manzarası,
yalnız İstanbul değil, bütün Anadolu ve Rumeli; Macaristan ve Akdeniz
şehirlerimiz, böyle minyatürlerde görünselerdi. Hünernâme, Üçüncü Sultan
Murad
zamanında, Solkollu Mehmed Paşa sadrazamken, bir Türk
ressamının hem kendi devrini, hem de-Hazîne’den çıkarılıp kendine gösterilen
mazîye ait resimleri kopye ederek mâzîyi tasvir edişinden ibarettir. Böyle
olmakla beraber bu kitap ne kadar canlı, ne kadar düşündürücü, halis bir Türk’e
ne kadar ürperme veren bir eserdir. Ya tıpkı Avrupa milletlerinde olduğu gibi,
bizde de her şehirde ve her devirde birçok ressamlarımız olsaymış ve o
ressamlar, her biri kendi ihtisasına göre, millî ve şahsî hayâtımızın her
safhasını tasvîr etselermiş ve o tasvirler bize kadar gelselermiş, biz onlara
bakarak, büyük, geniş ve derin târihimizi her an görebilseymişiz! Ah! Ah! Bu ne
üzüntülü bir özleyiştir.

İkinci bahse geçeyim. İkinci
bahse, yâni nesirsizlik bahsine geçeyim. O büsbütün fecî bir noksandır. Bilirim
ki İslâmiyet’in resim düşmanlığı denilen kusurunu-gaayet haklı olarak-lânetle
yâd edenler bizi mahzâ onun körlettiğini tekrar ederler. Ya nesirsizliğe ne
diyelim? Onu İslâmiyet men’etmemişti. İyi nesir, hani Yûnânîler’in bilhassa ve
bilhassa Lâtinler’in nesir dedikleri nesir, nihâyet vârisleri olan
Avrupalılardı mîras bıraktıkları nesir, hulâsa bugün aydınlığının
hududsuzluğuyle insanları insan eden nesir Araplar’da da yoktu. Acemler’de de
yoktu. Biz zavallı Türkler Arap ve Acem’in tilmizleri olduğumuz için, ayrıca
da, kendi millî kusurumuz olarak, az yazdığımız için nesirsiz kaldık. Mazimizi
muhayyilenin bütün kudretiyle kâğıtların üzerinde enine boyuna tecessüm
ettirmek şöyle dursun, doğru dürüst, kayıd ve tescil bile edemedik.

Eğer Türk milletinin resim
bir, nesir iki bu iki sanatı olsaydı bugün milliyetimizin kudreti, olduğundan
yüz kat daha fazla olurdu
. Muhayyileyi en
fazla işleten bu iki sanatı talih, bizden esirgedi. Cedlerimizin resimleri yok,
onları hemen hemen bilmiyoruz. Minyatürlerden, Avrupa’nın o asırlardaki
ressamlarının levhaların dan hayâl meyâl onları seziyoruz. Nesrimiz, resmimize
göre vardı: Lâkin yazık ki nesrimiz üç kusurla, malûl dür. Çok az yazı
yazmışız, çok kötü yazı yazmışız, çok kısa yazı yazmışız.

Çok az yazı yazmamızın sebebi,
Medresenin Arap kitaplarını dizüstü çökerek okumak itiyadına atfolunur. Bir de
milletimizin asker ve iş eri olmasına affolunabilir. Çok kötü yazmamızın
sebebi, İran nesrinin nesirde modelimiz oluşudur. Hakikatin ta kendisi budur ki
yalnız Lâtin nesrine mensup olan milletler iyi yazmayı bildiler. Çok kısa yazı
yazmamızın sebebine gelince asıl esaslı kusur buradadır. Nesrin, yâni asıl
mânâsıyle edebiyâtın yüzde seksenini târih, biyografi, hâtırat, siyâsî yazılar
teşkil eder. Hepsi birden nihayet târih olan bu eserlerimizin adedce az
olmalarından, kötü yazılmış olmalarından fazla kısa yazılmaları vahîm bir
noksan teşkîl eder. Evet târihlerimiz yüzde doksan mikyasda
vak’aları,-sahısları, yaşatmazlar. Muhayyile kudretini bula bulaancak
Şârihul-Menâr-zâde’de
n Na’ima nın aldığı parçalarda, Evliya
Çelebi Seyâhatnâmesinin
birçok sahîfelerinde, Silihdarın bâzı
sahîfelerinde bulabiliyoruz.[4]

SONUÇ

Yahya Kemal Beyatlı’nın resim
konusundaki görüşlerine katılmamak mümkün değildir. Nesir görüşleri ise
tartışmaya açıktır. Çünkü Türk ve İslam tarihinde nesir külliyatı yeterince
mevcuttur. Sadece gerektiği kadar araştırılmamıştır. Ebussuud’un fetvasına rağmen
Kanuni Sultan Süleyman’ın yaklaşımı İslamî ve insanî bir nitelik
göstermektedir. İslam’da Heykel yasaklanmıştır görüşünün ise Kur’an-ı Kerim
ayetlerine baktığımızda herhangi bir alt yapısı yoktur. Bazı fıkıhcılar ve
tefsirciler kendilerini Kur’an-ı Kerim’de anlatılan peygamberlerinin önüne
geçirip hüküm verme hakkı buluyorlarsa; bu duruma akl-ı selim cevap vermelidir.
İnsanların İslam’ı kaynağından değil asırların hurafe ve kişisel çıkmazlarının tortuları
doğrultusunda öğrenmeleri veya zannetmelerinin bedeli ağır olmaktadır. Hz.
Süleyman’ın sarayını süsleyen heykellere put denilemeyeceğine göre yeryüzünde
insanlığın sanat dünyasına kazandırdıkları eserlere de böyle bir itham
yapılmamalıdır. Heykeli yahut resmi put görenler kendi nefislerindeki putu
yansıtarak “ayna benliklerini” ortaya koymaktadırlar.
Akıl ve mantıktan
uzak, ilimle aydınlanmamış, gönül ikliminden habersiz kişilerin Türk Milletinin
kültürel zenginliğinin gelişimine engel olmaya hakları yoktur.



[1]
Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi,
hazırlayan: Seyit Ali kahraman, 6. kitap, 1.cilt, YKY, 2010, İstanbul.

[2] Şeyhülislam
Ebusud Efendi, Ebussuûd Tefsiri, 11. cilt, Tercüme: Ali Akın, Boğaziçi
Yayınları, İstanbul, 2007, s. 4904-4905.

 

[3]
Prof. Dr. Nusret Çam, Yasak Olan Resmin Kendisi Değil,
Ramazan (Hürriyet), 2.8.2013.

[4] Yahya
Kemal, Edebiyata Dair, Yahya Kemal enstitüsü, İstanbul,1971, s. 69-72.