Dündar Taşer – Prof. Dr. İskender Öksüz Görüşlerinin Işığında“Anayasa Değişikliği, Başkanlık Referandumu” ve Sonrası

99

“Eğri ağaçtan düz baston çıkmaz“. / Türk atasözü

Bu yazımda sizlere Türk Milletinin yetiştirdiği iki güzide evladının görüşlerinden bir demet sunacağım. Birisi 13 Haziran 1972 de elim bir trafik kazası sonucunda kaybettiğimiz asker ve siyasetçi Dündar Taşer, diğeri ise değerli ilim ve fikir adamlarımızdan Prof. Dr. İskender Öksüz.

Biliyorsunuz, anayasa değişimi konusu çok tartışıldı o kadar ki; bu tartışmalar yapıladursun Cumhurbaşkanı her zaman fiili durum yaratarak anayasanın bazı maddelerini çiğniyor yok sayıyordu.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, fiili durumu yasal hale getirmek için AKP’nin ve Cumhurbaşkanının anayasa değişikliği arzusunu gündeme taşıdı. Neticede 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan anayasa değişimi ve başkanlık sistemi tartışmalı referandumla çok az farkla da olsa kabul edildi.

Türk Milletinin bekasını tayin edecek “Başkanlık” ve Anayasa değişikliği meselesini gelin birde Türkiye sevdalısı Rahmetli Dündar Taşer’in tarihin derinliklerinden aktardığı engin bilgileriyle değerlendirelim.

Kendisi her ne kadar 1960 İhtilalının içerisinde olduysa da bakınız endişelerinde haksızmı?

Harekete tekaddüm eden günlerde benim en büyük ızdırabım, yapacağımız işle, devletin yeni bir badireye sürüklene­bileceği ihtimali idi, Tarihimizdeki bütün inkılâp hare­ketlerinin, milletin başına yeni belâlar getirdiği hakkında sarsılmaz bir kanaatim vardı. Bugün bu kanaatim daha da pekleşmiştir. Yeniçeri kıyamlarına gitmeye lüzum yok. Çün­kü onlarda bir sistem ve nizam değiştirme gayesi mevcut de­ğil. Muhtelif sebeplerle vücut bulan, kendine mahsus bir ananeye göre cereyan eden kıyamlar… Hatta bunların, reha­veti dağıtmak, yolsuzlukları önlemek gibi faydaları da var. Fakat Nizam-l Cedid’le başlayan devir için, böyle bir fikir yürütmek imkânsız. İki asırdır yeni düzen peşindeyiz. Ve tabiî devamlı sıkıntı ve çalkantıların ortasında“.

Taşer’e göre bu olumsuz düşüncelerin kaynağı, aydının yabancılaşması. Kendine ya­bancılaşma, “millî ölçüyü kaybetmek”tir. Bu garip mahlûk, yüz yıldan beri anayasa ile oynuyor. “Bu bize ne kazandırdı? Hiç… Şimdi de aynı hatanın kurbanı değil miyiz?”

1946’dan beri başlayan çok partili devrede parti mücadelesi, Meşrutiyet Devrindeki şekline büründü. On senelik devrede, düzenin bo­zukluğu, çift Meclis, Anayasa Mahkemesi, bağımsız mahkemeler bağımsız üniversite ve hürriyet sloganlarını dinledik.

1960’ta konuşmaması, millî nizam içinde sessiz ve sukut içinde olması gereken Ordu’yu politikacılar konuşturdular.

Biz konuşunca da, tabiatıyla herkes sustu… Vasatı onlar ha­zırlamışlar, rayları onlar döşemişlerdi. Biz, ister istemez, o raylar üzerinde yürüdük“. (1)

***

Prof. Dr. İskender Öksüz ise, Kocaeli Aydınlar Ocağımızın İnternet sayfasında, yayımlanan “Parantezler ve Maymunun Sobası” başlıklı yazısında bakın neler söylüyor:

 

Kurumlar iki sebepten zayıflar ve çöker:

1. Değişmedikleri için

2. Değiştikleri için

Demek ki bilgelik nasıl değişip nasıl değişmemek gerektiğini kestirmektedir.

Bizim gündemimizin ana konusu “Anayasa değişimi” olduğuna göre, yazının sadece “değiştikleri için” bölümünü noktasına ve virgülüne dokunmadan aynen yayınlıyorum.

Değişme

Her değişme kurtuluş ve başarıya götürseydi hayat ne kolay olurdu? İşler kötü mü gidiyor, aklına geleni değiştir, yeni oldum de, kurtul.

Kurumların, yani devlet ve şirketlerin tarihî, yenileniyorum derken o yeniliğin sarsıntısından yıkılışın örnekleriyle doludur. İki kutuplu dünyanın ikinci kutbu, iki süper devletten biri Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği idi. Onu iki yenilik yıktı: Glasnost ve Prestroika. Birincisi “Açıklık” veya Azerbaycan Türkçesi’nin tatlılığıyla, “Âşkârlık” (âşikârlık); ikincisi “Yeniden Yapılanma” idi. “Yeni Türkiye”cilere arz olunur.

Pat diye değişiklikler genellikle tek adam rejimlerinde, diktatörlüklerde kolayca meydana geliyor. “Checks and balances” denilen, denetim ve denge mekanizmalarının bulunduğu kurumlarda yıkıcı değişikliklerin önünde engeller var.

Mao’nun tek adam rejiminde bir sabah diktatörün aklına “Büyük İleri Atılış” geldi. Köylere izabe fırınları kurulacak, pirinç tarlalarında fideler birkaç kat daha sık dikilecek ve Çin köşeyi dönecekti. Ham madde yokluğunda izabe fırınları kendi üretimlerini eritip kota tutturdu. Sık ekilen fideler rutubetten çürüdü. Mao’nun ziyaret ettiği köylerde çürümeyi engellemek için teftiş gününe kadar tarlaların vantilatörlerle havalandırıldığı meşhur hikâyedir.

SSCB’nin ilk günlerinde buğday tohumlarının soğuğa alıştırılarak kışın da ürün vereceğini iddia eden Lysenko adlı bir kaçık zuhur etti. Stalin’i ikna etti. Ülke tarımı Lysenko’ya teslim edildi. Neticede ülke kıtlığın kucağına düştü ve milyonlarca insan açlıktan öldü.

Bir yönetim kitabında değişimin dikkatle yapılması gerektiği anlatılırken, bir odanın eşyasının yeniden tanzimi misal olarak verilir. “Fakat” der yazar, “değiştireceğiniz şey bir kurum ise, eşyaların her biri ile diğerleri arasında görünmez bağlar vardır. Halıyı çekmeye çalıştığınızda üzerindeki masa ve sandalyeleri fark edersiniz. Sandalyeyi kaldırmaya çalıştığınızda masaya bağlı olduğunu anlarsınız.

Sosyoloji ve sosyal psikoloji, cemiyetlerdeki unsurlar arasında etkileşimin, mobilyaları birbirine iplerle bağlı odadakinden daha karmaşık olduğunu gösteriyor. Mümtaz Turhan Hoca’nın Kültür Değişmeleri’ni okuyanlar şunu farkeder:

“Kültür unsurları, modüler bloklar halinde yaşamaz. İllâ bir benzetme gerekiyorsa, vücuttaki sinir ağlarına benzetmek daha doğrudur. Kültür unsurları birbiriyle yoğun ve karmaşık ilişki içindedir ve aralarında sebep -sonuç, diğer bir deyişle illiyet (causality) bağları vardır.

Osmanlı özlemi içerisinde olanlara duyurulur.

“Bugünün toplumu dünün toplumu değildir. Bugünün dünya şartları da dünün dünyasının şartları değildir. Bir zamanlar ‘ne’ yapıyorsanız aynını yaparak bir yere varamazsınız”.

Bu yüzden, kültürler arası alışverişte bir kültürden bir unsuru alıp diğerindeki bir unsurun yerine koymak genellikle mümkün değildir. Bu gerçeğe rağmen, böyle yapmaya kalktığınızda alınan unsurun sizin kültürünüzde istenen yararı sağlamadığını, beklenen fonksiyonu yerine getirmediğini görürsünüz. Daha kötüsü, yerine yenisini koymak için tahrip ettiğiniz eski kültür unsurunun fonksiyonunu da kaybedersiniz. Bu kayıp, birbirine sıkı sıkıya bağlı kültür ağı içinde önceden hesaplanamayacak yıkımlara yol açabilir.

“Alınan kültür unsurunun, kendi kültürü içinde bir sebebi vardır. Yararını o sebep dolayısıyla göstermektedir. Sebebi kavramadan, alacaklarınızı görüntüye göre seçerseniz kökünden kopmuş şekiller size beklediğiniz yararı vermeyecektir.”

Toplumları bir sabah kalktığımızda aklımıza esiveren cin fikirlerle değiştirivereceğimize inanmanın tek izahı vardır: Cahil cesareti. Toplumda ilişkiler karmaşıktır.

Parantezler ve düşüp kalkan çocuklar

Toplumun unsurlarının birbiriyle münasebeti için sinir ağı benzetmesi uygundur. Bu karmaşık etkileşimlerden dolayı bazı beyin ameliyatları hastayı uyutmadan, onunla konuşarak yapılır. Çünkü beyinde dokunduğunuz noktanın nerelere hükmettiğini belirlemek zordur. Hasta uyurken yapılan bir müdahale ertesinde hastanın konuşamadığını veya yürüyemediğini görebilirsiniz.

Toplumlar için böyle deneyerek ameliyat yapma şansınız da yoktur. Onun için iki defa, üç defa düşünmeniz, sizin düşünceniz de yetmez, bilime müracaat etmeniz gerekir.

Topluma ait unsurların coğrafya üzerinde bir yerden bir yere nakli kadar zaman içinde nakli de mümkün değildir.  Özdeyişlerle yönetilen ülkemde bugün yüz yıl önce, iki yüz yıl önce açılıp şimdi kapanacak parantezlerden bahsediliyor. “Çocuk düştüğü yerden kalkar” gibi sözler sosyoloji kanunu sanılıyor.

Türkiye ne yüz yıl öncesinde, Birinci Dünya Savaşı dönemindedir-çok şükür-ne de iki yüz yıl öncesinde, Sultan II. Mahmud çağındadır. Zaten şapkayı çıkarıp fes veya fesi çıkarıp sarık giymekle problemlerimizi çözeceğimize de kimse inanmaz. Açılan hiçbir parantez kapatılamaz. Tarih ve toplum kâğıttaki yazı kadar basit değildir. Kaldı ki o parantezler Türkiye’nin hayat öpücükleridir. Sultan II. Mahmud’un açtığı parantez, İlber Ortaylı’nın eserinin ismindeki ifadeyle,  “İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı”nı  yaralanarak, büyük kayıplarla fakat ölmeden, diğer İslâm ülkeleri gibi koloni hâline gelmeden yirminci asra taşımıştır.

Ekonomide yukarıda anlatılan donukluğa karşı aynı Osmanlı silahlar, ordu, bürokrasi gibi alanlarda değişiklik üstüne değişiklik yaptı. O kadar ki bazı tarihçiler, biri klasik dönem, diğeri de reformlardan sonrası olmak üzere iki Osmanlı devletinden bahseder. Ve derler ki Osmanlı’yı altı asır yaşatan bu kendi kendini yenileme, kendinden yeni bir Osmanlı yaratma hamlesidir. Açılan o parantezlerledir ki Osmanlı, Anka Kuşu gibi küllerinden yeniden doğdu.

Mustafa Kemal ve arkadaşlarının açtığı parantez de Türkiye’yi işgalsiz, esaretsiz yirmibirinci asra taşıdı, son on yıla gelinceye kadar hemen bütün göstergelerde diğer Müslüman ülkelerin önüne geçirdi. Ancak son on yılda kanun hâkimiyeti, güven ve yolsuzluk gibi uluslararası göstergelerdeki gerileme, bizi bu mevkiden aşağılara sürüklüyor.

Bugünün toplumu dünün toplumu değildir. Bugünün dünya şartları da dünün dünyasının şartları değildir. Bir zamanlar “ne” yapıyorsanız aynını yaparak bir yere varamazsınız. Bu “Nasıl?”ın taklidi olurdu. Nasılları değil “Niçin?”leri taklit etmelisiniz. Beğendiğiniz çağlarda yapılanları değil,  o yapılanları yaptıran değerleri taklit etmelisiniz. Tezahürleri değil, değerleri… Sonuçları değil, sebepleri…

Heraklit 2500 yıl önce aynı suda iki defa yıkanılmaz demiş. Çocuk da asla düştüğü yerden kalkamaz. Çocuk büyüyüp koca adam olmuş, düştüğü yerden imar geçmiş ve oraya AVM dikilmiştir. “Maymuna soba yakmayı öğretmişler, yazın da yakmış” tuhaflığına duçar olmayınız.”(2)

 

(1)   Ziya Nur: “Dündar Taşerin Büyük Türkiyesi”

(2)   Prof Dr. İskender Öksüz: “Parantezler ve Maymun’un sobası”. Kocaeli Aydınlar Ocağı İnternet Sayfası:  http://www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr/Yazi.aspx?ID=8133