Halifelik Üzerine

142

Halifelik, Allah’ın emri değil. Kur’ân-ı Kerim’de bütün insanlar yeryüzünün halifesidir.

Müslümanların devlet başkanlarına “halef olan” anlamında “halife” denmiştir.

Emevîler de Abbasîler de “halifeliği” siyasî güç olarak kullanmışlardır.

Bizde “halifelik” talebi, “Yeni Türkiye”ye karşı tavırdır. (M. Kemal, Osmanlı’dan sonrası için “Yeni Türkiye” der.)

Kuvayı Milliye kadrosuyla Türk Halkının önüne düşerek oluşturduğu güçle Emperyal güçlerin desteğiyle Anadolu’yu işkâl eden Yunan ordularına karşı verdiği başarılı Kurtuluş Savaşları sonucu Anadolu’yu Türk Milletine yeniden bağımsız bağlantısız vatan yapan Başbuğ Mustafa Kemal ATATÜRK’Ü şükran ve minnetle yat etmek her namuslu Türk vatandaşının vatandaşlık borcudur; vicdani borcudur.

Aşağıdaki yazıyı çok iyi kavrayarak Türkiye Cumhuriyetini kuran Başbuğ Atatürk’ün gerçekleştirdiği devrimlerinden Halifeliğin kaldırılması, Laik Cumhuriyetin kurulması ve üniter yapının oluşturulması dâhil ne kadar gerekli ve önemli olduğunu görüyoruz:

*

Okuduklarımızdan; tarihi bilgilerimizden edinimlerimizden bahisle;

Osmanlıyı 1299 yılında Oğuz Türklerinin Kayı Boyu kurmuştur.

Osmanlı imparatorluğu;

– 1299 da kurulmuş, 1579’a kadar 3 asır YÜKSELMİŞ….

– 1579 dan 1699 kadar,

1 Asır DURAKLAMIŞ.

– 1699 dan 1919 kadar.

GERİLEMİŞ VE YIKILMIŞTIR.

Gerçekte iki farklı Osmanlı vardı;

– Halifeliğe kadar olan Osmanlı… (1299-1517) Nam-ı diğer Türk İmparatorluğu

– 1517 tarihinde Halifeliğin alınmasından sonraki Araplaşan Osmanlı İmparatorluğumuz… Ve Araplaştıkça daha çok batan koca Osmanlı İmparatorluğumuz…

*

Aslında Türkler için her şey güzel gidiyordu…

Ta ki Halifelik sevdasına düşülene kadar…

O günkü şartlarda halifeliği olmazsa olmaz gören Yavuz Sultan Selim ile akıl hocası Şeyh İdris-i Bitlis-i ve diğerleri Memlukluların elinden Abbasi halifeliğini almak için Mercidabık ve Ridaniye savaşlarını tertip ederler…

Bu savaşların sonunda, kılıç zoruyla artık halifelik Türklerdedir. (1517)

Ama çok büyük bir sorun çıkar, çünkü Arap dünyası halifeliğin kendilerinden alınmasına şiddetle karşı çıkar ve Türk halifeye biat etmek istemezler…

İşte bu sorunu çözmek, Arapları, Türk halifeye bağlamak için Arapların da kabul edeceği bir orta yol bulunur.

Bu yol Mısır’dan ve Arap diyarlarından seçilecek iki bin civarında ulemanın, Mollanın, Ebussuud Efendilerin İstanbul’a davet edilerek, para, mal, mülk, arazi de verilerek kalıcı olarak yerleşmeleri sağlanır…

*

İmparatorluğu Araplaştırmak, diğer bir deyişle; Türk İslam’ının terk edilerek, Arap İslam’ına doğru evirilmesini sağlamak konusunda anlaşırlar.

Bu projeyi Araplar da destekleyince proje hayata geçer ve maalesef bundan sonra artık imparatorlukta “bugün de kısmen olduğu gibi” Türk kelimesi yasaklanır, “Türk’üm!”, “Türkmen’im!” diyen Kızılbaş diye aşağılanır, dışlanır, kafası kesilir.

Bu dönem sadece Kuyucu Murat Paşanın “Türk’üm!”, “Türkmen’im!” dedikleri için kafasını kestirip, kuyulara doldurduğu insan sayısı 158 bindir.

Maalesef Osmanlının son 350 yılı ilk 250 yılın aksine, Türklere zulümle geçer, sıkı bir Arap tandanslı mezhepçilik kurulur…

1603 yılına gelindiğinde artık Ehl-i Beyt Türk Tekkeleri yasaklanır, kapatılır; yerine Halidî, Nakşî, Kürdî Tekkeler kurulur.

Yine bu dönem Kürtlere sayısız imtiyazlar verilir,

1839 birinci Tanzimat Fermanına kadar Kürtler askerlikten bile muaf tutulurlar. (Kürtlere Şah İsmail diyeti ödenir…)

Yine bu dönem Türkler, saraydan, ordudan ve müesses nizamdan tasfiye edilirler…

*

Türklerin askeri ve siyasi gücünü kırmak için bu Arap mollaların fetvalarıyla, serdengeçti birlikleri sadece Türklerden oluşturulur ve en ön safta savaştırılır, böylece kırdırılırlar, ganimet bile toplatmazlar…

Ganimeti de saraylardaki Arap mollalar ile işbirliği yapan yeniçeriler kendi aralarında paylaşırlar…

Ordudan, saraydan ve müesses nizamdan yavaş yavaş tasfiye edilen, kafası kesilen, sürgün edilen Türklerin bir kısmı bu mollalara kızar ve canını kurtarmak için de Kürtleşmeyi ana stratejik hedef olarak seçerler.

Bu aşiretler ve boyların en büyükleri Avşarlardır, Halaçlardır, Mukri, Bayat, Beğdili, Evya, Yıvadır… Buna tarihimizde “Ekrad (kürtleşmiş) Türkmanlar” denir…

*

Yine Kelkit’ten Hakkâri’ye kadar olan bölgede yaşayan Akkoyunluların büyük bir kısmı İran’a gider. (Bugün dünyanın en büyük Türk nüfusunun yaşadığı başkent Tahran’dır…)

Böylece yüzyıllarca başımızı ağrıtacak Kürt sorunu ve bu politikalar sonucu gelişir ve büyür.

Osmanlı öyle bir açmaza düşmüştür ki, ne halifelikten vazgeçebilir, artık ne de imparatorluğun kan kaybetmesini durdurabilir… Çünkü imparatorluğu kuran asli unsur Türkmenler dışlanmış, mezhepçiliğe kurban edilmiştir…

Mollalar, başta matbaa olmak üzere bir sürü saçma sapan fetva verirler…

Ve sonuçta Osmanlı’ya Rönesans’ı ıskalatırlar, Rönesans’ı İngiltere kapar…

Matbaa Osmanlı’ya ilk kez 1480’de Yahudiler ile gelir, sonra 1527’de Ermeniler matbaaya kavuşur. 1563’te ise Rumların matbaası vardır.Bu meşhur mollalarımız her seferinde yeni bir fetva ile bizimkilerin matbaaya kavuşmasını engellerler, ta ki Batı Rönesans’ı ve aydınlanmayı yakaladıktan, yani 240 yıl sonra, 1727’de İbrahim Müteferrika’nın çabaları ile matbaaya kavuşuruz; ama bilgiye sahip olmak için artık çok geçtir…

*

Şimdi açıkça şu soru sorulmalıdır:

1299’dan 1683 Viyana Bozgunu’na kadar savaştığı tüm savaşları kazanan bir Türk imparatorluğu (Osmanlı) varken; neden son 250 yılda girdiği tüm savaşları kaybedip, bir de Kurtuluş savaşı yapmak zorunda kalmıştır?

Osmanlı bu dönemde; yani yaklaşık son 250 sene, 1683 Viyana Bozgunu’ndan, nihayet 1922’de Ankara, Haymana Ovası’nda yapılan Sakarya Savaşını kazanana kadar tüm savaşları kaybetmiştir.

Acaba; Halifelik ve akabinde yürütülen Türk düşmanı, Arap tipi mezhepçi politikalara dönülmeseydi; koca bir imparatorluk batar mıydı?

Ve yine; Yunus Emre’lerin, Hacı Bektaş’ların, Seyit Gazi’lerin, Ahmet Yesevi’lerin İslam’ı, İslam değil miydi?

Osmanlıyı kuran Şeyh Edebali’lerin İslam’ı, Akşemseddin’lerin İslam’ı İslam değil miydi de, Ebussuud’lara teslim edip batırdık koca imparatorluğu…

Umarım bugün aynı vahim hatalara düşmeyiz!!!

Ve Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi der ki:

“Din bir seçimdir, ama Türklük kaderdir!”

*

Kutsal, sınırsız yetkili bir halife anlayışı, İslam’da yoktur. Bir toplumun, milli değerlerini temsil etmesi gereken, kanunlara ve adalete uygun iş görüp insanlık değerlerine de uyan, bir yönetici ve danıştığı insanlar ve kurumlar vardır. Bu yöneticinin adı, o toplumun kültürü ve geleneklerine bağlı bulunarak ve yeniliklere de açık olarak, han, hakan, şah, şehinşah, padişah, başkan, cumhurbaşkanı olur. Bunun İslam’a da, toplumun gelişmesine de uygun olanı, seçimle bu göreve gelmesidir. Bu şartları taşıyorsa, böyle birine halife deseniz de ne farkeder? Şu muhakkak ki; yeryüzünde, mecazen de olsa Allah’ın gölgesi, vekili olamaz.

Birçok konuda olduğu gibi, siyasi, idari konuda da yanlış dinî anlayışlarımızı düzeltmek zamanı, hâlâ gelmedi mi?

Çağın gerektirdiği bilimsel çalışmalarıyla hayatı kolaylaştıran, dünyayı yaşanır kılan; insanlığı aydınlatarak önünü açmış; rehber olmuş insan onurunu öne çıkaran; bütün münevverlere selam olsun.