Kilis ve İstanbul’da Meşk Vakti

136

Sosyal ve kültürel hayatımız her geçen gün savruluyor mu ne?
Çoğu zaman hamasetle, maziyle, kolaycılıkla teselli olmaya başladık. Oysa
kaynaklar arttı, iletişim hız kesmiyor, dönüşüm ve gelişimin modeline bile
ulaşılamıyor. Allahtan üç beş gönüllü aydınımız var da bu konuda kültürel ve
sanat hayatımıza örnek olmayı sürdürüyorlar.

 

Makam Ve Usul Olmazsa
Olmaz

 

Daha ilkokula (1952) giderken Kilis’teki evimizin hemen
bitişiğinde Ulu Camii, 20 adım uzağında ise Şıhlar Camii vardı. Evimiz iki
cami, iki kültür merkezi arasında idi. Caminin müştemelatında bazı talebeler
kaldığı gibi, bazı hücrelerinde(oda) hocalar Kur’an öğretirdi. Ulu Camii İmamı
Hacı Ömer Beşe merhum Arapça gibi Fransızca da bilir, batıdan Moliere, doğudan Sadi
ve Mesnevi okurdu. Çocuklara önem verir, okuduklarını yansıtırdı. Odasında
bizimle yaptığı sohbetleri dün gibi hatırlıyorum. Din adamının çıtası böyleydi.
Namaz saatlerinde ise okunan ezanlar evimizden duyulmakla kalmaz, aşk ile
dinlenirdi. Çünkü müezzinlerin sesi, terbiye edilmiş, eğitim görmüş, bir
geleneği sürdüren seslerdi. Sabah saba, öğle rast, ikindi hicaz, akşam segah,
zaman zaman da eviç ve rast, yatsı ezanı uşak ve Hicaz, nadiren de rast makamında
okunurdu. Dini otoritelere göre; mutlu ve acılı günlerimizdeki törenlerde okunan
Kur’an-ı Kerim dini musikimizin önemli formlarından saba, zemzeme, bestenigar
ve dügah makamında okunurdu. Daha sonra mevlit, tevhit ve münacaata sıra gelir,
bunlara aynı makamla devam edildiği gibi bazen muhayyer, uşak ve ısfahan
usulünde okumalar sürerdi. Yani bunların tümü de bir ses, bir usul, bir kıraat
eğitimi sonrası elde edilirdi. Dolayısıyla hepsi birer usta idi. Ulu Camii
Müezzini Lübük Mehmet’in her minareye çıkışını veyahut mevlit okuyuşunu
insanlar heyecanla, şevkle beklerlerdi. Zaman zaman gerek düzenlenen amin
alaylarında ve gerekse minareden çocuklarla birlikte okunan ilahilerde de bir
makam ve bir usül vardı. Gerek Tekye ve gerek Kara Kadı Camileri olsun bütün
camilerimizin görevlileri eğitim görmüş, ustaların icazet verdiği kimselerdi. Özellikle
önemli musiki bilgileri vardı. Nota değil belki, fakat makam ve usul
uyguladıkları, yaşadıkları husustu.

 

Ailelerde Musiki

 

O yıllarda 17 bin nüfusu olan Kilis’te ailelerden bazıları
da öyleydi. Çoğu evde bir ud olduğunu hatırlıyorum. Yengem Meliha Hanım
rahmetli çok iyi ud çalardı. Hemen evimizin bitişiğinde ve Ulu Camii
yakınındaki Öğretmen Nuri Ulusoy’ları evi de bir müzik mektebi gibiydi. Essüm
hanım ud çalardı. Oğlu öğretmen Nahit Bey Keman. Sokaktan geçenler durup dillendirilen
şarkının bitmesini beklerlerdi. Merhum Nahit Ulusoy’un başkanı olduğu ve
yıllardın faaliyetlerini sürdüren Kilis Musiki Derneğini bugün için, nüfusu 200
bini geçen Kilis’te, kamudan katkısız Uğur Elhan ve arkadaşları sanatçılar
devam ettiriyorlar. İyi ki varlar. Üstelik kendi yağlarında kavrulmaya
çalışıyorlar. Herhangi bir güçlü destek almıyorlar, alamıyorlar.

Annennemlerin yanı başındaki Alaeddin Yavaşca’nın Kilis
Tekye Camii bitişiğindeki evleri de öyle. Adeta önemli bir musiki okuluydu.
Ailenin çoğu mutlaka bir enstrüman çalar, birkaç usül bilirdi.

Çekmeçeli Camii bitişiğindeki Şıh Efendi’nin Tekkesinde de
zikirler belli bir makam ve usulle yapılırdı(1967). Kilis’te maruf ailelerin
tümüne yakını musikiyle yakında alakadar olurdu. Gaziantep Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Yavuz Coşkun dostumuz bölgedeki dini hayat üzerine böyle bir etkinlik
(2012) gerçekleştirmiş, tebliğleri kitaplaştırmış ve büyük bir alaka ile takip
edilmişti. Aynısını bendeniz de Kilis Üniversitesi’nde “Kilis’te Dini Hayat
Sempozyumu” önermiş, kaynak ve kadro da bularak bir program teklif etmiş,
ilgililere göndermiştim. Ancak uygun görülmemiş ki gerçekleşmedi!.

 

Dersaadet Herşeyde
Önde

 

Kilis’ten Üniversiteye gittiğimizde de(1960’lı yıllar) nüfusu
ancak 2 milyon kadar olan İstanbul’da onlarca sivil ve resmi musiki ekolleri
vardı. Özellikle selatin camii görevlilerinden bile musiki, usul, makam
öğrenmek mümkündü. İstanbul Belediyesi’nin Süheyla Altmışdört yönetimindeki
konservatuvarı yanında, Gümüşsuyu’nda İstanbul Teknik Üniversitesi Türk
Musikisi Korusu, Üsküdar’da Emin Ongan Musiki Cemiyeti gibi onlarca kurum ve
kuruluş vardı. Özellikle Elmadağ Şan Sineması’nda dönüşümlü olarak gerçekleşen Pazar
günleri, bir hafta Türk Halk ve bir hafta Türk Sanat Müziği Konserleri
gençliğin olmazsa olmasıydı. Ücreti bir üniversite öğrencisinin verebileceği
kadardı. Münir Nurettin Selçuk’u bile Şan Sinemasında tanımıştık. Tercüman
Gazetesi, günümüzdeki medya gibi değildi; Spor Sergi Sarayında okuyucuları için
muhteşem konserler verdirirdi. Mesela Hamiyet Yüceses vs.

 

Seyrantepe’de Sanat
Akşamları

 

Günümüzde ise İstanbul’da iyi ki TURİNG var. Bir akademi
gibi kabiliyetli 1000 kadar üniversiteli genci hem eğitiyor, yediriyor, içiriyor,
yemeyi içmeyi öğretiyor, hem atölyeleriyle birer hobi sahibi yapıyor, kitap,
dergi ve yurtdışı ile tanıştırıyor. Özellikle gençlerimizi Kültür ve Turizm
Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü İstanbul Devlet Türk Müziği Araştırma
ve Uygulama Topluluğu’nun sanatçılarıyla bir araya getirmesi, konserlere imkan
vermesi her türlü takdirin üstündedir. Bu yıl Meşk Vakti diye başlattığı programda
15 gün arayla birbirinden kıymetli sanatçılar Berke Meyman, Gizem Nur
Copçuoglu, Murat Irkılata ve Esra Çelik Tokgöz’ü dinledik. Sanatçılarımıza
Atilla Akıntürk(kanun), Elif Canfeza Gündüz ve Emre Erdal (kemençe), Furkan
Resuloğlu(tanbur), Furkan Topçu ve Volkan Yılmaz(ney), Osman Kırklıkçı(ud),
Serdar Özdemir(viyolonsel), Serdar Bişiren ve Ümit Atalay(ritim), Volkan Yılmaz
(ney) eşlik ettiler. Sanat Yönetmeni de bir başka sanatçı Şükrü Türkmen. Bu
sanatçılar genç insanlar. En fazla orta yaşın üstünde. Bu isimler musikimize,
geleneğimize ve yarınımıza sahip çıkıyorlar böylece. İzleyicilerin tümüne
yakını da Üniversite okuyan gençlerimiz. Böylece bir sanat ve sanatçı muhitine
sahip oluyor, konser dinleme usullerini öğreniyorlar. Çünkü konserlerde
telefonlar kapatılıyor, resim çekilmiyor, salondan dışarı çıkılmıyor,
konuşulmuyor, çıt çıkmıyor, yönetmenin müsaade ettiği kadar alkışlanabiliyor.
Hatta konuklar bugün için unutulan belli bir kıyafetle konsere gelebiliyorlar.
Hem saygı duyuyorlar ve hem saygı görüyorlar.

 

Tarihi Gelişimi
İçinde Türk Musikisi

 

Musiki tarihimizle gençler baş başa kalıyorlar. Dede Efendi,
Hacı Arif Bey(merhum Yücel Çakmaklı Ahmet Özhan’ın başrolü oynadığı filmini
çekmişti), Faik Ali Bey, Şevki Bey, Rahmi Bey, İsak Varon, Kemani Salih Efendi,
Hafız Mehmet Eşref Efendi, Lem’i Atlı, Şevki Bey, Leyla Saz, Bimen Şen,
Alaeddin Yavaşça, Yorgo Bacanoz, TRT’den aziz dostum bestekar merhum Cinuçen
Tanrıkorur, Şadi Işılay, Rüştü Şardağ, Alaeddin Şensoy, Nikağos Aga, Rakım
Elkutlu, Saadettin Kaynak, Vecdi Bingöl, Muhlis Sabahattin Ezgi gibi
sanatçılarımızı ve eserlerini tanıyorlar. Üstelik bu sanatçıların çoğunun din,
dil ve inançları ayrı olmasına rağmen onlarcası kendi öz musikimizde bir araya
gelerek devleşiyor, bir arada yaşamanın en güzel örneğini veriyorlardı.

“Aldı beni, aldı beni iki kaşın arası/ Yaktı beni kül eyledi
kaşlarının karası/ İçinizde tabip yok mu, nedir bunun çaresi” diyen Bestekar
Çorlulu Aşık’ı, “Bir vecd-i cünun-sate düşüp el ele kalsak/ Yükseklere
yükseklere yükseklere çıksak/  Hakilere
mahsus olan adetleri yıksak” diyen Faik Ali Beyin güftesini besteleyen
Osmanlıların 36. Ve son Padişahı Sultan Mehmet Vahdeddin Han’ı tanıyoruz ve
böylece bilinmeyen özelliklerini daha öğreniyoruz. Demek ki hakanlar, liderler,
krallar da sanatçı olabiliyor, sanata alaka duyabiliyorlar. Divan şairi
muhammes ve gazel ustası Enderuni Vasıf’ın (1759-1824) şiirini besteleyen bir
başka padişah 3. Selim’in sanatçı yönünü böylece keşfetmiş oluyoruz.

 

Yaşasın Sanat

Şöyle bir bakıyorum da bazen güfteler besteden, bazen
besteler güfteden önde ve bazen de ortaklaşa çok etkileyici oluyorlar. Adeta
unutulan, bazen hala içimizde yaşayan güzelliklerimizi ve duygularımızı
hatırlatıyorlar. İşte bir tanesi; “Manada güzel, ruhta güzel, tende güzelsin/ Ey
sevgili, sen elde değil, bende güzelsin”. Ermeni Osmanlı vatandaşı Nikağos
Aga’nın “Bıktıran candan bu üç şeydir beni/Bir gönül, bir baht, bir çehr-i
deni”. Çehr-i Deni baş ve yüzden başka bir tarafını yaralamak. Mecazi manada
kullanmış. Dilin zenginliği böyle bir şey işte. Mesela kibarca sövmek,
küfretmek gibi. Kelime hazinemizi de artırıyor şarkılar, güfteler, bizi
lüğat-sözlük okumaya da teşvik ederek bilmediklerimizi öğrenmeye çalışıyorlar.
O zaman yaşasın sanat.

Kemani Salih Efendi “Ben neden düştüm, neden bilmem böyle
ateş pareye/ Va esafa biçare gönül heyhat aldanıyorsun” diye dursun; Prof. Dr.
Alaeddin Yavaşça “Güneşin kavurduğu rüzgârın savurduğu/ Feleğin hep vurduğu bir
garip aşığım ben” diye Kemani Salih’e yol gösteriyor, tavsiyede bulunuyor.
Teselliyi ise insanlar Yesari Asım Arsoy’da buluyor; “Ümitlerim hep kırıldı,
yâri artık gelmeyecek/ Göz yaşlarım dökülürken, busesiyle silmeyecek/ Beni bir
gün güldürmedi elbet o da gülmeyecek/ Ayrılsam da ağlasam da bende bu aşk
ölmeyecek”

Hayat pahalılığı, enflasyon, zamlar, kuyruklar umrunda
değil, hatta tanımıyor, bilmiyor bile Lem’i Atlı ve Avram Naum “Son aşkımı
canlandıran en tatlı emelsin/ Bir hande-i sevda gibi bin zevke bedelsin/ Ettikçe
tebessüm akıyor nur-u letafet/ Halinde de var başka eda, başka zerafet/
Mecliste de tenhada da her yerde güzelsin.” Böylece noktayı koruyor.

 

Ayrılık Çeşmesi’ndeki
Ayşe Kız’ın Köyü

Artık günümüzde aşk yok. Sanki duygular törpülenmiş gibi.
Dünyevilik fazla. Zengin, arabası ve evi olan, hayatını pahalı mekanlarda devam
ettiren kız veya erkek arkadaş olunca aşk, bu dünyevilikte her ikisini de terk
ediyor. Artık selamlaşmak bile bir ayrıcalık oldu. Saadettin Kaynak ve Vecdi
Gönül de aynı kanaatte “Günaydın sevgiliye, günaydın; gönül aydın günaydın/
Dalında biteviye şakıyan ben olaydım” demek, mutlu olmaya yetiyor.

Mutluluğun bir formülü olsa sanırım herkes bir kere
deneyecek. Galiba sanat bunun üstesinden geliyor ve gelecek. Öyleleri vardır ki
önce Rahmi Bey gibi “Ey Dilber-i işvebaz/ Nedir bu sendeki naz/ Yeter ettiğin
niyaz/ İşte hazır ince saz/ Oynasana dil-i nüvaz/ Gönül eğlensin biraz” deyip
meseleyi kapatacak, yüreğiyle başbaşa kalacak.

Öte yandan “Oturmuş testi elinde çeşme başına/ Oyalı yemeni
sarmış Ayşem başına/ Kıvrak Ayşe kız, oynak Ayşe kız, şakrak Ayşe Kız şen/
Köyün biricik kızı Ayşe kız, vurgunum sana ben” diyen Muhlis Sabahattin Ezgi
Kadıköy, Bakırköy, Çengelköy ve Ataköy’deki Ayşe’yi anlatıyor esasında, ama bir
zamanların Ayrılık Çeşmesi’ndeki Ayşe Kızı. Onlar ise beyaz atlara binip
gittiler.

İyi ki sanat var, hep kalıcılık bırakıyorlar arkalarında,
önlerinde.

İstanbul Seyrantepe’de Meşk Vakti’nde öyle.. bir zamanlar
Kilis’te de öyleydi; Yaşasın Sanat.