Kardeşlik Hukuku ve Kur’an (11)

107

     Evet, herkes dünya
denen bu çölde bir seyyah / bir gezgindir. Çöl mü? Nasıl çöl olur der
gibisiniz? Şırıl şırıl akan ırmakları, yemyeşil çimenleri, göğe uzanmış
ağaçları, binbir çeşit meyvaları, renk renk çiçekleriyle; nasıl olur da çöl
sayılır?

     Hele dünyanın üçte
ikisi sularla kaplıyken, nasıl olur da çöl sayılır? Cennet asa / Cennet gibi
vasıfları saymakla bitip tükenmezken, nasıl olur da çöl sayılır?

     Üstelik, dünyamız
uzaydan mavi bir bilye gibi gözükmüyor mu? Bütün bunlar doğru sevgili okur!
Geçici olmakla beraber, her şeyiyle elbette dünya güzel. Güzel ne kelime,
güzeller güzeli. Kâinat / evrenin bir tanesi. Kâinatın gül tanesi. Dünya
evrenin incisidir.

     Peki öyleyse niçin
dünya çöl olarak vasfedilip niteleniyor derseniz? Derim ki, dünya şüphesiz bu
hâliyle Cennet gibi. Güzel mi güzel. Çünkü güzel olan Allahın isimleri /
Esmaülhüsnânın özellikle Cemal isminin tecelli ettiği mekân / yerdir.

     Fakat dünyanın
bütün bu güzellikleri, Cennet’le kıyaslanınca çöl hükmündedir. Yemyeşil, zümrüt
gibi hurma ağaçlarıyla, yerden fışkıran sularıyla, cıvıl cıvıl öten kuş
sesleriyle bir vahayı göz önüne getirelim bir an. Ve bu vahanın etrafını
çeviren çöle bakalım bir kez. Vahaya nazaran çöl nasıl sönük kalırsa.

     Cennet karşısında
bir çöl hükmünde olan dünya da, o nispette sönük kalır. Yoksa dünya muhakkak ki
çok güzel. Fakat Cennet’le karşılaştırılınca, vahaya  nispetle dünya ancak bir çölü andırır. Zira
dünya âdeta gölgeler âlemidir. Asıllarının yeri ise Cennet’tir. Yani
Esmaülhüsna’nın asıl tecellileri Cennet’te zuhur ediyor, daha da edecek /
Cennet’te kendini gösteriyor, daha da gösterecek.

     Dünyadaki zuhûrât
/ ortaya çıkışlar ise, Esmaülhüsna’nın gölgeleridir. Esmaülhüsna’nın gölgeleri
bile, böyle güzel bir dünya oluşturuyorsa, Esmaülhüsna’nın asıllarının
oluşturacağı Cennet; dünyadan kat be kat güzel ve muhteşemdir. İşte dünyanın
çöl diye nitelenmesindeki hikmet / maksat ve gaye bu olsa gerek.

     Böyle bir
dünyadaki insan ise, bazen demirden sert, ama çok zaman pamuktan yumuşaktır.
Hastalık onu yere serer, bir anda sararır soldurabilir. Gerçekten insan çok
acizdir. Açlığa dayanamaz. Lâkin çok da yiyemez. Susuz kalamaz. Fakat çok da
içemez. Uykusuz edemez. Fakat devamlı uyuyamaz. Hele yalnız hiç yapamaz.
Soğukta kalamaz. Sıcağa gelemez. Sözü ne yere geçer ne göğe. Olacaklar
karşısında elinden bir şey gelmez. Kendi vücuduna bile hâkimiyeti çok sınırlı.
Bedendeki iradeli ve isteğe bağlı hareketleri sayılıdır.

     Velhasıl insanın
aczi ve fakrı hadsiz / sınırsız. Evet insan fakirdir. Fakat bu fakirlik bizim
bildiğimiz ve yoksulluk mânasına gelen fakirlik anlamında değildir. Eğer böyle
sanılsaydı, Hz. Muhammed: “Veren el, alan elden üstündür.” demezdi. Şayet böyle
anlaşılmış olsaydı “Çalışanı Allah sever.” anlamında hükmedilmezdi. Böyle bir
mâna taşısaydı, Kur’anı Kerîm “İnsana, ancak çalıştığı vardır.” (Necm: 39)
demezdi.

     Böyle sanılmış
olsaydı, Hz. Peygamber: “Ben fakrımla övünürüm.” anlamında konuşmazdı. Nitekim
menfî felsefenin karanlık kanunları hayale, dünyayı dehşetli bir âlem olarak
gösteriyor. Çünkü yaşlı dünya yetmiş defa top güllesinden daha hızlı bir
hareketle, insan yürüyüşüyle 25 bin senede alınabilecek mesafeyi bir senede
kat’ etmektedir.

     Üstelik bu köhne
dünyanın her an dağılması ve parçalanması da mümkündür. Çünkü dünyamızın içi
zelzeleli. Kendisi ihtiyar ve çok yaşlı. İşte zavallı insan, âlemin sonsuz
fezasında böyle bir dünya üstünde seyahat etmekte. İnsanın bu vaziyeti,
vahşetli bir karanlık içindeymiş gibi görünüyor. Bu durum insanın başını
döndürüyor, gözünü karartıyor.

     Yine insan âlemine
bu gözle bakıldığında; o âlem, çok zulümatlı / çok karanlık ve çok dehşetli
görünmektedir. Ki dehşetinden feryat figan edilir / ağlanıp sızlanılır. İnsana
eyvah dedirtir.

     Çünkü insanın
ebede uzanıp giden arzuları, emelleri var.

     Çünkü insanın
kâinatı kapsayan tasavvurları, fikirleri var.

     Çünkü insanın beka
ve ebedî saadeti ve Cennet’i gayet ciddî isteyen himmetleri, istidatları var.

     Çünkü insanın
hadsiz maksat ve istekleri var.

     Fakat bütün bunlar
karşısında, gayelerini gerçekleştirmek için elinde ihtiyaç, zaaf, fakr ve
aczinden başka bir şey yok! Üstelik insan her yerden, her yönden hücumlara
uğramakta! Sayısız musibetlere düşmekte, sayısız düşmanlarla karşılaşmaktadır!

     Bütün bunlarla
karşı karşıya kalan bîçare insanın ömrü ise, gayet kısa. Hayatı ise gayet
dağdağalı. Sıkıntı ve zorluklar içinde geçmekte. Geçim derdiyle bocalayıp
durmakta. Kalbi acılarla kıvranmakta, daima ayrılık belâsı içinde yanıp
kavrulmaktadır.

     Gaflet içinde
olduğu için, kabir ve mezarları; sonsuz bir karanlığa açılan bir kapı olarak
görmekte.

     Gaflet içinde
olduğu için, insanların birer birer, grup grup mezar denen o karanlık kuyuya
atıldıklarını görmekte. Aslında böyle olmadığı hâlde böyle sanmakta. Bu da
insanı dehşete düşürmektedir.

     Çünkü Allah
kuluna, kendisine nasıl muamele edeceğini sanıyorsa, ona öyle davranacaktır.

     Çünkü Allah, bir
kudsî hadiste: “Kulum Beni nasıl tanırsa, ona öyle muamele ederim” diyor.

     Evet insan; aczi
ve düşmanların çokluğundan dolayı, bir istinad / dayanak noktasına muhtaçtır
ki, düşmanlarını def’ için, o noktaya sığınabilsin. Yine ihtiyaçlarının çokluğu
ve fakrı sebebiyle bir istimdad / bir yardım noktasına gereksinim duyar. Ki
onun yardımı ile ihtiyaçlarını karşılayabilsin.

     İnsan, kendi
zatında fakirdir. Hiçbir şeyi yok ki, ona dayansın. Kendine güvensin. Hiçbir
rengi yok ki, onunla görünsün. Başka şeyleri de tanımıyor ki, ona yönelsin.
Tıpkı ayna gibi.

Önceki İçerikVeresiye Defterleri
Sonraki İçerikYakındaki Teröristi Göremeyen Uzakta Terörist Arıyor
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.