Davranış bozukluklarından psikolojik savaşa, kişisel gelişimden depresyona, alkol bağımlılığından inanç gücüne, ihmal edilen iç dünyamızdan strese kadar…
Oğuz Çetinoğlu: Davranış bozukluklarını; sebepleri, tezâhürleri ve sonuçları itibariyle tahlil eder misiniz?
Prof. Dr. Ali Osman Özcan: Davranış bozukluğu terimi, davranışın tanımının belirlenmesinden geçer. Bozukluk sözcüğü, herhangi bir işlevdeki aksamayı ifade eder. Davranış bozukluğu, davranışın çeşitli boyutlarındaki işlevlerin bozulması olarak tanımlanabilir. Psikiyatri ve Hukuk alanı, davranış bozukluklarının neler olduğu konusunda görüş birliğine varmışlardır. Oysa bunların dışında, günlük hayatta pek çok davranış bozukluğu da söz konusudur. Davranış bozukluğu; doğuştan ve sonradan ortaya çıkan sebeplerden ileri gelmektedir.
Günlük hayatta ayıp sayılan davranışlar bile insanlar tarafından davranış bozukluğu olarak nitelendirilebilmektedir. İyileşebilir, iyileştirilebilir, iyileştirilebilecek veya iyileştirilemeyecek davranış bozukluklarından da söz edilebilmektedir.
İnsan birisine özgürce söz verebilir. Ancak çocukların, kölelerin, marabaların ve akıl hastalarının söz vermeleri hukuk açısından geçerli sayılmaz. Aynı şekilde din alanında bile, çocuklar ve akıl sağlığı bozuk olanlar, cezadan masun kılınmışlardır. Ancak toplumla ilgili davranış bozuklukları diyebileceğimiz hukuk, din, ahlak ve gelenek-görenek, örf-âdet ve töre alanında değer sistemlerinin yozlaşmasıyla davranış bozukluklarında bir artış olduğu da iddia edilmektedir. Bu açıdan, davranış bozuklukları deyimini kullanırken dikkatli olmalıdır; bir işlev bozukluğunu genelleştirerek bütün toplumu suçlamak, ayıplamak doğru değildir.
Çetinoğlu: İnsanın mutlak anlamda en sâdık olduğu kişi yalnızca ve ancak kendisidir. Buna rağmen insan, kendisine de sâdık kalamayabiliyor. İnsanı, kendisine bile ihânet ettiren etkenler nelerdir?
Prof. Dr. Ali Osman Özcan: Sorduğunuz soru, gerçekten çok önemli bir noktaya temas etmektedir. İnsanın kendi kendine sadık kalamaması, kendi kendine sözünü geçirememesi olgusu, günlük hayattaki çelişkilerden kaynaklanmaktadır. İnsanın kendi kendine kendi sözünü dinletebilmesine, kendi kendini aldatmamasına, kendi kendine, kendi yalanlarına kandırmamasına ‘özerklik’ diyoruz. Günümüz insanı, hürriyet şarkıları söylerken maalesef özerkliğini kaybetmiştir. Bu konuda eğitim sisteminin de hatalarından söz edilebilir. Geçmişin ‘Sözüm senettir’ sözü yerine; şimdilerde ‘İmzamın olduğu belgeden sorumluyum.’ anlayışı geçmiştir. Böyle bir durum insanın ikiyüzlü, riyakâr ve yalancı olmasına yol açmaktadır ki, yalancılık da bir tür davranış bozukluğu olarak tanımlanabilir. Daha önce ‘kişi’ olarak tanımlanan insanlar, artık kamuoyunda ‘birey’ kelimesiyle tanımlanmaktadırlar. ‘Kişi’ kelimesi, başkalarına ve bütün diğer canlı ve cansızlara karşı sorumlu bir varlığı ifade ederken ‘birey’ kelimesi; bitkiler, hayvanlar ve insanlar için de kullanılan bir içerik kazanmıştır.
Çetinoğlu: Günümüz insanı; kendisini girdaplara atıp savuran bir psikolojik savaşın hedefidir. Bu savaşta galip gelmek isteyenler hangi donanıma muhtaçtır?
Prof. Dr. Ali Osman Özcan: Sorunuz beni şaşırtmadı diyemem. Evet, günümüz insanı üzerinde bir psikolojik savaş söz konusudur. Hayatın her alanında, özellikle eğitimde, çevreye uyum sağlamış insan yetiştirme esas alınmaktadır. Mafya, örgütlü suçlar, uyuşturucu kaçakçılığı, kadın ticareti vb. ortamlarda bulunan kişiler de ortamlarına, çevrelerine uyum sağlamışlardır. Bunlara eğitimli insan veya örnek insan denilebilir mi? Bu açıdan belli bazı moda düşüncelere tutunarak var olma savaşı sürdüren insanlar, bu savaşta yenilmeye mahkûmdurlar. Milletimizin bu durumda yapması gereken tek şey, zihinleri uyuşturucu ideolojik düşünceler yerine, geçmişteki büyüklerin sözlerini gerçekleştirmeye, onların değerlerini evrenselleştirmeye çalışmalarıdır. ‘Barış içinde olmak için savaşa hazırlıklı olmak gerekir.’ diyen Koca Ragıp Paşa, psikolojik savaş için güçlü olma gereğini ve gerçeğini de dile getirmiştir.
Çetinoğlu: ‘Kişisel Gelişim’ adı altındaki yayınlar bunalımlara açık insanlara yararlı olabiliyor mu?
Prof. Dr. Ali Osman Özcan: Öncelikle ‘Kişisel gelişim’ sözcüğü, çok anlamlı bir sözcüktür. 1970’li yılarda Amerikan şirketlerinin Avrupa Birliği ve Japon şirketleriyle ekonomik rekabette üstün gelebilmek için yönetici yetiştirme programlarında kullandıkları bir deyim olan ‘Kişisel Gelişim’ deyimi ‘psikoloji midir, ahlak bilimi midir, din midir?’ belli değildir. Ancak ‘Kişisel gelişim’ deyince, herkes olumlu bir şey olacağını düşünüp kendini kâmil insan, bilge insan, olgun insan olarak nitelendirebilmek amacıyla ruhunu zenginleştirici hayatın zorluklarıyla başa çıkıcı bir alana girdiğini veya gireceğini zannetmektedir.
Oysa işin aslı şudur: Batı kültürü Dış dünyaya açık, dış dünyayı yağmalayıcı talan edici bir kültürdür. Doğu kültürü adı altında sunulan Japon, Çin ve Hint kültürleri ise insanın iç dünyasına giden onu manevi olarak geliştirici bir din ve ideoloji olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Hatta Yoga, Transdantal, Meditasyon vb. dernekler ve kitaplarla insanımızı yanlış yöne itmektedirler. Mesela ‘Yoga’ kelimesi, evrenle bütünleşme anlamına gelmektedir. Yani tanrısız bir evrenle bütünleşme vurgulanmakta, Allah’a yakınlık, Allah’ın kulu olma vb. gerçeklikler yok sayılmaktadır. Bu açıdan bakıldığında bunalımlı insanlarımız doğruyu kendi kültürlerinde arayacak yerde başka kültürlerin acentelerinin müşterisi olmaktadırlar.
Bu yolla 1960’dan bu yana sekiz milyon kişi Budist inanç sistemine girmiştir. Aynı şekilde ‘Duygu ile ilgili zekâ’ adı altında Budizm’in dünya görüşü ülkemizde yaygınlaştırılmaya çalışılmaktadır. Bunalımlı insanlarımız çâreyi başka yerlerde arayacaklarına, kendi iç dünyalarında kendi kültürlerinin içeriklerini araştırmalıdırlar. Hz. Mevlana ‘Biz mutsuzluğumuzu boynumuzda taşırız. O da huylarımızdır.’ derken ne kadar haklıdır. Bunalımlı insanlarımız bunalımlarını ve bundan çıkış yollarını huylarında aramalı ve huylarını değiştirmelidirler. Dolayısıyla mutluluk şahsî ahlaktan geçmekle birlikte, şahsî ahlakta düzeltme yapmaktan de geçmektedir. Mutluluk, başka bir yerde aranmamalıdır.
Çetinoğlu: Depresyon, melankoli, alkol veya uyuşturucu bağımlılığı ve intihar… gibi davranış bozukluklarının artışı neye bağlanabilir, panzehiri nerede aranmalıdır? Kendini korunmasız hissetmek, inanç yetersizliği, sığınabileceği bir güce sahip olmamak gibi etkenler söz konusu mudur?
Prof. Dr. Ali Osman Özcan: Söylediğiniz bütün bu davranışlar, insana yabancı olgular değildirler. İnsanlık tarihinde bunların örnekleri vardır. Hayatın muhallebi çocuğu, çıtkırıldım ve hayat korkakları yetiştiren bir eğitim sistemi ve bütün bu davranışları tetikleyen ahlakî değerlerdeki yozlaşmalar, bu tür olguların büyüyüp artacağı ortamları oluşturur. ‘Sefillerin şerefi olmaz.’ diye bir söz vardır. Karşılaşılan hayat zorluklarına tepki olarak ortaya çıkan depresyon, melankoli, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı ile intihar davranışlarını sadece ekonomik olarak açıklamak problemi çözücü değildir. Küreselleşen bir dünyada alkol, uyuşturucu bağımlılığı bir ticaret alanı halindedir. Alkol kullanmak medenî bir davranış, kokain kullanmak zenginlik gösterisi bir davranış olarak sunulursa elbette bunları kullanan gençler bulunacaktır.
Depresyon, melankoli ve intihar olgularına gelince, burada bir irade zayıflığından söz edilebilir. Yaşama cesareti, yaşama, iradesi, kendi yaşama sorumluluğunu üstlenememe vb. gibi durumlarda bütün bu davranış bozuklukları görülebilir. Bütün bunlara karşı ‘karakter’ dediğimiz ahlak alanıyla ilgili biçimlenmiş bir iradenin olması, bu tür olayları azaltıcı bir rol oynar.
Çetinoğlu: İnanç yetersizliği söz konusu mu?
Prof. Dr. Ali Osman Özcan: Muhterem Oğuz Ağabeyim, kendini korunmasız hissetmekle inanç yetersizliği arasındaki ilişki; insanın var oluşunun temel nitelikleri olarak karşımıza çıkar. Günümüz cemiyetlerinde insanların bireyleşmesi olgusu, insanı güvensizlik duyguları içine itmiştir. Sadece bu dünyada yaşamıyoruz. İnsanoğlu öldükten sonraki hayatını da merak etmektedir. İnançların farklı ideolojiler tarafından gözden düşürülmesi, insanın güven duygusunu da tehlikeye atmaktadır. İnsanlar, sığınabilecekleri bir güce boyun eğmeye her zaman hazır olmuşlardır. Karmaşık sosyal yapı kavramının içeriğinde, güven duygusunun zedelenmiş olabileceği biçiminde bir içerik de söz konusudur. Rekabet toplumu kavramında da birbirine rakip insanlardan oluşan gizli bir içerik vardır. Rakip, dostça olan düşman demektir. ‘İnsanlar, rakipleriyle nasıl işbirliği, yardımlaşma ve dayanışma duyguları içinde ortak hareket edebilirler?’ sorusunu sorduğumuzda alacağımız cevap, pek olumlu olmayacaktır. Toplumla ilgili kurumlar ve şirketler, insanlara güven duygusu vermezler. Dolayısıyla günümüz insanı, kendini korunmasız dayanaksız ve ümitsiz hissetmesinde mantıklı davranmaktadır.
Ayrıca inançlarına yapılan saldırılar karşısında da şaşırıp kalmakta, ayaklarının altındaki inanç temeli sarsıldığı için ‘hayattan hep şikâyet eden’ biri olmaktadır.
Çetinoğlu: İnsanlar genel olarak her durumda, itiraz etme ve/veya karşı fikir üretme eğiliminde. Bu tür davranışlar, insanlar arasındaki ilişkileri olumsuz yönde etkileyebiliyor. Sebepleri ve bu tür davranışlar karşısında takınılabilecek tavır hakkında neler söylersiniz?
Prof. Dr. Ali Osman Özcan: Her insan, evrende kendi bildiklerinin doğru olduğu inancındadır. Kendini beğenmeyen, kendine gülebilen insan tipi çok azdır. Ancak düşünce özgürlüğü ve diyalektik adına, herkesin herkese itiraz ettiği; ‘Ben biliyorum’ diyene ‘Ben senden daha çok biliyorum’ diye ortaya çıktığı iletişim-etkileşim durumları, eskisine oranla günümüzde daha çok artmıştır. Sohbet, hasbıhal etme, yarenlik etme, muhasebe ve müzâkere etme gibi vb. davranış türleri tartışma adı altında sunulmaktadır. Tartışma, tartmak fiiliyle ilişkilidir. Terazide iki kefe vardır. Kefeler arası bir kavga söz konusu gibidir. Herkes diğerinden daha ağır olduğunu ispatlama peşinde olup karşısındakine saygı göstermemektedir.
Saygı sözcüğü, sevgi ve hayranlık duyguları bileşimi olan, sevgi ve hayranlık duygularının içeriklerinin yer aldığı bir kavramdır. Bu açıdan tartışanlar karşılarındakine sevgi ve hayranlık duygularıyla değil, hasım, düşman, rakip, öç alınacak ve haset edilecek kişiler olarak yaklaşmaktadırlar. Dolayısıyla bütün bu davranışlarda şahsî ve ahlakî hayatlarındaki bozukluklar, her yerde karşımıza çıkmaktadır. Saygı sözcüğünün sadece adı kalmakta, saygısızlıklar fikir özgürlüğü adı altında gizlenmektedir.
Çetinoğlu: Aydın kesimin mutlaka muhalif bir damardan beslenmesi gerekiyor mu?
Prof. Dr. Ali Osman Özcan: Aydın’ kelimesi, çok anlamlı bir kelimedir. ‘Günaydın, tünaydın…’ diyenler, kelimeye ahlakî bir anlam yükleyerek karşılarındakine bir mesaj verme eğilimindedirler. ‘Aydınımız kendi bilgi kaynaklarını reddedip, sadece kendi dışındaki bir kaynağın damarlarından beslenmeye kalktığı gün, kendi yozlaşmasının temellerini de atmıştır.’ diyebiliriz. Kendi kültürünün beslendiği kaynakları kesip kurutarak başka kültürlerin sütleriyle beslendiğinde, geleceğini de başkalarına emânet ettiğinin bilincine, İstiklal Savaşı yapma durumunda kaldığında varmış iken, maalesef daha sonra tekrar geçmişi unutup kötü alışkanlığını sürdürmeye devam etmiştir. ‘Elden gelen öğün olmaz; o da vaktinde bulunmaz.’ diye bir atasözümüz vardır. Türk aydını, bilgini, bilgici, bilgesi muhalif değil; ama dünyanın her tarafından haberdar olmayı, bilgi toplamayı kendine şiar edinmelidir. Her tür bilgiyi, beceriyi, ustalığı, tekniği, dili vb. bilen insanlara, ehil kişilere ihtiyacımız vardır.
Çetinoğlu: İnsanlar, dışa ilgileri sebebiyle kendi içlerini ihmal ediyorlar. Dışa bakışlarda ise daha çok olumsuzluklarla ilgileniliyor. İnsanların kendi iç dünyası ile ilgilenmeleri sonucundaki kazanımlarını anlatır mısınız?
Prof. Dr. Ali Osman Özcan: Görüşmemizin önceki bölümündü söylediğim gibi; batı kültürünün ilgisi dışa yönelik, doğu kültürü ise içe yöneliktir. Türk kültürünün ise insanın iç ve dış dünya dengesini kuran bir kültür olduğu maalesef görmezden gelinmekte veya unutturulmak istenmektedir. Bunun için ata sözlerimiz ve deyimlerimize bakmak yeter. Bütün psikoloji, antropoloji, felsefe ve ilahiyat hatta hukuk alanlarında batı ve doğu kültüründen ileride olduğumuz görülebilir.
Çetinoğlu: Stressiz hayat söz konusu değil. Stresi disiplin altına alarak ve/veya yöneterek, oluşabilecek olumsuzlukları en aza indirmek mümkün. Modern çağın gereği olarak ilköğretimden üniversiteye kadar okullarımızda stres yönetimi konusunda eğitim verilmesi ile ilgili görüşlerinizi açıklar mısınız?
Prof. Dr. Ali Osman Özcan: Günümüzün moda kavramlarından birisi de ‘stres’ kavramıdır. Kelime, 1970’li yıllarda Amerika Birleşim Devletleri’nde CEO7 yetiştirme programlarında karşımıza çıkmaktadır. Kelime; gerginlik, huzursuzluk, sıkıntı, bunalım, çöküntü vb. pek çok anlamı içinde barındırmaktadır. Hepimiz günlük hayatta gerginlik-gevşeme, huzur-huzursuzluk, güven-güvensizlik boyutlarında duygulu durumlar içinde oluruz. Ancak bunları abartmak yanlıştır. O zaman Hz. Âdem’den bu yana stressiz bir insan tasavvur etmek mümkün değildir. Stresin insana özgü bir durum olduğu kabul edilirse stresle başa çıkmak daha kolaydır.
Ancak herkes kendini peygamber, evliya, örnek insan vb. biçimde algılar, düşünür, hisseder ise kusur, kabahat, suç ve cürümlerini inkâr ederek kendini aldatır ise başına gelenlerin sorumluluğunu kendi dışındaki etkenlere atfedecek, onları suçlandıracaktır. Bunun için hayatı iyimser gözlerle görmek gerekmektedir. İnsan, zıt duygular bütünlüğünü kendi içinde taşımaktadır. Olumsuz duygular yerine olumlu ve iyileştirici duygu ile ilgili güçlerini harekete geçirici tampon mekanizmalar ürettiğinde, hayat zorluklarıyla daha kolay baş edebilir.
Çetinoğlu: Nişanlısı ile konuştuğu gerekçesiyle kız arkadaşını bıçaklayan bayan, erkek arkadaşı var diye kızını öldüren baba, ‘Küfür etme yavrum’ diyen öğretmenini bıçakla yaralayan ilköğretim öğrencisi… Bunları, münferit olaylar olarak kabul etsek bile, günden güne arttığını görmezlikten gelemeyiz. Bu olayları mâneviyat boşluğunun sonucu olarak kabul edebilir miyiz? Değilse çözüm nerede aranmalı?
Prof. Dr. Ali Osman Özcan: İnsan davranışlarına kurallar koyan hukuk, din, ahlak, gelenek, görenek, örf, âdet, teamül ve moda gibi hayat alanları vardır. Söylediğiniz örnekler, münferit ve örf, âdet ve teamül gibi alanlardaki kuralların çiğnendiği inancıyla ortaya çıkmakta ve hukuk tarafından cezalandırılan davranışlar olmaktadır. Bu tür olguları ‘töre’ olarak tanımlamak yanlıştır. Hemen her kültürde bu tür olaylar karşımıza çıkmaktadır. Ancak medyada bu tür münferit olaylar sık sık yer aldıkça, bu tür davranışları taklit edecek insanlara, 70 milyonda bir de olsa rastlanabilir. Burada, bu tür olayları haber diye topluma sunmayı, medyanın toplum ile ilgili sorumluluğunu kötüye kullanması olarak yorumlamak mümkündür. Şahıslarla ilgili vakalar milletin geneline teşmil edilir ise burada bir sorumsuzluk örneğinden söz edilebilir. Çünkü evrende taklit eden, taklidi en çok yapan canlı insanoğludur.
Çetinoğlu: ‘Ahlak’ kelimesini kullandınız. Ayrı bir röportajın konusu olacak kadar geniş kapsamlı bir kavram. Davranış bozukluklarının bir kısmı ahlak kurallarına aykırılıktan kaynaklandığına göre, ahlak kavramının efradını câmi, ağyarını mâni târifini yapar mısınız?
Prof. Dr. Ali Osman Özcan: Günümüzde ‘ahlak’ kelimesinin karşılığı olarak ‘etik’ ve ‘moral’ kelimeleri kullanılmaktadır. Bu iki kelime, ahlak kelimesinin içeriğini hiçbir zaman kapsayan sözcükler değildir. Etik, ahlakın felsefi yorumudur. Bu açıdan bakıldığında ne kadar felsefi görüş var ise o kadar ahlakın felsefi yorumu da olacaktır. Moral kelimesi ise; ‘kuvve-i maneviye’ olarak tanımlanmıştır. Bazıları ‘moral’ kelimesinin karşılığı olarak ‘ahlak’ sözcüğünü kullanmaktadırlar. Bu kullanım yanlıştır. ‘Moralim bozuk.’ deriz. Fakat ‘Ahlakım bozuk.’ diyemeyiz. Fakat manevî güçler (kuvve-i maneviye) deyince, içimizde bu güçlerin iyileştirici ve kötüleştirici boyutlarına vurgu yaparız. ‘Moralim bozuk.’ demek, içimdeki kötüleştirici güçler etkindir anlamındadır. Karşımızdakine bir tür mesaj niteliği taşır. ‘Moralim yerinde’ deyince, içimizdeki iyileştirici güçlerin etkin olduğunu söylemek isteriz. Ancak burada dikkat edilmesi gereken, milletimiz için önem taşıyan bir nokta vardır. Ahlakı bilme bilgisi ile ahlaklı davranma arasında fark vardır. Ahlak alanını bilme bilgisi, ahlaklı davranmaya yol açmayabilir.
Kişi ahlak hakkında kitaplar yazabilir, konferanslar verebilir; fakat ahlaklı davranmayabilir. Toplumun ahlak değerlerini bilme bilgisi, bu değerlere uymanın garantisi değildir. Bu açıdan öğretim kurumlarımızda ahlakı bilme bilgisini öğretmek yerine, ahlakî davranış örneklerinin sergilendiği ortamlara önem verilmelidir. Kitaplardaki ölü ahlak bilgileri değil, güzel örneklerin canlılık kazandığı ortamlar önemli olduğundan öğretim kurumları ve kitle iletişim araçlarında ahlak değerlerinin yaşandığı güzel örnekler verilmesi sorumluluğu herkesi kapsayıcıdır.
BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU.