Kültürel Haçlı Seferleri: Küreselleşme

106

Küreselleşme değerlendirmelerinde oldukça farklı yaklaşımlar sergilenmektedir. Küreselleşme bir taraftan enformasyon, iletişim ve teknoloji boyutları ile ele alınırken, diğer taraftan kapitalizmin daha yüksek bir aşaması olduğuna vurgu yapılarak, sömürü düzeninin yeni adı olarak kabul edilmektedir. Bunun gibi bir taraftan millî sınırların ve kimliklerin ortadan kalkacağı, dünya vatandaşlığı ve dünya devleti gibi kavramlar üzerinde durulurken, diğer taraftan yerelleşmenin yaşanacağı ileri sürülmektedir.

Küreselleşme eğilimini, bir kültürel bütünleşme ve homojenleşme olarak görenlere göre mahallî farklılıklar bir takım evrensel güçler tarafından yok edilmektedir. Bütün dünyada bir Amerikanlaşma eğilimi vardır. Bu çerçevede bir küresel kültür oluşmaktadır. Bu istikametteki izahlar, küreselleşme olgusundan çok, dünyanın küreselleşmesinin kaçınılmazlığından hareket etmektedir. Halbuki bu tür izahlar millî kültürün en önemli güçlerinden biri olan psikolojik saiklerin yok olmasına yol açmaktadır. Bilhassa Amerikan kültürü karşısında direnmenin imkânsız olduğu kanaati, aynı zamanda böyle bir direncin gereksiz olduğu düşüncesi ile de birleşmekte ve asıl bu noktada küreselleşme başlamaktadır. Dolayısıyla başlangıç itibariyle mücadele psikolojiktir.

Bunun da kendi içinde iki temel boyutu vardır. Birincisi küreselleşmenin son derece masum bir içerikle sunulması ya da sadece iktisadî sömürü amacına işaret ederek, asıl önemli olan kültürel boyutunun ihmali ya da yok sayılması; ikincisi ise bunun kaçınılmaz bir gidişat olduğudur. Bu masumiyet ve kaçınılmazlık çerçevesinde son nokta, küreselleşmeye katılmayan toplumların medeniyetin dışında kalacağı şeklinde konmaktadır. Yine bütün bu anlayışlar çerçevesinde küreselleşme, başka bir cenahta da evrensellik karşısında olmak “önyargılı” olmakla izah edilmektedir. Halbuki asıl önyargı küreselleşmenin bu şekilde gerçekleşeceğini kabul etmenin bizatihi kendisidir.

Bir başka nokta küreselleşme yerelleşme ilişkisinin değerlendirilmesinde göze çarpmaktadır. Küreselleşme politikalarındaki, kültürün yerelleştirilmesi çabasının desteklenmesini anlamak oldukça güçtür. Zira küreselleştirici güçlerin temel politikası, karşısında duran ve ciddi bir güç olan millî kültürleri parçalayıp, nüfuz etme istikametinde direnci azaltmaktır. Böylece evvela kültürel sonra da iktisadî emperyalizmin yolunu açmaktır. Bütün bunların siyasî nüfuz ile birleşmesi ise meseleyi daha da ciddi ortamlara taşımaktadır. Dolayısıyla “evrenselleşmeye” evet, “küreselleşmeye” hayır görüşü hem tutarsız hem de samimiyetsiz bir izlenim bırakmaktadır. Buradaki ifadelerden yerel kültürel kıymetlerin inkârı gibi bir sonuç çıkarmak yanlış olur. Bunun gibi kültürel zenginliğimizin birer ifadesi olan mahallî kültürün ihmal edildiği veya edilmesi gerektiği düşüncesine ulaşmak da son derece hatalıdır. Ancak, mahallî kültür unsurlarının millî kültür zenginliği içerisinde yerini alması ya da ifadesini bulması gerektiği sonucu çıkarılabilir.

Küreselleşme karşısında mahallî kültürün millî kültüre ve küreselleşmeye rağmen boy gösterdiği iddiası temelsizdir. Zira, mahallî kültür, top yekün kültürün bir parçasıdır ve onun içinde mânâlı ve fonksiyoneldir. Dolayısıyla küreselleşmeyle sadece mahallî olan, millî olanın içerisinde kendini gösterme ve ifade etme imkânını arttırmıştır. Aksi takdirde, küreselleşme öncesi mahallî kültürlerin yaşamadığı gibi, yanlış bir mana çıkabilmektedir. Ya da bu insanların daha önce bambaşka bir kimlikle yaşadıkları gibi yanlış bir sonuç çıkabilmektedir.

Esasında küreselleşme ile birlikte farklılıkların farkına varılmaya başlanmıştır. Bazı düşünürlerin küreselleşmenin farklılaştırıcı etkisi dedikleri olgunun temelinde, farkın fark edilmesi yatmaktadır. Çünkü kültürler pasif birer alıcılardan ibaret değillerdir. Hiçbir kültür kendisine sunulan bütün unsurları olduğu gibi, aynen kabul etmez. Bir taraftan dışarıdan gelenin “yabancı”lığı, diğer taraftan kendisinin “farklılığı” birbirine bağlı olarak idrak edilir. Söz konusu yabancı unsur reddedildiği oranda da farklılığın altı çizilir. İşte bu noktada daha önce kendi tabiî ortamında hayat bulan kültürel unsurlar, karşı koymanın ve kendini ifade etmenin temel unsurları haline gelir. Birer direnç odakları olarak fonksiyon ifa eder. Dolayısıyla bu durumu, küreselleşmenin farklılaşmayı yaratıcı değil, onu ifade ettirici etkisi olarak yorumlamak daha doğru olacaktır. Nitekim, kitle iletişim araçlarının yaygınlık kazanması ve en küçük yerleşim birimlerine kadar uzanması, yine en küçük yerleşim birimlerinin dahi söz konusu vasıtalara sadece muhatap olmayıp aynı zamanda kullanabilmeleri ve kendilerini geniş bir sahaya ifade etme imkân ve kabiliyetini elde etmeleri, mahallî olanın millî ile çatışması ya da ona başkaldırması olarak yorumlamak, aynı özün farklı bir şekilde dile gelmesini görmezden gelmeyi ya da görememeyi ifade eder.

Bu çerçevede “yeni dünya düzeni” ve “küreselleşme” gibi isimler, yeni siyasî ve sosyal modelleri oluşturma çabalarının birer ifadesidir. Dünya siyasî konjöktüründe yeteri ölçüde etkinliğe sahip olmayan ve Türkiye gibi Türk dünyası ve İslâm ülkeleri ilişkilerinde yeni boyutlar kazanan ülkelere yeni şekiller biçilmektedir. Etkili ülkeler küreselleşme (globalleşme) sürecinde kendi kimliklerini koruyarak dünyaya daha fazla açılma, dünya ticaret hacminden daha fazla pay kapma peşinde iken; Türkiye gibi ülkelere bunun tersi aşılanmaya çalışılmaktadır. Nitekim millî bağımsızlık yerine karşılıklı bağımlılık, hükümranlık haklarından yeni dünya düzeni uğruna fedakârlık, ana dilimiz Türkçe gibi temel kültür unsurlarından uzaklaşma veya bunları yozlaştırma, üniter devleti zedeleme, Kıbrıs’ta olduğu gibi tavize yakın politika izlemek, yeni ve değişik bir şey söylemiş olabilmek için idarî yapımızda eyalet gibi garip yapılanma örneklerinin teklif edilmesi bu çerçeve içerisinde düşünülmelidir.[1]

Küreselleşme Karşısında Nasıl Bir Kültür Politikası

Kültür politikaları uzun zamandır, Batı dünyası karşısında kendi acziyet içinde gören ve aşağılık kompleksine yakalanmış aydın ve politikacıların elinde belirmektedir. Bu politikalarla millî kültür unsurlarına toplu mezarlar açılırken, yabancı kültür unsurlarına, seçici ve özümseyici çabalar sarf edilmeden, kapılar ardına kadar açılmakta, yabancı kültür istilası içeriden destek görmektedir. Bu bakımdan kültür politikasının Türkiye’nin acilen kendine güvenen, millî kültürünü özümsemiş, bunlara ilave olarak diğer medeniyetleri de anlayabilmiş kadrolar tarafından belirlenmesi gerekir.

Esasında yıllardır bir kültür bakanlığımız bulunduğu halde, bunun çalışma sahası ve prensiplerinin neler olduğu belirlenmemiştir. Birbiri ardınca gelip ideolojik tavırları birbirinden çok farklı görünen iktidarların hiç biri -eğri veya doğru- kültür sahasında belli prensipler ortaya koymadığı için, çalışmalar tam bir keşmekeş halinde yürümüş, neticede hiç kimseyi tatmin edecek bir iş yapılamamıştır. Hatta bu o kadar ileri gitmiştir ki, aynı siyasi parti içinden farklı bir kişi bakan yapıldığında bile, bir öncekinin çalışmaları bir kenara atılmakta oldukça farklı bir istikamette çaba sarfedilmektedir Bu bir kültür politikasının olmamasından kaynaklanmaktadır. [2]

Halbuki kültür hem bir savunma hem de atılım aracıdır. Kültürün bu manası dikkate alındığında anlaşılmaktadır ki, kültür programı, bir milletin kendisine mahsus hüviyetini muhafaza edebilmesi, çeşitli etkiler ve saldırılar karşısında millî varlığın temeli olan manevî servet unsurlarını, vatandaşların topluma yönelik bağlantılarını, sadakatlerini, yani bir insan toplumunu millet yapan bütün özellikleri korumak üzere meydana getirilmiş hem bir savunma ve hem de istikbale yönelik gelişmelerin, yenileşmelerin en etkin aracı olmak durumundadır. Böyle olunca bu plan günlük politikaların dışında kalmalı ve bir devletin politikasının gerekli aracı sıfatıyla benimsenmelidir.

Gündelik politikaların aracı olarak görülen kültür, önemli darbelere maruz kalmakta, milletin mukaddesleri politik çekişmelerin merkezine itilmektedir. Saldırılar karşısında etrafına psikolojik surlar örülen kültürel unsurlar, istikbali kurmanın temel taşları olma özelliğini kaybetmekte, içine kapanmaktadır. Buna bağlı olarak kültürün mana aleminin fiiliyata yansıması da ya mümkün olmamakta ya da bu, sıhhatsiz bir tarz almaktadır. Halbuki millî kültür, hem kendisine mahsus unsurları, kimliğini muhafaza etmek ve hem de belirli bir dinamizm içinde değişmek suretiyle varlığını koruyabilir. Güçlü bir kültürün ana vasfı istikrar içinde, asıl kimliğini koruyarak değişmesidir; millî kimliğinden büyük fedakârlıklarda bulunmadan yeni şartlara uyma kabiliyetini gösterebilmesidir. Böyle olunca millî kültür planının değişen şartlara uymak zorunu baki kalmakla beraber, ana kimliğini ve Türkiye’nin millî hedefleriyle olan irtibatını muhafaza edebilmesi için, bir demokraside zaruri olan iktidar değişmelerinden müteessir olmayacak surette sürekli bir uygulama şansına sahip bulunması zorunludur. Bu bakımdan politika ve politikacılar üstü bir kültürel istikametin belirlenmesi elzemdir.

Millî kültürümüze yabancı kültürler karşısında bağımsız ve itibarlı bir şahsiyet kazandırmanın birinci ve en önemli şartı, bu kültürü çağdaş standartlar karşısında değerlendirebilecek insanlar yetiştirmek, bu insanlardan meydana gelen araştırma ve eğitim müesseselerine her türlü resmî ve özel imkânı sağlamak, bunları yaparken de modern insanın kültürel ihtiyaçlarına cevap vermek durumunda olduğumuzu hiç bir zaman akıldan çıkarmamaktır.[3] Bu şartlar altında yabancı kültür unsurları ile karşı karşıya gelmekten endişe duyulmayacaktır. Elbette ki yabancı kültür unsurları alınacaktır. Ancak bu kendi ağacımız üzerine vurulan aşı gibi olmalıdır. Yoksa, noel ağaçları gibi şatafatlı lakin köksüz ve cansız olmamalıdır.

Kültür, cemiyeti oluşturan fertleri bir taraftan geçmişe bağlarken diğer taraftan da geleceğe taşımaktadır. Bu, dünü olduğu gibi bu güne aktarmak demek değildir. Mühim olan milletimizin ve tarihimizin kendi değerlerini ve potansiyellerini lâyıkı veçhile değerlendirebilmektir.[4] “Kökü mazide olan atiyim” sözü mucibince, semaya boy veren servilerin gücünü köklerinden alması gibi, gücünü kendi öz kültüründen alarak gelecek inşa edilebilir. Asırlık çınarların ihtişamla gök kubbe altında devleşmesi gibi, büyük binalar sağlam temeller üzerine yükselebilir. Güçlü ve derin köklerden mahrum ağaçların küçük rüzgarlarda birbiri ardınca devrilmesi gibi, sağlam bir kültürel maziye sahip olamayan milletin fertleri, dış etkiler karşısında mağlup düşecektir. Kendi öz kültürünü dimağında ve gönlünde süzüp, damarlarında dolaştıran nesil, dışarıdan gelebilecek her türlü mikroba karşı bağışıklığa sahip olacak, müdahaleler onu asla yıkamayacak hatta daha da güçlendirecektir. Gelecek böyle bir neslin elinde inşa edilecektir.

Bugünün gençliği zengin kültür mirasını pervasızca tahrip etmeye itilmektedir. Buna bağlı olarak da, gençlik, zengin babanın mirasyedi çocukları gibi, büyük birikime sahip Türk kültür mirasını yok etmektedir. Ülkü mahrumiyeti onları yabancı ideolojilerin insafsız pençesine düşürmekte, öz kültürünün derin manasını anlamak yerine birer ruhsuz ceset olan sloganların arkası sıra sürüklemektedir.

Devletin iki ana istikamette çalışması lazımdır. Bunlardan birincisi, kültür sahasında neyimizin var olduğunu tespit ederek bunları ortaya çıkarmaktır. Bu daha ziyade tarihi bir çalışmadır. Hepimiz bu milletin saklanmaya değer pek çok kültür eseri vücuda getirdiğini ve bunların bizim milli karakterimizin oluşmasında başlıca rolü oynadığını biliyoruz. Fakat bu eserlerin büyük bir kısmı gerek alfabe gerek dil değişikliği dolayısıyla bugünkü nesillere yabancı kalmıştır. İkincisi de çağdaş Türk kültürüdür. Çağdaş kültürümüzün teşekkülünde Türk milli kültürü esas olacak fakat bu kültür kökü yabancı kültürlerle devamlı temas edecek onlardan faydalanacaktır. Milliyetçilik esasına dayanan bir çağdaşlaşma bu şekilde olabilir. Şu halde, bir taraftan Türklerin çağımızda yarattığı fikir, sanat ve edebiyat eserleri milletimizin istifadesine sunulacak, bir yandan da bu kültürün gelişmesinde ona faydalı olabilecek bütün yabancı eserler bize aktarılacaktır[5]

Değişmeye ayak uydurmak ve kabul etmek gücü, kültür standartlarını yükseltmek ve kollektif hayatı düzenleyecek değerleri muhafaza etmek veya yaratmak suretiyle sağlanır. Değer sistemleri de, aksettirdikleri medeniyetler gibi, moral dokularındaki bozulma dolayısıyla çöker. Modern dünyada bu bozulmaya sebep olan faktörlerin en önemlilerinden birisi “değer yükü” taşımadığı zannedilen ancak gerçekte değer ile yüklü olan yeni teknolojinin yayılmasıdır. Zira her maddi kültür unsurunun arkasında bir inanç dünyası gizlidir. Yine önemli bir başka faktör de çağdaş iletişimin çok fazla gelişmesi dolayısıyla evrenin psişik hacminin küçülmesidir. [6] Milli kültürümüzü geliştirme ve yaymada böyle bir imkân ve vasıtadan bigane kalmamak gerekmektedir. İletişim vasıtalarına bigane kalmak bir taraftan bunların yıkıcı tesirine maruz kalma gibi bir neticeyi doğururken, diğer taraftan da çok önemli bir vasıtadan müspet manada faydalanmaktan uzak durulmuş olunur. 

Maddi ve manevi varlığımızın, milli bünyemizin özelliklerinden ilham alarak geliştirilmesinde, Devletimizin ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütün halinde korunması, yaşatılması ve güçlendirilmesinde, manevi beraberlik ve dayanışmamızın güçlü, bağlayıcı, bütünleştirici ortak milli tutum ve davranışların hulûs ve sadakatle bağlantıların geliştirilmesinde milli kültürümüz, tükenmez bir kaynak teşkil etmekte ve bu bakımdan önemli bir rol oynamaktadır.[7] Bugün Türkiye üzerinde küreselleşme adı altında oynanan oyunların, milli kültürün bütün bu sayılan boyutlarını bertaraf etmeye yönelik olduğu göz önünde bulundurulmalı ve bu ilkeler çerçevesinde tedbirler alınmalıdır.

Küreselleşme ile ilgili tehlikelerden söz eden karşı durumlar incelendiğinde görülmektedir ki, meselenin sadece iktisadî boyutuna işaret edilmekte ve küreselleşme kapitalist sömürünün yeni aracı olarak tanımlanmaktadır. Ancak böyle bir karşı durmaya rağmen meselenin kültürel boyutu ya ihmal edilmekte ya da bizatihi kültüre yönelik küreselleşme/küreselleştirme politikaları desteklenmektedir. Halbuki günümüzde iktisadî sömürü, ilk kapitalizm çağındaki gibi doğrudan sömürü şeklinde ortaya çıkmamakta, “kültür dolaylı sömürü” şeklinde kendisini göstermektedir. Bu çerçevede evvela kültürel benzeşme sağlanmakta, ya da başka bir ifadeyle “evrensel kültür” oluşturulmaya çalışılmakta, akabinde ön kabulü sağlanmış olan iktisadî ürünler de bu pazarlara sokulmaktadır.

Küreselleşme karşısında, derinlere kök salmış bulunan Türk kültürünün gücünü yitirmesi Amerikalı olmadan Amerikanlaşmayı, Hıristiyan olmadan Hıristiyanlaşmayı doğuracaktır. Mücadele psikolojik gücün ilanı merkezinde cereyan etmektedir. Kaçınılmazlığın kabulü, “aynîleşme” istikametine kaymayı ortaya çıkarmaktadır. Bu noktada ise alabildiğine benzeşme ortaya çıkmaktadır. Burada millî kültürün rolü kendine güven unsurunu oluşturmasında ortaya çıkar. Son derece köklü Türk kültürünün gücü sayesinde bir taraftan mahkûmiyet önlenebilir, diğer taraftan ise mücadele ya da karşı koyuşta alt yapı temin edilmiş olur. Bu şekilde oluşan kendine güven duygusu lüzumsuz hayranlığı önlediği gibi, sonuçsuz düşmanlığı da bertaraf edecektir.

DİPNOTLAR

 


[1] ERKAL, M.: Sosyoloji (Toplumbilimi), İst., 1995, sh.144-145.

[2] GÜNGÖR, E.: “Milli Kültür Politikası”, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, (Haz. E. GÜLER-E. KILINÇ), İst., 1993, sh. 86.

[3] GÜNGÖR, E.: Dünden Bugünden, İst., 1997, sh.158.

[4] ÖZAKPINAR, Y.: İslâm Medeniyeti ve Türk Kültürü, İst., 1997, sh.139.

[5] GÜNGÖR, E.: A.g.m., sh. 88.

[6] Milli Kültür, V. Beş Yıllık Kalkınma Planı Özel İhtisas Komisyonu Raporu, Ank, 1983, sh.13.

[7]Aynı eser, sh.20.