Deha, nefse ve cisme bakıyor. Tabiata giriyor. Nefsi tarla ediyor. Nefse ait yetenekler gelişip filizleniyor ve büyüyor. Ruhu hizmetçi ediyor. Kabiliyet tanelerini kurutuyor.
Hüda, dünya ve ahiret hayatına saadet veriyor. Dâreyne / her iki dünyaya, yani dünya ve ahirete ziya / ışık neşredip yayıyor. Tabiatiyle insanı da yüceltmiş oluyor.
Sadece dünyayı gören tek gözlü Deha ve Akıl; dünyadan sadece hayatı anlar! Maddeperest / maddeci, maddeyi, ona taparcasına seven ve ondan etkilenen bir mahiyet alır. Kısaca herşeyi dünyadır. Böylece insanı bir canavar hâline getirir. Evet, Deha sağır tabiata tapar. Kör kuvvetten emir alır ve ona itaat eder.
Fakat Hüda; şuur ve bilinçle yapılan sanatı tanır. Hikmetli ve gayeli yaratan Kudreti farkeder.
Deha, zemine / yeryüzüne küfran / nankörlük perdesi çeker.
Hüda, şükran nûrunu serper.
Bu sırdandır ki, Deha a’ma / kör, asam / sağır.
Hüda / hak ve doğru olan yol olup; semî / işiten ve basîr / görendir.
Deha’nın nazarında, zemin / yerdeki nimetler; sahipsiz ganimettir. Halbuki, minnetsiz gasp ve sirkat / çalma; yani tabiattan koparmak; canavarca bir histir.
Hüda’nın gözünde; zeminin sinesinde, kâinatın yüzünde serpilmiş olan nimetler; rahmetin meyve ve neticeleridir. Çünkü her nimetin altında, ihsan ve ikram eden eli görür. Şükran ile öptürür.
Elbette, Batı Medeniyeti’nin pek çok güzellikleri var. Fakat onlar; ne sadece Nasraniyet’in malı, ne Avrupa icadıdır. Ne de şu asrın sanatı. Belki umumun malıdır. Çünkü, fikirlerin zaman içinde birbirine eklenmesiyle, Semavî prensiplerden, fıtrî / yaratılıştan gelen ihtiyaçlardan, İslâm dininin getirdiği İlâhî kanun, emir ve yasaklardan hareketle elde edilen sonuçlardır. İslâmî inkılâptan neş’et eden / doğan, ortaya çıkan ve kaynaklanan bir maldır. Kimse sahip çıkamaz.
Şüphesiz Batı’nın; istifade edip yararlandığı bu gelişmeleri çok ileri safhalara çıkarmış olmaları bir gerçektir. Asla görmezlikten gelinemez. Bizlere düşen; ilim ve fende gelinen noktayı, kaldığı yerden daha ileri götürmenin yollarını aramak ve bulmaktır.
İslâm Âlemi’nin başını çektiği ve asırlarca şan ve şerefle İslâm’ın bayraktarlığını yaparak,
tarih boyunca milyonlarca şehit veren, gazi olan bu asîl Türk Milleti’nin başını çektiği Muhteşem Osmanlı Devleti, niçin Birinci Dünya Savaşı’yla büyük bir yenilgiye uğradı? Düşmanları sevindirdi, dostları derin acılara garketti? Derseniz:
Unutmayalım ki, başa gelen belâ ve musibetler; her zaman hıyanetin neticesi, mükâfatın da sebebidir. Evet kader bir sille vurdu! Kazaya da çarptırdı!
Acaba hangi fiillerimizle hem kazaya, hem kadere fetva verdirdik ki, İlâhî kaza / kaderde olanı, uygulamaya koydu? İlâhî kaza ve hüküm gerçekleşti. Musibetle hükmetti, bizleri büyük çapta hırpaladı.
Umumî, herkesi etkileyen musibetlerin başa gelmesine; daima çoğunluğun hataları sebep olur. Çünkü insanların fıtrî dalâleti / düşüncede olan sapkınlığı, fikir bozukluğu, yanlış fikir, kanaat ve kanıları, Nemrudça inadı, Firavun gibi gururu; zeminden sema ve göklere ulaştı. Yaratılışın hassas sırrına ve amacına dokundu.
Birinci Dünya Savaşı vesilesiyle, zemine / yere gökten sanki tufanlar, veba gibi salgın hastalıklar indirildi! İşte bu musibet, insanlığın bütününe gelen çok yönlü ve çok zarar veren genelleyici bir musibetti. Umumu içine alan kuşatıcı ve kapsamlıydı. Maddiyyunluk / maddecilikten gelen fıtrî bir dalâletin / inanç sapkınlığının acı ve düşündürücü bir sonucuydu. Hayvanî / kural tanımaz bir hürriyet ve özgürlüğün neticesiydi. Kısaca Heva’nın istibdadından başka bir şey değildi. Bu zararlara düşmemizin baş sebebi ise, İslâm hüküm, rükün, esas ve şartlarını ihmal edip terketmemizdi.
Fakat, bu millet kanıyla abdest aldı. Dört milyona varan şehit ve gazisiyle, fiilî bir tevbe etti. Günahını sildirdi. Çok yakın bir gelecekte ise, hatalarını telâfi edecek, gür sesini her tarafta yeniden duyuracaktır.