Kadınsı…

54

Kadına şiddetin konuşulduğu şu günlerde kimse farkında değil fakat
Türkiye de kadınlar sessiz direnişlerini ve intikamlarını almayı sürdürüyor. Biz
erkekler farkında değiliz sadece…

Eşitler arasında; sevgiye, saygıya dayalı eşler arası dostluk ilişkisi,
efendi köle ilişkisi içerisinde bir direnişe dönüşmekte farkında olmadan…

Tahakküm ve direniş sanatları kitabında J.C.Scoot ın bahsettiği gibi;  Efendi köle ilişkisi içerisindeki insanların kendileriyle
ilgili kaygılarından dolayı uğradıkları haksızlık ve aşağılanmalara karşı,
dedikodu, alaya alma, sessiz kalma gibi davranış şekilleriyle direnmektedir
köle…

Tanıdık gelmeye başladı mı biraz? Bu arada kadınla ilgili Alev Alatlı
verdiği bir röportajda;“Benim
gözlemlerime göre Türk toplumunun ataerkil olduğu şeklindeki anlayış
doğru değil. Tersine biz anaerkil bir toplumuz.”
.
 
dediğini duyduğunuzda “hadi canım ordan biz de evin reisi erkektir”
Dediğinizi duyar gibiyim. Fakat yanılıyorsunuz. Türk toplumu tam anlamıyla kadınsı bir
insan kalabalığı.
Öncelikle İngiliz Psikoterapist ve Konstelasyon Çalışmaları Uygulayıcısı Vivian
Broughton tarafından yazılmış, Ebru Altan tarafından Türkçeye çevrilmiş
istenmeyen çocuk ve kimlik travması konulu makaleyi okumanızı tavsiye ederim.
Tezimin dayanaklarının temeli burada yatıyor …

Siz hala Annenizin Babanıza aşık olduğunu mu
düşünüyorsunuz?

Annenizin Hayallerinin ne olduğunu bileniniz
var mı acaba?

Annenizin size olan sevgisi gerçek bir sevgi
mi yoksa vücudunun bir uzantısı gibi işlevselliğe mi dayalı?

Eğer üzerinde hiç düşünmediyseniz ya da bu
konuda bilgi sahibi değilseniz “MAKTUL”
olduğunuzun farkında olmayabilirsiniz.

Kısaca nedensellik ilkesi çerçevesinde,  Sherlock Holmes’lik yaparak olayı kronolojik
olarak anlatayım.  

Olay Bilge Kağan yazıtlarına dayanmakta aslında Türkün
töresi derki; Kızı isteyen Kağan da olsa, Bey de olsa kız istediğine verilecek.  Ne zaman ki töre unutuldu, Türk erkekleri
kadınsı olmaya başladı. Acele etmeyin devamı var. Türklerin Müslüman
olmalarından sonra törenin yerini Arap seviciliğinin alması ve Arap
geleneklerinin dinin emirleriyle karıştırılması sonucunda kadın bir birey
olmaktan çıkmaya ve cinsiyet merkezli 
bir nesneye dönüşmeye başlamış.

İlk doğan kıza verilen elif, ikinciye saniye, üçüncüye
Tilte (Harran yöresindeki Araplarda 
kullanılır), dördüncüye Rabia  isimlerinin
verilmesi gibi. İlahi Emirler mümin erkekler ve mümin kadınlardan çok sadece
mümin kadınlara cinsiyet merkezli olarak uygulanmaya başlandıkça kadınların
insan olarak erkekler gibi eşit olduğu anlamı yerine bedensel farklılıklardan
kaynaklı cinsiyete dayalı özellikler anlam olarak baskın hale gelmiş.

Artık kadın eşitlikçi bir hayat ortaklığından efendi köle
ilişkisine doğru evrilmiş ,işte direniş ve intikamda burada başlamakta.
Unutmayın intikam soğuk yenen bir yemektir…

Velhasıl artık alınan, verilen kadın erkek ilişkisinde  işe Allah’ın emri Peygamberin kavli
karıştırılmıştır bile Artık kız istenen, ailesi tarafından verilen nesne,  evinin kadını çocuklarının anası olmaya aday
bir bereket aracı … Sakın feministçe bir yaklaşım olarak algılamayın, mutlu
bir evlilik  ve karşılıklı rıza var ise,
evin reisi hayat arkadaşını  her daim
hatırlıyor ve seviyorsa, kadın da kendini   kocasına 
eş/-it olarak görüyor ise doğacak çocuklardan  yana korkmayın ama  kader birçok kadınımız için ağlarını yüzyıllar
önce örmüştür bile.

Makaleyi okuduğunuzu varsayıyor ve hızlıca Erkeklerin
ruhunun öldürüldüğü ve bağımlı bir sevgi ağına nasıl düştüklerine devam edeyim.
Sevgisiz birlikteliklerin sonucu ya da kadına yüklenilen çocuk doğurma
vazifesinin yerine getirilmesi sonucunda vakitli ya da vakitsiz dünyaya
getirilmek üzere atılan her tohum-doğum daha anne karnında kişiliği ikiye
bölünerek kendi payını öldürmek zorunda kalmaktadır. Artık ÖZBENLİĞİ tamamen savunmasız ama tam anlamıyla bağımlı
olduğu anne karnında öldürülmüş tabiri caiz ise İT gibi  bir
bağlılıkla artık annesinin bir parçası olarak doğmuştur.

Anneler ise genellikle,
kendi erken yaşta yaşadıkları travmalarının etkisi ile özbenliklerini
parçalamak zorunda kalmış haldedirler. Bu yüzden gerçekleri algılama şekilleri
yaralanmıştır ve bir çocuk sahibi olma sebepleri de karmaşıktır. Çocuğu
kendinden bağımsız, ayrı ve özgün bir birey olarak algılamak yerine kendine ait
bir parça, bir uzantı şeklinde algılar. Bebeği, kendine ait bir hayatı olan
ayrı bir özne olarak görmek yerine nesneleştirmeye, kendi yaşamında ona keyif
verecek bir obje olarak görmeye, bir eşya gibi kullanmaya eğilimlidir.

Anne karnındaki bu erken
dönemde, ilişkinin biçimi belirlenir, annenin benliği baskın çıkar, anne
çocuğunu sağlıklı parçası ile net olarak göremez, ancak kendi yaşamda kalma
içgüdülerinin, tam olarak bilemediği arzularının perdesi arkasından görebilir.
Anne ile çocuk arasında sağlıklı ilişki kurulan anlar olabilir ama sadece
anlıktır bunlar. Kendi istek ve ihtiyaçları çocuğunkilerin önüne geçer ve çocuk
buna karşılık hiçbir şey yapamaz. Ve bütün bunlar daha çocuğun, ileride
muhakeme ve anlama yetisini sağlayacak olan NEO-KORTEKSİ gelişmeye dahi başlamadan olur. Hamilelik
boyunca çocuğun beyninin aktif olarak çalışan bölümleri; beyin sapı (sürüngen
ya da ilkel beyin), limbik sistem (memeli ya da duygusal taraf) ve sözel
olmayan yerlerdir. Yani çocuğun bu yaşananlar ile ilgili hafıza kaydı olması
mümkün değildir, deneyime ulaşması imkânsızdır (deneyim yaşanmış ve orada
olmasına rağmen) ve her şey bilinçaltının derinliklerinde kaybolacaktır.

Çocuk
annesinin istek ve ihtiyaçları ile sabit bir şekilde özdeşleşmiş halde
büyümesine devam eder, belki sonrasında aynı şeyi babası, öğretmenleri,
arkadaşları, patronu ve diğer insanlar için de yapacaktır. Bunun sonucunda
bilinçsizce, kendi kimliğini başkalarına göre yaşamayı öğrenir, hatta içinde
bulunduğu gruplara, yaşıtlarına, idolleştirdiği ünlülere, spor takımlarına, bir
milliyete, bir siyasi partiye ya da siyasi harekete göre…Tanıdık  mı geldi yine???

Özdeşleşme, kimlik travmasının ana yaşamda kalma
stratejisidir. Çocuk, annenin istek ve ihtiyaçları ile özdeşleşmek zorunda
kalır ve büyüdüğünde de ancak başkalarının istek ve ihtiyaçları ile
özdeşleşerek kendini tanımlayabilir, kendini ancak başkalarının gözünden
görebilir.

Toplumun fanatikleri, sevmeyi bilmeyenleri, ya benimsin ya
toprağın diyenleri, kişiliksizleri, birey değil sürü olmayı seçenleri böyle
dünyaya gelmektedir. Artık içinde yaşadığı toplum; toplum olmaktan sürüye doğru
evrilmeğe başlamış. Sanatçı, düşünür özgün bireylerden değil de şekilsiz,
renksiz ne istediğini bilmez bir sürü haline dönüşmeye başlamıştır, ve bu
zincirleme reaksiyon nesiller boyu sürecek bir kan davasına dönüşür.

Ve kadının direnişi anne karnında başlamış doğurduğu çocuk
ile intikamını toplumdan almıştır. Farkında olmadan sessizce ve bilinçsizce…