İslâm ve Batı Medeniyeti  (2)

269

     Deha, nefse ve cisme bakıyor. Tabiata giriyor. Nefsi tarla ediyor. Nefse ait yetenekler gelişip filizleniyor ve büyüyor. Ruhu hizmetçi ediyor. Kabiliyet tanelerini kurutuyor.

     Hüda, dünya ve ahiret hayatına saadet veriyor. Dâreyne / her iki dünyaya, yani dünya ve ahirete ziya / ışık neşredip yayıyor. Tabiatiyle insanı da yüceltmiş oluyor.

     Sadece dünyayı gören tek gözlü Deha ve Akıl; dünyadan sadece hayatı anlar! Maddeperest / maddeci, maddeyi, ona taparcasına seven ve ondan etkilenen bir mahiyet alır. Kısaca herşeyi dünyadır. Böylece insanı bir canavar hâline getirir. Evet, Deha sağır tabiata tapar. Kör kuvvetten emir alır ve ona itaat eder.                                          

     Fakat Hüda; şuur ve bilinçle  yapılan sanatı tanır. Hikmetli ve gayeli yaratan Kudreti farkeder.

     Deha, zemine / yeryüzüne küfran / nankörlük perdesi çeker.

     Hüda, şükran nûrunu serper.

     Bu sırdandır ki, Deha a’ma / kör, asam / sağır.

     Hüda / hak ve doğru olan yol olup; semî / işiten ve basîr / görendir.

     Deha’nın nazarında, zemin / yerdeki nimetler; sahipsiz ganimettir. Halbuki, minnetsiz gasp ve sirkat / çalma; yani tabiattan koparmak; canavarca bir histir.

     Hüda’nın gözünde; zeminin sinesinde, kâinatın yüzünde serpilmiş olan nimetler; rahmetin meyve ve neticeleridir. Çünkü her nimetin altında, ihsan ve ikram eden eli görür. Şükran ile öptürür.

     Elbette, Batı Medeniyeti’nin pek çok güzellikleri var. Fakat onlar; ne sadece Nasraniyet’in malı, ne Avrupa icadıdır. Ne de şu asrın sanatı. Belki umumun malıdır. Çünkü, fikirlerin zaman içinde birbirine eklenmesiyle, Semavî prensiplerden, fıtrî / yaratılıştan gelen ihtiyaçlardan, İslâm dininin getirdiği İlâhî kanun, emir ve yasaklardan hareketle elde edilen sonuçlardır. İslâmî inkılâptan neş’et eden / doğan, ortaya çıkan ve kaynaklanan bir maldır. Kimse sahip çıkamaz.

     Şüphesiz Batı’nın; istifade edip yararlandığı bu gelişmeleri çok ileri safhalara çıkarmış olmaları bir gerçektir. Asla görmezlikten gelinemez. Bizlere düşen; ilim ve fende gelinen noktayı, kaldığı yerden daha ileri götürmenin yollarını aramak ve bulmaktır.

     İslâm Âlemi’nin başını çektiği ve asırlarca şan ve şerefle İslâm’ın bayraktarlığını yaparak,

tarih boyunca milyonlarca şehit veren, gazi olan bu asîl Türk Milleti’nin başını çektiği Muhteşem Osmanlı Devleti, niçin Birinci Dünya Savaşı’yla büyük bir yenilgiye uğradı? Düşmanları sevindirdi, dostları derin acılara garketti? Derseniz:

     Unutmayalım ki, başa gelen belâ ve musibetler; her zaman hıyanetin neticesi, mükâfatın da sebebidir. Evet kader bir sille vurdu! Kazaya da çarptırdı!

     Acaba hangi fiillerimizle hem kazaya, hem kadere fetva verdirdik ki, İlâhî kaza / kaderde olanı,  uygulamaya koydu? İlâhî kaza ve hüküm gerçekleşti. Musibetle hükmetti, bizleri büyük çapta hırpaladı.

    Umumî, herkesi etkileyen musibetlerin başa gelmesine; daima çoğunluğun hataları sebep olur. Çünkü insanların fıtrî dalâleti / düşüncede olan sapkınlığı, fikir bozukluğu, yanlış fikir, kanaat ve kanıları, Nemrudça inadı, Firavun gibi gururu; zeminden sema ve göklere ulaştı. Yaratılışın hassas sırrına ve amacına dokundu.

    Birinci Dünya Savaşı vesilesiyle, zemine / yere gökten sanki tufanlar, veba gibi salgın hastalıklar indirildi! İşte bu musibet, insanlığın bütününe gelen çok yönlü ve çok zarar veren genelleyici bir musibetti. Umumu içine alan kuşatıcı ve kapsamlıydı. Maddiyyunluk / maddecilikten gelen fıtrî bir dalâletin / inanç sapkınlığının acı ve düşündürücü bir sonucuydu. Hayvanî / kural tanımaz bir hürriyet ve özgürlüğün neticesiydi. Kısaca Heva’nın istibdadından başka bir şey değildi. Bu zararlara düşmemizin baş sebebi ise, İslâm hüküm, rükün, esas ve şartlarını ihmal edip terketmemizdi.

     Fakat, bu millet kanıyla abdest aldı. Dört milyona varan şehit ve gazisiyle, fiilî bir tevbe etti. Günahını sildirdi. Çok yakın bir gelecekte ise, hatalarını telâfi edecek, gür sesini her tarafta yeniden duyuracaktır.    

Önceki İçerikALİ POLAT Bilgilendiriyor: Sağlıklı Hayat için Sağlıklı Beslenme
Sonraki İçerikDediler Kerbela’dır
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.