Türkiye’nin içine sokulduğu etnik pazarlama ve zorlama birçok alanda kendisini gösteriyor. Vatandaşlarımızı milli kimlikleri ile değil; sadece dar mahalli sıfatları ile ele alma ve önüne gelene “Sen benden değilsin!” mesajları iletmek bütünleşme ve farklılıklara saygı zannediliyor. Oysa birçok alanda insanlar birbirinden farklılaştırılarak birbirine ötekileştiriliyor ve birbirinden soğutuluyor.
Bunun son örneğini Estonya-Türkiye milli futbol maçından sonra yaşadık. Bazı yayın organlarında hatta bu gibi konulara fazla meraklı olmaması gereken gazetelerimizde yedek soyundurulan ve milli takıma alınmayan bazı oyuncuların mezhep ve etnisiteleri gerekçe gösterilir oldu. Bu ayrıştırıcı yanlışa milli çizgideki bazı gazetelerin spor sayfaları da düştü. Sanki onların görevi insanları birbirinden ayrıştırmak ve farklılaştırarak birbirinden çözmek.
Bir kanalda milli maç dolayısıyla bir yorum izliyordum. Programa katılan bir gazeteci “Milli Takım” ifadesine karşı çıkarak, Ulusal takım ifadesini ısrarla kullanıyordu. Gerekçe olarak da ulusalın yeni ve öztürkçe bir kelime olduğunu iddia ediverdi. Bazı eski sol ezber ve alışkanlıklardan kurtulamayanların anlaşılan milli takıma, ulusal takım deme takıntısı var. Bu takıntıyı gerçekten anlamak zor. Ulus ve “ulusal” kelimelerini belki dışlamaya da gerek yok ama Türkçe’de yerleşmiş, dilin geleneği haline gelmiş kelime ve terimlerle oynamak dili zayıflatır ve zarar verir. Hele kelimelerin eski ve yeni diye ayrıma tabi tutulması sosyolojik bakımdan yanlıştır. Bugün öyle kelimeler kullanıyoruz ki yeni ile eskiye yer değiştirtmemiz mümkün değil.
Türk mutfağının dikkat çeken bir zenginliği olan terbiyeli köfteye eğitimli köfte diyor muyuz? Ankara’da Talim ve Terbiye Dairesi var, bunun ismi ile oynamaya ihtiyaç duymalı mıyız? Türkçe’ye mal olmuş, yerleşmiş kelimelerle uğraşmak yerine; Türkçe karşılıkları olmasına rağmen kullanılan İngilizce kelimelere dikkat etmeliyiz. Cankurtaranı “ambulans”, kaptıkaçtıyı “minibüs”, plastik dış kaplamayı “Amerikan siding”, uygun parçayı “fittings” yapan biz değil miyiz? Yüzlerce örnek verilebilir.
Türkçe ‘ye saygı ve onu tek eğitim dili olarak ele almak, Türkiye’nin egemenlik haklarına saygıdır. Türkçe Türkiye’nin milli bağımsızlığının ve hükümranlık haklarının sembolüdür. Türkçe dışında TV yayını ve Kürtçenin okullarda seçimlik ders haline getirilmesi devletin görevi değildir. Milli devleti içine sindiremeyenler, uyguladıkları yanlış politikalar ile ülkeyi adeta çorbaya çevirdiler. Bunu demokratikleşme zannediyorlar. Diğer taraftan, Zazaca Kürtçe’nin alt dili değildir. Zaza’ların Kürt olmadığını, Zazacanın bizde yaygın olan ve Kürtçe olarak isimlendirilen Kurmançcadan çok farklı olduğunu önce siyasetçiler öğrenmelidirler.
Türkçe gibi bayrak konusunda da kafaların karıştırılmak istendiği görülmektedir. Ay yıldızlı şanlı bayrağımız bazılarını tahrik eder diye bazı yöneticiler tarafından astırılmadığı ve en azından böyle telkinlerin yapıldığı zaman zaman görülmüştür. Türk’ü etnik grup, Türk kültürünü ve Türkçe’yi de Türkiye’de etnik grup ve mevcut dillerinden biri olarak gören çarpık ve sapık anlayış, herhalde ay yıldızlı bayrağa farklı bakacak değildi.
9 Eylül İzmir’in kurtuluşu dolayısıyla yapılan törenlerde Hükümet Konağına törenle bayrak çekilmesi çok anlamlı bir geleneğin, İzmir’e ve Anadolu’ya vurulan Türk mührünün göstergesidir. Milli bayramlarda törenleri değiştirerek kuşa çevirmek ülkeye hiçbir şey kazandırmaz. Bu ve benzeri yanlışlar fert başına düşen milli geliri ve kalkınma hızını da arttırmaz! İzmir’in bayrağına sahip çıkışı herkese örnek olmalıdır. Hiç kimse bir dönem İzmir’i işgal eden yabancı güçlerin çizgisine gelecek yanlışları yapmamalıdır.
Bayrak ve Türkçe konusunda ciddi devletler ne yapıyorsa bizde onu yapalım. Geçenlerde bir haber gözden kaçtı. Norveç’te temizlik işçisi Polonyalı bir kadın öğle tatilinde arkadaşları ile Norveççe yerine anadilini kullandığı gerekçesiyle işten atıldı. Bu örnek İskandinavya gibi Batıda hoşgörünün en çok bulunduğu varsayılan bir ülkede gerçekleşti. Almanya, Fransa gibi Avrupa ülkeleri bundan farklı değildir. Her ciddi devletin gerçek aydınları geleneksel değerlerine, milli sembollerine ve milli dillerine son derece bağlıdırlar ve bunlardan taviz vermeyi de demokratikleşme olarak düşünmezler.
Biz ise, henüz AB üyesi olmadan AB bayrakları ile ülkeyi donattık. Hatta bazı yerlerde sadece AB bayrağının asıldığını gördük. 2000’li yıllarda sömürge olmaya talip olmak yerine; eğer siyasi ve kültürel bakımdan sahip olduğumuz kozları kullanmak istiyorsak; onun bunun kuyruğuna takılmadan Cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki şuurla hareket etmeliyiz. Bu şuurla hareket etmeyen toplumlar sanayi toplumu da olamadı. Sosyal ve ekonomik gelişmişlik milli şuur ve milliyetçilik ile paralel yürür. Bugün bunun eksikliğini hissediyoruz.