Prof. Dr. Ayten Altıntaş ile Gül üzerine konuştuk.
İslam tasavvufunda gül çok önemli bir semboldür. Hazreti Muhammed’in (s.a.v) sembolü…
Gül, hem ilahî güzelliği hem de Hz. Muhammed’i (s.a.v.) ifâde eder. Kendisinin terinin de gül gibi koktuğu bilinir. Yunus Emre de ‘Çiçek eydür ey derviş gül Muhammed teridir’ diyerek, bu inancı şiirinde özetlemiştir.
Halk arasında ‘gül koklamak sevaptır’ sözü bu sebeptendir ve Müslümanlar arasında köklü bir geleneğe sâhiptir. Mevlit törenlerinde gülsuyu serpmek, gül koklandığında, gül yağı veya gülsuyu ikram edildiğinde ‘Salavât-ı Şerife’ getirilmesi, bu inanışın Müslümanlar arasında çok yaygın olduğunu gösterir.
Mevlitlerde gülsuyu ikramı başlı başına bir törendir. Gülsuyunun bu tarzda kullanımı her biri eşsiz bir sanat eseri niteliği taşıyan ‘gülâbdânlar / gülsuyu şişeleri’ yapılmasına da yol açmıştır.
Oğuz Çetinoğlu: Gül üzerine 4 adet kitabınız, çok sayıda makaleniz yayınlandı. Yurdumuzun değişik şehirlerinde gül üzerine düzenlenmiş bilgi şölenlerinde tebliğler sundunuz, konferanslara konuşmacı olarak katıldınız. Güle ilginiz nasıl başladı ve gelişti?
Prof. Dr. Ayten Altıntaş: Tıp tarihi çalışmalarım sırasında gülün tedavideki yerini fark ettim. Bu konuya girdiğim zaman, önemini daha iyi kavradım. Gül hem iyi bir ilaçtı hem geleneğimizdeki yeri ile çok önemliydi. Bu sebepten de gözümüzün gördüğü ve düşündüğümüz her güzellikte gül vardı.
Gülün Osmanlı tıbbındaki yerini gösteren bir çalışmaya başladım. Çalışmalar gelişti, kitap oldu. Kitaplar ilgi gördü, toplantılara dâvet edildim.
Beş yıl devam eden gül araştırmalarımla beraber gülle hazırlanan ilaçları ve doğal güzellik ürünlerini denemeye başladım. Bunları önce dost çevremle sonra da okuyucularla paylaştım.
Çetinoğlu: Kendinize nasıl bir hedef belirlemiştiniz?
Altıntaş: Gül çalışmalarımda üç önemli amacım var. İlki gülün bir ilaç olduğunu göstermek ki şimdilerde yapılan araştırmalar da bunu ispatlıyor. İkinci amacım, Türk, Osmanlı geleneğindeki önemli yerini anlatmak. Kitaplarıma aldığım birkaç örmek bile bu boyutu kavramaya yeterli. Üçüncü amacım ise, yılda 10 bin ton gül üreten ve bu konuda dünyada birinci sırada olan Isparta Gülü için bir şeyler yapabilmek. Bu çok önemli çiçekten pek çok şey üretebiliriz. Hem de en kalitelilerinden…
Gül her zaman ‘sevgi ve güzellik’ sembolü olmuştur. Gül İslam dünyası için de çok önemli. Hz. Muhammed’in sembolü, kokusu onun kokusudur.
Güller artık kokmuyor… O şık çiçekçilerin vitrinlerini süsleyen güllerin kokusu yok. Gül kokusundan hoşlanmayan, hatta o kokuyu tanımayan bir nesil var şimdi. İnsanlık belleğindeki gülü yitirmiş.
Ulaşmak istediğim son hedef; kayıp hazinemizi meydana çıkarıp kullanıma sunulmasına katkıda bulunmak.
Çetinoğlu: Bu giriş bölümünden sonra gülün kimliği ile konuyu derinleştirebilir miyiz?
Altıntaş: Gül, dünyada hiçbir çiçeğe nasip olmayan derin bir geçmişe, dünden bugüne hiç değişmeyen ilgi ve sevgiye sahiptir…
Uzun bir zaman dilimi içinde, birçok coğrafyada yapılan çoğaltma ve melezleştirme sonucunda günümüzde dünyadaki gül çeşidi sayısı 18.000’e ulaşmıştır.
18.000 çeşit gül aslında 150 çeşit ‘Rosa’ türünden doğmuştur. Botanik bilimciler, 150 çeşit ‘Rosa’ türünü tanımlamış ve bütün gülleri bu gruplara yerleştirmişler. Dolayısıyla tanıdığımız her gül bu soyların çeşitli fertleridir.
‘Rosa’ türleri de, ‘Rosaceae’ denilen daha büyük bir bitki ailesinden geliyor. Özetle gül, “Rosaceae” familyasından ‘Rosa’ türlerinin binlerce değişik ferdinin genel adıdır.
Bazı tür güller belli topraklarda görülür ve oraya aittir. Ülkemizde de bu şekilde kendine has 25 çeşit tür tespit edilmiştir. Türkiye bitki topluluğunda yer alan 25 tür gül, kendine has ve yabanî olarak bulunmaktadır.
Güller çok yıllık, dikenli, çalı ya da tırmanıcı bitkilerdir. Beyaz, pembe, kırmızı ve sarı, en çok görülen gül renkleridir. Genellikle ilkbaharda çiçek açar. Binlerce çeşit gülden kendine has belirgin kokusu olan ancak birkaç tür gül bulunuyor.
Bu kokulu güller şöyle sıralanabilir: Kokulu kırmızı gül, Katmerli gül, Hokka gülü, Sadberk gülü, beyaz gül, Çin gülü, Misk gülü, pembe renkli güller ve yağ elde edilen Isparta gülü.
İlmî olarak ilk tanımlanan gül ‘kırmızı gül, Frenk gülü olarak da anılan kırmızı yapraklı, kokulu ve katmersizdir. 12. yüzyıldan beri izlenen en eski gül türüdür. Yabanî olarak Orta ve Güney Avrupa’ya ve Batı Asya’ya yayılmış olup hâlâ bu bölgelerde yaşamaya devam etmektedir. Dünyada gül esansı elde edilen en önemli tür ise Isparta gülüdür. ‘Şam gülü’, ‘pembe yağ gülü’ olarak da bilinir.
Yazılı kaynaklardan elde edilen bilgilere göre, büyük ihtimalle birkaç milyon yıl önce ilk melez Anadolu’da çiçek açmıştır. Yunan ve Roma’da kültürleri yapılmıştır. Güzel kokusundan dolayı gül yağı elde etmede en fazla Rosa damascena türünün kullanıldığı bilinmektedir. Osmanlı’da kullanılan kokulu gül de bu güldür. Günümüzde ise en çok Türkiye’de; Isparta, Burdur ve Afyonkarahisar ile Bulgaristan’da Kazanlık, Plovdiv, Karlova şehirlerinde yetiştirilmekte; elde edilen gül ürünleri bu ülkelerden bütün dünyaya pazarlanmaktadır.
Çetinoğlu: Gülün tarihi çok eski olmalı…
Altıntaş: Gülün tarihine bakınca, insanlık için ne kadar önemli olduğunu bir kere daha anlıyoruz. İnsanın yeryüzünde binlerce yıllık tarihinden bahsederken, gül için milyonlarca yılı incelemek ve anlatmak gerekiyor. Gül taşlara 30-40 milyon yıllık imzalar bırakmış. Moleküler biyologlar işi daha da eskilere götürüyor; onlara göre gülün yaşı 200 milyon yıl. Bu sebepten olacak bütün eski medeniyetlerin mitolojilerinde gül yer almaktadır.
Dilden dile iletilen efsanelerden gülün tarihini saptamak zor, fakat günümüzde gelişen teknoloji ile kayalardaki fosillerden gülün izlerini ölçmek mümkün. Colorado’daki Florissant fosillerinde, Montana ve Oregon’daki fosil yataklarında, Almanya ve Yugoslavya’da bulunan kayalarda gül fosilleri tespit edilmiş ve bu fosillerin yaşları 35-40 milyon yıl olarak kaydedilmiştir. Bazı kayıtlara göre Orta Asya’daki fosillerdeki gülün yaşı ise 60-70 milyon yıldır.
Türk dünyasının önemli eseri, Kaşgarlı Mahmud tarafından yazılmış olan ‘Kitab-ü Divân-ı Lûgat-it Türk’ isimli eserde ‘kumgan’ adı verilen, bakırdan yapılmış gülsuyu şişesi kaydedilmiştir. Bu kayıt da, Türklerin 11. yüzyılda gülsuyu çıkardıklarını ve gülsuyu şişesine özel bir ad verdiklerini göstermektedir.
‘Kumgan’ kelimesinin, bugün Anadolu’da hâlâ yaşayan bir sözcük olduğunu, Anadolu’nun birçok yöresinde kullanıldığını derleme sözlüğünden öğreniyoruz. Bu da, gül kültürü sürekliliğini gösteren güzel bir örnektir.
Vatanı Orta Asya olan gülün batıya tanıtıldığı topraklar Anadolu olunca Türk kültürü ve tarihini gülsüz düşünemeyiz. Farsçadaki genel anlamı çiçek olan gül, Türk edebiyatında da aynı manada kullanılmıştır. Gül çeşitli vasıflarıyla daha çok sevgilinin sembolü olarak kabul edilir.
Doğu edebiyatında, gonca sırrını sakladığı halde gül yapraklarını açarak sırrını herkese açıklar. Sır saklayan gonca sabâ rüzgârının zoruyla açılır. Bahar için, vakti gül, mevsim-i gül, devr-i gül ifadeleri kullanılır. Baharın adının ‘gül mevsimi’ olması, güle verilen önemden kaynaklanmaktadır.
Türkler, Orta Asya’da gülsuyu ve gül yağı geleneğinin içinde yaşamışlardı. Anadolu’ya geldiklerinde de bu gelenek sürmüştür. Anadolu Selçukluları döneminde gülsuyu üretiminin devam ettiğini ve gülsuyu imalatçılarına ‘gülâb-ger’ dendiğini, edebiyat eserlerinde gülsuyu imalatçılarının zikredildiğini yazılı kaynaklardan öğreniyoruz.
Selçuklular ve Osmanlılar güle çok önem veriyor ve birçok alanda kullanıyorlardı. Doğu edebiyatında özellikle güzelliği bakımından sözü edilen gül, Osmanlı edebiyatında şairlerin ilham kaynağı olmuş; edebiyatta çokça kullanılan motiflerden ve ortak sembollerden biri haline gelmiştir.
Osmanlı geleneğinde gül çiçeğinin çok önemli bir yeri vardır. Edebiyatta gül ve bülbül tükenmez bir çeşitlilikle işlenmiş, şairlerin hislerinin sembolü olmuştur.
Çetinoğlu: Gülün tarihî ve millî kültürümüzle bağlantılı olduğunu vurguluyorsunuz. Dinî kültürümüzle bağlantısından da söz eder misiniz?
Altıntaş: İslam tasavvufunda gül çok önemli bir semboldür. Hazreti Muhammed’in (s.a.v) sembolü… Gül, hem ilahî güzelliği hem de Hz. Muhammed’i (s.a.v.) ifade eder. Kendisinin terinin de gül gibi koktuğu bilinir. Yunus Emre de ‘Çiçek eydür ey derviş gül Muhammed teridir’ diyerek, bu inancı şiirinde özetlemiştir.
Halk arasında ‘gül koklamak sevaptır’ sözü bu sebeptendir ve Müslümanlar arasında köklü bir geleneğe sahiptir. Mevlit törenlerinde gülsuyu serpmek, gül koklandığında, gül yağı veya gülsuyu ikram edildiğinde ‘Salavât-ı Şerife’ getirilmesi, bu inanışın Müslümanlar arasında çok yaygın olduğunu gösterir.
Mevlitlerde gülsuyu ikramı başlı başına bir törendir. Gülsuyunun bu tarzda kullanımı her biri eşsiz bir sanat eseri niteliği taşıyan gülâbdânlar (gülsuyu şişeleri) yapılmasına da yol açmıştır.
Gül, tasavvufta da önemli bir yere sahiptir. 9. yüzyılda yaşamış İslam âlimlerinden Ebu Hanife ed-Dineveri, gülün önemini bitkiler konusunda yazdığı ‘Kitabu’n-Nebat’da; ‘Gül bütün ağaçların nuru, bütün çiçeklerin şahıdır’ diyerek anlatmaktadır.
Nakkaşlar gülü inanılmaz güzelliklerde resmetmişler, insanların gözlerine ve ruhlarına nakşetmişlerdi.
Çetinoğlu: Gülün, tıp ilminde de önemli bir yeri olmalı…
Altıntaş: Gül güzelliğiyle ve kokusuyla önemli olduğu kadar aynı zamanda Osmanlı hekimlerinin vazgeçemedikleri bir ilaçtı. Osmanlılar zamanında 14. yüzyıldan itibaren yazılan bütün tıp kitaplarında gülü bulabiliyoruz.
Çetinoğlu: Gül, tıpta ne şekilde kullanılıyordu?
Altıntaş: Osmanlı tıbbında hekimlerin hastalık teşhis ve tedavisi için bilmeleri gereken, hastanın ve hastalığın tabiatı ve mizacı idi. Hekim koyduğu teşhise göre, hastanın bedenini sağlıklı kılabilmek için, dengeyi bozan özellikleri zıtlarıyla dengeye getirir ve tedavi ederdi.
Osmanlı tıbbında gül ‘soğutucu’ etkisi esas alınarak tedavide kullanılmıştır. Gül, ‘birinci derecede soğuk’ ve ‘üçüncü derecede kuru’ niteliklere sahiptir. Soğutucu ve kurutucu etkisi ilaçlarda kullanılmasında esas teşkil etmiştir.
Osmanlı tıp kitaplarında taze gülün kendisinin ilaç olarak kullanılışı çok azdır. Senede sadece bir-iki ay açan güller hekimin istediği yerde ve zamanda ulaşabileceği bir materyal değildir. Bu yüzden hekimler, kurutulmuş gülleri kullanıyorlar veya taze güllerden gülsuyu, gül macunu, gül yağı gibi farklı ürünler hazırlıyorlardı. Kuru güller tek başına ilaç olabiliyordu. İstendiğinde ise kuru güllerden değişik ilaç maddeleri yapılabiliyordu. Böylece taze güllerin belli şartlarda kurutulması ile hekimin her an ulaşabileceği bir ürün elde edilebiliyordu.
Çetinoğlu: Gül ile hangi hastalıklar tedâvi edilebiliyordu?
Altıntaş: Göz hastalıkları, gözaltları, göz kapağı ve çevresindeki şişlikler için kuru gül ile hazırlanan ilaçlar kullanılır. Dînaverî, İbn-i Sinâ, İbni Baytar gibi İslam âlimlerinin kitaplarında ve önemli Osmanlı hekimlerinden Şirvanlı Mahmud, Celâlüddin Hızır (Hacı Paşa) ve Tabîb İbn-i Şerifin kitaplarında benzer reçeteler tavsiye edilir.
Çetinoğlu: Kullanılacak ilacın yapımı konusunda bilgi lütfeder misiniz?
Altıntaş: Gözler ve göz çevreleri için reçete: Bir tutam kuru gül kahve cezvesi içinde yeterince su ile haşlanır, soğutulur. Ilık halde iken bir bezle veya gül yaprakları ile beraber göz kapaklarına pansuman yapılır. Pansuman tekrarlanır. Özellikle pansumanda gül yapraklarının da olması tercih edilir. Kompres bir müddet gözün üstünde bırakılır, sonra alınır ve göz çevresi kurulanır. Bu pansuman, gözlerin etrafındaki şişlerin inmesine ve gözlerdeki ağrıya faydalıdır.
Önemli tıp kitaplarında tekrar edilen bilgiler gülün gözler üzerindeki etkisini gösteriyor. Göz ağrılarını iyileştirmede ve göz çevresindeki şişliklerin indirilmesinde en iyi ilaç olduğunu yazılı kaynaklardan öğreniyoruz.
Osmanlı tıbbında gülkurusu, toz haline getirildikten sonra derideki birçok problemde kullanılıyordu. Hem İslam âlimlerinin hem de Osmanlı hekimlerinin tekrar ettikleri bilgiler şöyledir:
Gül tozu, yüzdeki ‘sivilcelerde’ pudra gibi kullanılır, vücuttaki sivilcelere de sürülmesi tavsiye edilir.
Kasık ve baldırdaki ‘deri kızarıklıklarında ve deri döküntülerinde’, ‘ağız içindeki yaralarda’ gül tozu sürülür, ağızdaki yaralardan dolayı ortaya çıkan ağız ağrılarında da tavsiye edilir.
Deride görülen çıbanlarda da, hatta derine uzanmış çıbanlarda, uyuzda bile faydalı olduğu söylenir.
Çok özel bir kullanış yeri de çiçek ve kızamık çıkaranların derişidir. Oluşan döküntülere faydalı olduğu söylenir. El ve ayaklarda çıkan siğillerde de; ‘Kuru gül ince bir şekilde dövülüp siğillere koysalar siğilleri düşürür’ diye yazılı kaynaklarda bildirilir.
Gülün tıptaki yerini çok iyi tarif eden bir başka otorite de ‘tıbbın prensi’ diye adlandırılan İbn-i Sina’dır. 11. yüzyılda yaşamış ve yazdığı kitaplarla doğu ve batıdaki tıbbı yüzlerce yıl etkilemiştir. Gül ve gülsuyu onun kitaplarında hastalıkları tedavide yer almaktadır.
İbn-i Sina’nın kitabı ‘El-Kanun fi’t-Tıbb’da; ‘Gülkurusu tozunun siğilleri iyileştirdiği, kasık ve baldırdaki deri döküntülerinde faydalı olduğu, derin apselerde etin büyümesini sağladığı, şişmiş göz kapakları için uygun olduğu’ bilgileri yer almaktadır. Ayrıca deriye batmış diken ve kıymıkları çıkarmak için kuru gülü suda kaynatıp üzerine koymak gerektiği ve böylelikle dikenlerin çıkacağı bildirilmektedir.
Dînaverî de ‘Kitâbü’n-Nebât’ adlı kitabında gülün cilt hastalıklarındaki etkisi için; ‘Gülü kurutup uylukta ve kasıkta olan çıbana koysalar fayda eder, eğer yenmiş derin çıbanlara vur salar et bitirir’ bilgisini vermektedir.
Geredeli İshak bin Murat, ‘Edviye-yi Müfrede’ adlı kitabında; ‘Kurutulmuş gül uyuz olmuş vücutlara faydalıdır. İnsanın vücudunda olan sivilcelere sürseler giderir’ diye anlatmaktadır.
Salih bin Nasrullah, ‘Gayetül Beyan’ adlı kitabında; ‘Gülü kurutup dövüp ağız ağrısına sürseler iyi gelir, çiçek ve kızamık çıkan yerlere dövüp ekseler çok yararlıdır’ der.
‘Kitâbu’l-Müntehab’da ise; ‘Kulak ağrısı kandan ve şişten olsa bâdâm yağını gülsuyuyla ve sirke ile bişürüb kulağa tamzurmak gerek’ yazar. Vücuttaki ateş, şişlik ve kabarmada da, ‘Nar şarabın gülsuyuyla virmek gerek ve sandalı gülsuyuyla ezmek gerek ve kar üstüne savudup bağıra yakmak gerek ve gülsuyun kar üstüne savudup başa dökmek gerek’ diyerek gülsuyunun vazgeçilmez etkisi anlatılır. Ayrıca, zatürree hastalığında da ateşi hafifletmek için esas tedavinin yanında ‘Doğulmuş gülü ve kâfuru, gülsuyu ile ezeler ve göğüse sürteler’ bilgisi yer almaktadır.
Kurutulmuş gülün bir başka kullanılış şekli de, şarap veya sirke içinde pişirilmesiyle elde edilen ilaçlardı. Hekimler ihtiyaçları kadar gülkurusunu alıp, üstünü kapatacak kadar şarap veya sirke ile pişiriyor, elde ettikleri ilacı birçok yerde kullanıyorlardı. Bu ilacın baş ağrısında, göz ve kulak ağrılarında kompres, eski deyimle ‘yakı’ şeklinde kullanılması tavsiye ediliyordu. Aynı ilaç vücuttaki ateşli şişlere de çok iyi geliyordu. Ağrıyan ve yanan şişlerde kompresi tekrarlamak faydalı oluyordu. Hekimler bu ilacın makattaki hastalıklarda da faydasını yazıyorlar. Makattaki ağrı, şişlik ve yaralarda kullanılmasının yararlarını anlatıp, gül kurusuna ‘yara otları’nın katılması ile etkisinin daha da artacağını belirtiyorlardı.
Gülkurusunun derideki birçok hastalıkta kullanılma¬sı mikroplara karşı etkili olduğunu düşünmemize sebep oluyor. Aslında son senelerde yapılan bilimsel araştırmalar da aynı bilgileri bugünkü metotlarla teyit ediyor. Gül üzerine önemli araştırmalar yapan Süleyman Demirel Üniversitesi’nden bir grup araştırmacı, 2004 yılında ‘Food Science and Technology’ dergisinde yayınlanan araştırmalarında, kokulu İsparta Gülü’nün ve hatta su buharı damıtılmasından sonra kalan ‘artık güllerin’ bile zarar görmüş hücreleri onarıcı ve mikroplara karşı etkili ‘antioksidan ve anti bakteriyel’ olduğunu kanıtladılar.
Çetinoğlu: Gül suyu da gül gibi tedâvi edici özellikleri sâhip mi?
Altıntaş: İnsanoğlu gülü çok kısa süren gül mevsiminde koklamakla yetinmemiş, vazgeçemediği bu kokuya daha uzun zaman sahip olmak istemiştir. Gülün güzel kokusunun kalıcı hale getirilmesi serüveni uzun soluklu ve renklidir. Tarihte güllerin kokusu önce uygun yağlara nakledilmiş, daha sonra ‘ruhunu yakalamak’ usulü ortaya çıkmış, yani damıtma ile gülsuyu elde edilmiştir. Son aşamada ise, gülsuyunun içindeki güzel kokulu yağ taneciklerini toplamak için gül yağı dediğimiz ‘gül esansı uçucu yağı’ elde edilmiştir.
Gülsuyu, başta tabiplerin sonra güzelliğine düşkün kadınların vazgeçemedikleri bir madde olarak bugüne kadar geldi. Gülsuyu denilince, güllerin su buharı distilasyonu ile damıtılması ve buharlaşan maddelerin soğutulmasıyla elde edilen güzel kokulu sıvı madde akla gelir. Günümüzde, gül suları gelişmiş fabrikalarda el değmeden hazırlanıyor. Gül yağı (gül esansı) çıkarılırken yan ürün olarak elde ediliyor.
Eski tıpta ve Osmanlı tıbbında, tedavide çok önemli bir yeri olan gülsuyu tarihin çok eski dönemlerinden beri tanınıyor ve kullanılıyordu. Gülün damıtılması ile onun adeta ruhunun suya aktarılmasını başaran insanoğlu vazgeçemediği bir serüvene adım atmıştı.
Gülle hazırlanan ilaçların içinde en çok kullanılanı gülsuyudur. Gül açtığı mevsimde toplanıp imbik dediğimiz aletle gülsuyu çıkarılırdı. Uzun süre dayanan bu gülsuyu ilaç ve güzel koku olarak, ayrıca gül macunlarını hazırlamada da kullanılırdı. Bu sebeple gülsuyu teknolojisi çok eski dönemlerden beri vardı ve iyi kazanç getiren bir uğraştı.
Sıcak havalarda serinletici etkisi sebebiyle gülsuyu vazgeçilemeyen bir ikram olmuştur. Ortaçağ’da, Arabistan’da çok sıcak havalarda gülsuyuna batırılmış ince kıyafetler giyilerek serinlendiği kaydedilmiştir.
Kızgınlık, öfke ve heyecanlanmalarda; gülsuyunun yüze, başa dökülmesi ve koklanması gerektiği, ‘heyecandan dolayı aşırı kalp atışında faydalı olduğu, güzel kokusu ile bedeni güçlendirdiği’ hekimler tarafından bildirilmiştir. Gülsuyu kalp çarpıntısını gideriyor ve heyecandan oluşan kalp atışlarını düzenliyordu.
Gülsuyu, serinletici ve ferahlatıcı etkisinden dolayı ateşlenmeler ve ateşli hastalıklarda da tavsiye edilmiştir. Ateşi düşürüp ferahlatmak için; yüz, el ve ayaklar gülsuyu ile ovulmalıydı. Bu kullanım halk tarafından özellikle çocuklara çok faydası görülen bir uygulama idi.
Salih bin Nasrullah, ‘Gayetül Beyan’ kitabında; zatürree hastalığında ateşi hafifletmek için esas tedavinin yanında ‘Oğülmüş gülü ve kâfuru, gülsuyu ile ezeler ve göğse süreler’ diyerek
Çetinoğlu: İnsanlarımızda; avuca konan gülsuyunu, derin-derin koklama alışkanlığı gözlemleniyor. Bu alışkanlık nereden geliyor?
Altıntaş: Eski tıpta gülsuyunun en çok kullanılma sebebi ‘ferahlatıcı, serinletici’ etkisidir. Gülün nitelikleri eski tıbba göre ‘soğuk ve kuru’ olduğundan serinleticidir. Kokusundan dolayı da ferahlatıcıdır. Önemli İslam âlimleri ve Osmanlı hekimlerinin hepsi, gülsuyunun bayılmalarda, hafakan denilen yürek sıkıntılarında ferahlatıcı ve rahatlatıcı etkiye sahip olduğunda hemfikirdirler. Ayrıca, hamamda fazla kalanların çıkınca ferahlatıcı olarak gülsuyu kullanmalarını tavsiye ederler.
İbn-i Sinâ gülsuyunun serinletici etkisinden dolayı sıcak ve ateşli vücutları tedavi ettiğini, baştaki hastalıklarda ve beyinde, çeşitli nedenlerden doğan ateşli hastalıkların ‘başlangıcı ve sonrasında çok etkili’ olduğunu yazar.
İbni Baytar da 2500 ilaç maddesini yazdığı önemli eseri ‘el-Müfredât’ta gülsuyunu koklamanın ‘ferahlatıcı’ etkisi üzerinde duruyor. ‘Mide bulantısına faydalıdır. Kokusu iğrenmeyi, öğürmeyi ve kusmayı dindirir, mideyi güçlendirir, koklayınca baş ağrısını geçirir’ diyor.