Halk arasında “baykuş” ifadesi, genel olarak uğursuzluk karşılığı ya da habercisi olarak algılanır… Kişilerin algıladığı uğursuzluk eğer bir toplum için söz konusu ise, gelecekten endişe edilir… Hele bu baykuşluk görevini laf ebeleri yapıyor ve telkinleriyle halkı yanlışa sürüklüyorsa, o takdirde iş daha da vahimdir demektir… Ülkemizi bilinmeyen bir girdaba doğru sürüklenme potansiyelini çoğaltan bazı “ekran baykuşları” tarafından yapılan telkinlerin yanlışlığı fark edilmelidir.
Bu baykuşların her akşam geç saatlere kadar renkli cam aracıyla evlerimizin içine girerek, milletin kulağını tırmalayan uğursuz söylemlerine dikkat etmek gerek. Buna aracı olanların da sorumlulukları vardır. Akıl çeldirici değerlendirmelerine karşılık doğru ve etkili yanıt vermek her vatansever aydın ve akademisyenin görevidir. Bunu yaparken etkili dil olan Türkçenin doğru kullanımına da dikkat etmek gerek…
**
Bir akademisyenin görevi sadece alan dersini vermek ve makale yazmak değildir; bunları zaten yapacaktır; yapmaya mecburdur; asli görevidir; ekmek teknesi onları yapmayı mecbur kılar…
Diğer asli bir görevi daha var akademisyenin ve dahi aydının; ülkenin gidişatı hakkında halkını bilgilendirmek, aydınlatmaktır; böylece düşmanların oyununu bozmaktır… Bunun için görevi olan aydınlatma işlevini etkili olarak yapmak ve sürdürmek… Bu görev, aydın kişi olmanın sorumluluğudur, aynı zamanda görevi… Renkli ekranın meczup baykuşların dışa vurulan kin ve nefret dolu ifadelerine bilgi ve bilim ile doğrudan yanıt vermek, aydınlatıcı olacağını da hatırlamak gerek…
**
Birey mi diktatörlük mü?
Demokrasilerde kişilere dayalı rejimlerin miadı dolmuştur. Bundan böyle söz hakkı, diktatörlüklerde değil, hakkıyla “birey” ve “vatandaş” olmuş insanların oluşturduğu toplumdadır…
Bu hak, Cumhuriyetle birlikte Mustafa Kemal’in Türk Milletine hediyesidir. Birey olmak vatandaş olmak demektir ve bu son derece önemlidir. Zaten savunduğumuz cumhuriyet ve demokrasi bunu amaçlamaktadır. Bunu istemeyenler, ayrı ajandaları olup farklı kulvarlarda ayak sürtenlerdir…
“Devlet”, koruyucu-denetleyici-gözetici bir şemsiye olarak görevi üstlendiği takdirde, gerçek “birey-vatandaş” olunur. T.C. Devletinin kuruluş felsefesindeki temel amaç da kişiyi “birey-vatandaş” yapmaktır.
Vatandaşlık, her türlü feodalizmin köleliğinden, padişahın kulu ve tebaası olmaktan kurtulma esasına dayanır. Buna engel olanlar, başta dikta rejimini benimseyenlerdir…
**
Modern zamanda diktatörlük…
Diktatörlük, illaki monarşi ile gelecek diye bir şart yoktur. Seçimle de diktatörlük olur… Her nedense diktatörlük denildiğinde hep askeri cunta akla geliyor… Yanlış… Süngüsüyle gelen diktatörlükler kadar seçimle gelen sivil diktatörlükler de vardır. İşte yakın tarihten örnekler; Hitler ve Mussolini rejimleri sivil diktatörlüklerdir… Ve bunlar seçimle, yani halkın oyuyla -hani şu meşhur cumhur denilen güç var ya- iktidar olmuşlar ve diktatörlüklerini ilan etmişlerdir…
**
“Modern zamanlarda sivil diktatörlük nasıl gerçekleşiyor” sorusunun yanıtını bulmak ve insanlara anlatmak, her ülke aydınlarının, düşünürlerinin temel görevidir…
Ne demek modern zamanda sivil diktatörlük?
Bunun irdelemesini yapalım; bu süreç son derece plânlı ve programlı olarak, “ustaca” gerçekleştirilmektedir… Süreç şöyle işler; önce alt yapısı hazırlanır, etap-etap yol alınır; işe kadroların yetiştirilmesiyle başlanır…
Devletin idaresinde etken olacak alanlara özellikle kadrolar yetiştirilir. Örneğin hukuk, siyasal, istihbarat ve eğitim alanlarında kadroların yetişmesine özel bir ilgi gösterilir…
Son aşamaya gelindiğinde özel eğitimle yetiştirilen (kayıtsız ve şartsız biat kültürüyle yetiştirilen) bu kadrolar, devletin tüm kademelerini işgal etmeye başlar… Özel olarak eğitilmiş bu kadrolar mükemmel derecede takiye yapmayı öğrenirler ve uygularlar… Suratı haktan görünürler, “sevimli” görünmek, sempati için çok önemsenir; karşısındakileri aldatmak ve kandırmak için her renkte ve şekilde maske takarlar; bunlar sahte “humanite maskeleri” dır…
Sıradan vatandaşları aldatmak, kandırmak için onların “hakkını savunuyormuş gibi” davranmak ilkesi vardır… Esas amaçlarını gizleyerek verilen görevi yaparlar; rollerini çok iyi oynarlar… Devletin imkânlarıyla vatandaşın aklı, fikri, oyu, ruhu, parası gasp edilir… Bunun sonunda sözde “seçim” denilen bir kandırmacıyla vatandaşın oyu ile iktidar olurlar…
Hâlbuki yapılan iş “seçim” değildir; vatandaş tarafından “seçilen” kimse yoktur; birileri tarafından hazırlanmış “günahkâr” takımı bir listenin vatandaşa tasdik ettirilerek kusura ortak arama sistemidir… Artık her türlü hileyi, istismarı yapmak mubah sayılır; önlerine çıkan her engeli, çeşitli bahaneler yaratarak kılıflar hazırlayarak aşarlar… Her tür yalan ve istismarı kullanarak olayları kendilerine yontarlar… Artık devletin her kademesinde “diktatörlük” rüzgârları aralıklı olarak esmeye başlar… Zahiri bir diktatörlük hissedilir… Bir korku atmosferi oluşur; toplum müthiş bir baskı hisseder…
**
Halkın diktaya hazırlanması…
Toplumda bu diktatörlük havasını yaratabilmek için halkın kandırmacılarla hazırlanması gerekir… Yani, oylarının gasp edilmesi için halkın buna hazır hale getirilmesi gerekir… Önce halk “muhtaç” konuma sokulur… Fukaralaştırılır… Sonra bu biatli kadrolar dönüp suratı haktan görünürler… Sahte “halk koruyucusu” yapmacık rollerle “yardım” sektörü oluşturulur… Kimine yakacak, kimine yiyecek, kimine giyecek, kimine de ev aletleri dağıtılır…
Kimin kesesinden, tabii ki devletin… Herkesin cebinden çıkan vergiden… Fakat muhtaç vatandaş bu yardımların devletin değil de (X) partinin yardımı sanır ve oyunu ona verir… Bir durum daha dikkate alınarak istismar edilir; fakir fukaranın, garip gurabanın sığınak ve teselli kapısı olan “manevi değerler sığınağı” bu kadrolar tarafından çok iyi derecede istismar edilir…
Vatandaşın gözünde bu kadrolar, güya, “dindar” damgasıyla anılırlar… Çeşitli renkli ambalajlarla halkı kandırmak için “din” kullanılır… Kısaca din ticareti yapılır… Diğer taraftan bu ticaret sayesinde yaratılan “elit” ve zengin bir tabaka iş başında olur… Mabet referanslı kapitalizm hortlar… Devletin imkânları bu tabakaya peş-keş çekilerek kontrolsüz, kayıtsız büyük bir “gizli sermaye” oluşturulur…
“Takkeli kapitalizmin elitleri” yeni lüks villalarda, malikânelerde otururlar; 4 çeker ciplere binerler… En pahalı markaları giyer ve takarlar… Bu şaibeli “takkeli kapitalizm” sermayesi, sivil diktatörlüğün birinci derecede destekçileri olur ve medyatik destek için basın-yayın kuruluşlarını devreye sokarlar…
İktidar partisinin düdüğünü çalmayan basın-yayın organları, sivil toplum örgütleri çeşitli bahanelerle müthiş bir ekonomik baskı altına alınır… Akşamdan sabaha “vergi memurları” kapıya dikiliverir…
İktidar aleyhine kelam söyleyenin sesi kısılır… Bu ister yazılı basın ister görüntülü yayın olsun; derhal baskılanır… Bir kısmına çeşitli bahanelerle suçlar uydurularak “kodes” yolu gösterilir…
Sürekli bir reklâm ve propaganda ile vatandaşın zihni çeldirilir… Rakip sese dahi tahammül edemeyen bir zihniyet toplumda korku atmosferi yaratırken kendini de “alternatifsiz” göstermeye çalışır… Böylece sözde seçimle iktidar olan bu özel eğitimli ve örgütlü kadrolar, sıradan vatandaşların üzerinde çeşitli argümanlar kullanarak, devletin imkânlarını politik menfaatleri ve ikballeri için seferber ederek sivil diktatörlüklerini sürdürürler…
Sonuç…
Sonuç olarak, diktatör olmak için mutlaka monarşi ya da askeri süngü gerekmez… Modern zamanlarda buna heveslenenlerin izledikleri yöntemi özetledim yukarıda… İnanmış örgütlü kadroların yapamayacağı sivil diktatörlük olmaz… Örgütlü ve inançlı kadrolar tarafından milyonlarca insan tek celsede “esir” alınabilir… Bu diktatörce yapılanma kurulurken kullanılan en önemli aldatmaca sloganı; “daha çok demokrasi” ve “daha çok insan hakları” olur… Bunun farkında olmak ve ona göre demokratik tavır almak gerekir… Halkın karşı karşıya bulunduğu aldatmacanın iyi açıklanıp anlatılması gerekir… Başta bu görev, “aydın” geçinenlere, milli ideolojisi olan dürüst millici siyasetçilere (politikacılar değil) düşmektedir…
Bir ülkenin aydınları, akademisyenleri, bilim insanları, sanatçıları, yazarları, kanaat önderleri; eğer adaletsizlikler, hukuksuzluklar karşısında susuyor-susturuluyorsa, orada sivil diktanın ayak sesleri var demektir… Farkında olup da susmak, esarete davetiye çıkarmak demektir… Aydınların, sanatçıların, üniversitelerin sustuğu yerlerde her türlü dikta rejimlerin oluştuğunu unutmamak gerekir…