Dr. Metin Eriş ile Kültürümüz Hakkında…

181

Türkiye’deki rejimin demokrasiden çok liderokrasi olduğunu iddia eden Dr. Metin Eriş, kültürümüzle ilgili konularda çarpıcı açıklamalarda bulundu: ‘Kültür değerlerine sâhip çıkamayan milletler; erimek, yok olmak tehlikesiyle karşı karşıyadırlar.’

Ülkemizde kültürel yozlaşmalar yaşandığına dikkat çeken Dr. Eriş, olumsuz gelişmelerden aydınları sorumlu tutuyor ve ‘Okumuş-yazmış olma vasfını aşamayan aydın kimliği sâhipleri, kendi değerlerini topluma dayatırlarsa, huzur ortamı oluşturulamaz, hiçbir alanda gelişme sağlanamaz.’ Diyor.

Oğuz Çetinoğlu: Uygun görürseniz mülâkatımıza kültür kavramının târifinden başlayalım. Kültürün genel kabul görmüş bir târifini yapar mısınız?

Dr. Metin Eriş: Doğrusunu isterseniz kültür kelimesi, gerek halk gerekse ilim dilinde çok yaygın kullanılmakla beraber, üzerinde tam bir mutabakatın olduğunu söylemek hemen hemen mümkün değildir. 20. yüzyılın ortalarında ABD’li iki antropolog Krober ve Kluckhan’ın yaptıkları bir incelemede, kültür ve kavramının tam 164 farklı tanımını derlemiş olduklarını söylersek, çok eski ve önemli bir geçmişe sâhip olmakla beraber ‘kültür’ kelimesi üzerinde uzun yıllar boyunca bir uzlaşma ortamının doğmadığını görürüz. Kısaca bu konuda bilim adamlarının bile zorlandığı görülür. Bu yüzden, kişiden başlayarak onun yaşadığı ve bütünleştiği ortam hususunda değerlendirmeler yapılarak kültürün târifinin yapılması cihetine gidilmiştir. Zamanla genel kabul görecek olan bir kültür târifine doğru yol alınacaktır ama burada da, sosyal ilimlerin tabiatı düşünüldüğünde çeşitli eğilimlerin, ideolojilerin ağırlıklı rol oynadığı görülür. Bu düşüncelerle her kişide var olduğunu kabul etmek durumunda bulunduğumuz evrensel ve özel vasıflar dışında bir de ‘her kişiyi’ bir gruplar dizisinin üyesi olarak tanımlayan vasıflar kümesinin bulunduğunu ve bunun kültürü oluşturduğunu belirterek, târifimi tamamlamak istiyorum: ‘Kültür zihniyetlerin bileşkesinde ortaya çıkan ve topluma kimlik kazandıran değer ve normlardır.’ Buradan hareketle ‘kültürü, bir topluluğu millet yapan ve diğer milletlerden farklı kılan bir hayat tarzı’ bir başka ifâdeyle ‘bir cemiyet, topluluk ve millet için sosyal akrabalık bağlarının ve değerler manzumesinin bütünü’ olarak târif edebiliriz.

Çetinoğlu:  Sizin, kültür kavramına yüklediğiniz özel bir mânâ var mı?

Dr. Eriş: Kısaca ‘kültür bir toplumun hayat tarzıdır.’ Diye ifâdelendirdikten sonra, kültürün bir topluluğun, milletin duygu, düşünce ve davranış kalıplarını ihtiva ettiğini; burada başta dil, târih, inanç dünyâsı, bilgi, san’at, örf ve âdetler, ahlâk gibi unsurların bulunduğunu, kısaca kişinin bir cemiyetin üyesi olması dolayısıyla kazandığı çeşitli değerler yanında sâhip olduğu diğer bütün maharet ve alışkanlıkları da ihtiva eden bir bütünden meydana geldiğini düşünüyorum.

Çetinoğlu: Türk kültürünün; Müslüman veya gayrimüslim…. Diğer milletlerin kültürlerinden farklı olarak ihtiva ettiği unsurlar nelerdir?

Dr. Eriş: Bu sorunuza Prof. Dr. Erol Güngör’ün bir târifinden yola çıkarak cevap vermek istiyorum. O’na göre; ‘Bir topluluğun ihtiyaçlarını karşılamak üzere benimsemiş bulunduğu hayat tarzı bütün maddî ve manevî unsurlarıyla birlikte, toplumun kültürünü teşkil eder.’ O halde Müslüman veya Müslüman olmayan, hattâ buna mezhep farklılıkları içinde bulunan Türk topluluklarının da ilâve ettiğimizde görürüz ki, diğer bazı milletlerin kültürlerinde de bulunmakla beraber, ‘âile anlayışı’ ve ‘devlet’ unsurları, Türk’ün bilinen târihî süreci içerisinde başka milletlerden daha farklı ve ağırlıklı bir mânâ taşımıştır.

Çetinoğlu: Kültürler bağımsız bir dünyâdır.’ Deniliyor. Kültürler ne kadar bağımsız? Öze ve temele dokunulamamış, değiştirilememiş olsa bile, farklı kültürler birbirlerini etkileyip törpülemiyorlar mı? Türk kültürü bu etkileşimden zarar görüyor mu?

Dr. Eriş: Kültürler şüphesiz toplumlara has özellikler sâhiptirler. Hattâ; ‘Yeryüzünde ne kadar millet varsa o kadar kültür vardır.’ Denilebilir. Fakat hiçbir zaman bağımsız bir karakter taşımazlar. Her kültürel yapı hem tesir edici, hem tesir alıcı bir hüviyete sâhiptir. Özellikle yaşanan coğrafyadan başlayarak dâhil olunan veya irtibat kurulan çevre, medeniyet ve/veya araçlar kültürler arasındaki etkileşimi sağlayan unsurlardır. Ayrıca bilinen bir başka gerçek, kültürler arasında grup grup akrabalıkların bulunduğudur. Böylece akraba kültürler arasında alışveriş daha kolay olmaktadır. Ancak bu demek değildir ki, farklı kültürler arasında da ilişki ve alışveriş olmasın. Burada üzerinde durulması gereken husus kültür alışverişinin serbest değişmeler tarzında olduğu gibi ‘mecburî’ tarzda da olduğudur. Serbest kültür değişimleri kültürlerin birbiriyle temaslarıyla ortaya çıkar ki, Türklerin çağlar boyunca devam ettirdikleri târihî seyir içinde bunu açıkça görürüz. Mecburî ve zorlama kültür değişmelerin belirli örnekleri içersinde başka ülkelerin hâkimiyetleri altına girmiş ülke halklarının, ‘işgal altındaki topluluklar, sömürge halkları ve/veya iletişim araçlarının kullanımı ile doğan örneklerde görüldüğü gibi’ mecbûrî veya zorlama değişmeler, serbest değişimden farklı olarak sun’i bir hüviyet taşırlar. Zira bunlar yönetimlerin ve/veya baskıcı güçlerin ‘medenileştirme, ideolojik değişime mecbûrî ve/veya kültürel sıçratma’ baskısıyla ortaya çıkarlar. Ben buna ‘Takma kafaya sokma akıl değişimi’ diyorum. Ülkemizde uzun yıllar devam ettirilmek istenilen de ne yazık bu ikinci davranışla yakın bağlantılıdır. Fakat halkın 1950’lerden başlayan direnci giderek kendi kültürel değerlerini yeniden arama-bulma noktasına doğru geliştirmiştir. Ancak ne yazık bu noktada, toplumun sağ veya sol diye nitelenen kesimlerinde, önemli sapma ve saplantıların ortaya çıkmış olduğu gözlenendir. Umalım, zamana uyan kök kültürümüzde uzlaşılsın…

Çetinoğlu: Zararları sıfır noktasına çekemesek bile, en aza indirmenin yolları nelerdir? Resmî ve özel kurumlar; yazılı, sözlü ve görüntülü basının, kültürümüz üzerindeki olumsuzluklara yönlendirici baskılarını önlemekte yeterli olabiliyor mu?

Dr. Eriş: Kültürel yozlaşma hususundaki zararları sıfır noktasına çekmek, herhalde insanın varolduğu bütün zaman dilimlerinde ve yapıda mümkün değildir. Ancak zararı azaltmanın yolu, eğitim sistemimizde yıllardır yaşanan ‘şartlı refleksle insan yetiştirme’ anlayışından vazgeçilmesi ile mümkün olabilir. Yâni öncelikle eğitimimizin ezberci yapısında ve neredeyse toto oynar gibi okul seçim anlayışından kurtulması gerekir. Ayrıca sınıflardaki öğrenci sayılarının 30’ları aşamayacak rakamlarda tutulması sağlanmalıdır. Derslerin, kültürümüzün ana unsurlarını veren tedrisat içeriğine sâhiplendirilmesi, öğretmen ve eğitmenlerin millî ve yörelerinin bilgileriyle de mücehhez kılınmaları, bu şuurun öğrencilere aktarmasının sağlanması ile yozlaşmadaki zarar azaltılabilir. Böylece düşünen, gören ve irdeleyen nesillerimizin, aralarında farklılaşmalar olsa da, kendi değerlerinin başkalarından geri değil, hattâ ileri olduğunu ve kültürel değerlerinin yaşatılmasının gerekliliğini kavramaları kolaylaşmış olur. Sapmalar olmaz mı? Tabii ki olacaktır. Ancak böylece ülkemizde var olan ve kendi kültürüne yabancılaşmış aydın (!) kadroların hemen ülkenin her kurumunda, özellikle de iletişim araçlarında yaptıkları basitleştirilmiş, bozguncu ve bozucu anlayışa rağmen kültürümüzün temel unsurlarını sâhiplenenlerin sayısı olumlu bir değişime doğru gelişme gösterecektir. Fakat üzerinde ısrarla durduğum gibi, öncelikle eğitimimizden yola çıkılmalıdır. İzin verirseniz bu noktada öğrencilik hayatımdan bir örnek vermek isterim. Lisede Sudi Bey adlı bir edebiyat hocamız vardı, bize Tevfik Fikret’i Aşiyan’da, Yahya Kemal Beyatlı’yı Emirgan’da, Abdülhak Şinasi Şinasî Hisar’ı Kandilli ve Kanlıca’da anlatarak öğretirdi. Bilmiyorum ne demek istediğimi anlatabiliyor muyum… 

Çetinoğlu: Kültürümüzde yozlaşmalar olduğu görüşüne katılıyor musunuz?

Dr. Eriş: Maalesef evet. Önce dilimizdeki yozlaşmayı görmemiz yeter sanıyorum. Öztürkçeleştirme adına yapılanları bir tarafa koymaya çalışsak bile kaldırılan inceltme işâreti ile Türkçe’mizin vardığı noktayı izah etmek herhalde kolay olmasa gerekir!.. Bugünse iletişim araçlarından başlayarak sokaklardaki dükkân tabelalarına yansıyan, bilgisayarlarda ve iletişimde kullanılan ifâdelerin kelime bile olduklarını söylemek ne kadar mümkündür!… Sözlü ve yazılı iletişimde, sokaklarda ve her yerde birkaç yüz kelimeyle konuşulanları, yanlış telâffuzları duyunca insanın ‘Yozlaşma yoktur.’ Diyebilmesi mümkün olabilir mi?… Dilden başlayarak ortaya çıkan yozlaşmayı kültürümüzün bütün unsurlarını taşıyabilirsiniz… İzin verirseniz sâdece bir kaç kültürel unsurun başlığını koyarak, bazı iyileşme emârelerine rağmen, nerede bulunduğumuzu okuyucularımızın idrakine bırakmak istiyorum… Dinî anlayıştaki şekilcilik, ahlâkî değerlerdeki sarsıntı, mûsikîmizdeki en basit ifâdesiyle arabeskleşme, san’atın bir çok dalları yanında özellikle mimarîmizde yok olmuş millî üslûp ve kısaca hayat tarzımız!.. Sorunuza kısaca ‘evet’ demem gerekiyordu: Fakat sanırım bazı başlıkları vermeliydim.

Çetinoğlu: Dr. Metin Eriş olarak bütün yetkiler elinizde olsa, diktatörce yasaklamalara başvurmadan, demokratik çözümler üreterek kültürümüzü yozlaşmaktan nasıl kurtarırdınız?

Dr. Eriş: Önce eğitim sistemimizin millî kültür unsurlarıyla donanmasını, çocuklarımızın düşünen, irdeleyen, gözleyen, araştıran ve kişilik sâhibi kimseler olmalarına imkân veren bir yapıda yetişmelerini sağlardım. Böylece kendi kültürlerinin hiç de batılı ve/veya başkaca kültürler karşısında itilip kakılacak, hor görülecek bir yapı taşımadığını kendi düşünce ve idrakleriyle görmelerini kolaylaştırmış olurdum. O zaman bugünün bütün kurumları, sanırım başta iletişim araçları kendileri için basitçi ve magazinleşmekten öte başka zeminler de olduğunu değerlendirmek mecburiyetini duyarlardı……

Çetinoğlu: Sizce medeniyet; kültürlerin kesişme noktası olan daha geniş bir alan mıdır?

Dr. Eriş: Kültür ile medeniyetin keşiştiği noktalar bulunmakla beraber aralarında fark olduğu muhakkaktır. Medeniyet insanı bilgiye, tecessüse, ilme, tekniğe dayanarak konfor ve hayat imkânlarını arttırmaya, hayat şartlarını iyileştirmeye sevk eden ama millî rengi olmayan evrensel faaliyet ve eserlerdir. Ancak şurası muhakkaktır ki kültür, ortaya koyduğu değerlerle medeniyetin gelişme ve ilerlemesine tesir ettiği gibi, medeniyet de kültürel değerlerin şekillenmesinde rol oynar. Ancak kültürel gelişme ve/veya değişimde de maddî olan medeniyet araçlarının belirli tesirlerinin olduğu görülür. Tıpkı medeniyetin ortaya çıkaracağı hayat seviyesinin, ferdin tutum ve davranışlarına tesir ederek dünyâ görüşü üzerinde değişiklikler meydana getirdiği gibi…

Çetinoğlu: Kültürler nereden beslenerek gelişirler? Sımsıkı sarılmak suretiyle kültürümüzü güçlendirebileceğimiz bir kaynak var mı?

Dr. Eriş: Kültürlerin beslenerek geliştirdikleri yapıyı hemen bir iki noktaya sıkıştırarak ifâdelendirmek mümkün değildir. Aileden başlayarak şekillenmeye başlayan birlikte yaşama anlayışı aşiretlere, millet ve devletlere doğru yol alırken şüphesiz önce anlaşma noktası olan dilden hareket etmişlerdir. Topluluklar için dil en köklü bağdır. Sonra, coğrafyanın tesiri içinde şekillenmiş olan örf ve âdetler… Ve zamanla bütünleşen târih, san’at, inanç gibi unsurlar bu beslenmenin ana diğer unsurları olurlar ki böylece bütün bunları birleştiren ana unsur ortaya çıkar, buna dünyâ görüşü ve bir adım ilerisiyle millî şuur demek doğru olanıdır. Sımsıkı sarılacağımız kültürümüzü güçlendireceğimiz temel kaynak ‘millî şuur’dur.

Çetinoğlu: Bilim veya ilim ile kültür ilişkisi nedir? Bilgiye dayalı olmayan kültür var mıdır? Ve de bütün bilimlerin çıkış noktası, alanı neresidir?

Dr. Eriş: Gelenek ve görenekler veya kültürün herhangi bir unsurundan yola çıkıldığında bunların herhangi birinin ilmî temele dayanmadan var olabileceğini veya varlığını sürdürebildiğini söylemek mümkün müdür? Tabiatıyla burada kastettiğimiz ilmî bilgiyi bugünkü değerleriyle değil, bulunulan o günkü, o çağdaki yapısıyla ele almak gerektiğidir. Yâni herhangi bir kültürel unsurun ilk adımı atılırken ilk ilmikte basit de olsa bir bilgi vardır ve bu gelişerek ivme kazanır. Tabiatıyla burada ilkel kültürlerin varlığını, bunların kendi yöntemleriyle bilgilendiklerini, buna ilim adı verilmese de, göz ardı etmemek gerektiğini söylemeliyiz. Özetle bütün bilimlerin çıkış noktası şüphesiz ilk denemelerdir…. O halde denemeler ilmin temelini teşkil ettiğine göre, basit ve/veya ilkel olsa da, bütün kültürlerin temelinde bir bilim anlayışının olduğunu söylememiz gerekir.

Çetinoğlu: Avrupa medeniyetinden söz ediliyor. Avrupa’nın bir ortak medeniyeti var mı? Hıristiyan medeniyeti, Avrupa medeniyetinden ayrı bir kavram mı?

Dr. Eriş: Avrupa medeniyetinin ve/veya buna belki batı medeniyeti adını da vermek kabildir, temelinde Grek-Latin-Hıristiyan hattâ Musevî unsurlar bulunmakla beraber, Avrupa’da 16. yüzyılda gündeme gelen Protestan anlayıştan günümüze uzanan şekillendiriciliğin önemli rol oynadığı görülecektir. Ancak batı dünyâsının sâdece kendine bağlayarak, bir başka ifâdeyle vehim içersinde, başka topluluklara sunduğu üzere medeniyetin sâdece batıya münhasır kılınması, herhalde en basit tâbiri ile inkârcılıktır. Zira medeniyetin oluşmasında, gelişmesinde ve yaygınlaşmasında rol alan önce Asya ve sonraları İslâm menşeli, çağları içindeki ilmî bilginin varlığıdır. Ayrıca tekrar tekrar vurgulamaya çalıştığım gibi kültürlerin millî, medeniyetin ise beynelmilel nitelikli olduğudur. Medeniyetin gelişmesinde günümüzde birileri öncülük rolü üstlenmiş olabilirler. Fakat dün bunun sâhiplerinin başkaları olduğunu, yarın da medeniyet yürüyüşünde başka birilerinin olacağını kabul etmek gerekir. Batı, Avrupa ve/veya Hıristiyan medeniyeti kavramlarından söz edildiğinde, daha önce de vurgulamaya çalıştığım gibi, bu medeniyetin kök kültüründe Greko-Latin-Hıristiyan unsurlar temeli teşkil eder. Fakat bu, medeniyetin alt yapısını sınırlandırarak sâdece bir kesime mal etmek anlamını taşımaz. Batı’nın bugün kendi dışındaki topluluklar üzerindeki yönlendirici, beyin yıkayıcı temel hareket noktası ise bu yöndedir. Yâni sanki medeniyet batılılara mahsusmuş intibaı sürdürülmektedir. Eğer mutlâka ayrıştırmak istenirse medeniyet değil kültür farklılıklarından söz edilmeli, ancak maddî değerlerden meydana gelen medeniyetinse beynelmilel olduğunun altı çizilmelidir.

Çetinoğlu: Türk milletinin, İslâm medeniyetine ait olduğu söylenebilir mi?

Dr. Eriş: Sanırım mesele, medeniyet kavramına nasıl baktığımızla yakından bağlantılı. Unutulmaması gereken hususun dinin bir kültür unsuru, değeri olduğudur. Bu yüzden İslâm kültürü veya Hıristiyan kültürü gibi tâbirler tek cepheli mânâ taşırlar. İslâm medeniyeti, Hıristiyan medeniyeti kavramları ise dinî unsurdan da tesir aldıklarından, daha kapsayıcı anlam ifâde ederler. Ve tabiatıyla 1000 yılı aşkın bir süredir büyük çoğunluğu ile Müslüman olmuş Türklerin medeniyetini, eğer medeniyet kavramını beynelmilellikten çıkarıp mutlâka bir başlıkla sınırlandırmak istersek, İslâm Medeniyeti halkası içersinde olduğunu söyleyebiliriz. Ama o zaman medeniyetin gerek İslâm, gerek Hıristiyan ve gerekse diğer din mensuplarına olan bağlarını da bölgeselleştirmek gerekir ki, ben kültür ile medeniyet kavramlarının karşılaştırılmaması gerektiğini savunuyorum.

Çetinoğlu: Kültür ve medeniyet kavramları çoğu zaman birbirine karıştırılıyor. Bu iki kavramın farklılıkları nasıl açıklanabilir?

Dr. Eriş: Kültür, her topluluğun kendine mahsus yaşayış ve davranış tarzıdır ve burada mânevî değerler ağırlıktadır.  Medeniyet ise uluslararası ortak değerler seviyesindeki anlayış, davranış ve yaşama vasıtalarının bütünüdür, ki daha çok maddî değerlerden mürekkeptir. Özetle kültür bir milletin hayatına ait unsurlar bütünü iken, medeniyet  milletlerarası boyuta sâhiptir.

Çetinoğlu: Türkiye’de bir kavram kargaşası yaşanıyor. Demokratikleşmekten bölücülüğe, irticadan laikliğe, temel hak ve hürriyetlerin anarşiye kadar pek çok kavram tartışılıyor. Bunlara genel kabul görecek bir târif getirebileceğine inanıyor musunuz? İnanıyorsanız her birini nasıl tanımlarsınız?

Dr. Eriş: Türkiye’deki kavram kargaşasının sırrı aydının (!) seviyesi ve kafa yapısından kaynaklanmaktadır. Çünkü Tanzimat’tan bu yana Türk aydını istisnalar hariç, taklitçi ve daha doğru bir ifâde ile şekilci olma vasfını hiçbir zaman aşamamıştır. Burada kendi benliğinden utanma, uzaklaşma ve siniklik yatar. Böylece kendinden korkan, ürken ve benliğini reddeden aydın anlayışı, medenî dünyâda ve yapıda kendi öz kimliği ile yer bulma yerine, şekilciliği aşamayan zorlama bir kültür değişimine bağlamıştır. Böyle bir zorlama ise, suni yapısıyla halkın çoğunluğu nezdinde kabul görmemiştir. Böylece Türkiye’de her sahada görülen halk-aydın ikilemi doğmuştur. Ki, felâketli günler dışında sosyo-kültürel yapı içinde var olan çatışmanın sırrı da buradadır. Halk, öz benliği ve kültürel değerleri ile varlığını sürdürmek isterken, çoğu okumuş yazmış olma vasfını aşamayan aydın kimliği sâhipleri bulundukları makamlarda, konumlarda, kısaca iktidar gücünde, kendi değerleriyle halkı sâdece yönlendirmekle de yetinmeyerek maddî veya manevî açıdan ona baskı da yapmışlardır. Zamanla demokratik ortamın verdiği imkânlarla halk arasından kendi kültür değerlerine sâhip olanların çoğalarak gün yüzüne çıkışıyla, toplum kabuğunu kırarak kültürel değerlerine daha sıkı sarılmaya başlamıştır. Böylece aydın-halk arasında örtülü süren mücâdele açığa vururken, değer hükümlerindeki kavram kargaşasının boyutları büyümeye başlanmıştır. Halbuki bahsettiğimiz kavramların siyâset dilinde kabul görmüş târifleri vardır. Fakat bizim aydınımız kendine mahsus bir tür olduğundan, bu ilmen kabul görmüşlerden ziyade sathî, şekilci, ideolojik ve hattâ işine gelenleri savunur olmuştur ve bu yüzden ideolojik saplantılar, darbeler bile kılıfına uydurulmuştur… Oysa, meselâ, gerçek anlamda demokrasiden söz edecek olursak, belki de konuyu ‘mefhumu muhalifinden’ ele alarak ‘Otokrasinin tam zıddıdır.’ Demek doğru ve yeterli olacaktır. Böylece Türkiye’mizde lideroksiyle sürdürülenin demokrasi olmadığı ayan beyan ortaya çıkmış olur. Bölücülüğü; ‘Millî benliği ve şuuru, kültürel hayat tarzını yabancılaşarak başkalarıyla işbirliği içinde parçalamaktır.’ Diye târif ediyorum. Böylece bölücülük her sahada olabilir. İrtica ve lâiklik kavramları ise sanırım ülkemizde en fazla istismar edilen ve kavram kargaşasına uğratılan kelimelerdir. Lâiklik, ülkemizde batı pozitivizminden aktarılarak yorumlandığında neredeyse ‘dinsizlik veya din düşmanlığı’ mâhiyetine doğru taşınmıştır. Oysa sanırım lâiklikten anlaşılması gereken onun bizatihî ahlâkî değer taşıyan bir olgu olmayıp, etik bir değer olarak dînî özgürlüğün temelini teşkil etmesidir. İrtica konusunda ise hep aklımdan şu hatıram geçer. Rahmetli Banguoğlu hoca ile bir sohbetimizde 1950 öncesi dönemle ilgili Meclis hatıralarını anlatırken, ‘Ne zaman ki ülkede resmî idarenin istemediği bir takım faaliyetler büyümeye başlar, o zaman İnönü’nün Meclis’te bulunan 3-5 kişilik bir söylev (!) ekibi derhal Meclis toplantısında gündem dışı söz alırlar ve şurada burada vuku bulduğu söylenen irticaî (!) bir takım olaylardan söz ederlerdi. Bu konuşmaların arkasından basın da hemen buna ayak uydurur ve gündem toz duman içersinde yeniden resmî idarenin yörüngesine kaydırılır, muhalefete de göz dağı verilmiş olurdu.’ Sanırım bu örnek çok şeyi anlatıyordur… İrtica Türkiye’mizde hâkim güçlerin, dilediklerinde ve dilediklerince kullandıkları bir mefhumdur. Bununla Türkiye’de mürteci yoktur demiyorum. ‘Bütün ülkelerde var olduğu ölçülerde vardır.’ Diyorum! Kısaca yobazlığı ise her konudaki ‘fikrî tahammülsüzlük’ olarak ifâdelendiriyorum. Temel hak ve hürriyetleri ise, ‘demokrasi anlayışımızdaki yapıyla özdeşleştirerek, birbirimize tahammül ve saygılı olmayı anlamak gerekliliği’ olarak değerlendiriyorum. Aksi ise, anarşi olmaz mı!….

Çetinoğlu: Yine kültüre dönersek; dil ve müzik… kültürümüzün ana unsurları. Bu iki unsurun, temel değerlerini koruyabiliyor muyuz?

Dr. Eriş: Kültürümüzün ana unsurları dil ve musikimizde, batılılaşma baskısının yoğun olarak yaşanıldığı ilk yıllara göre kendine dönme arayışları vardır. Fakat iletişim araçlarının yaygınlaşması basitçi anlayış içinde halka inme (!), arabesk, magazin adı altındaki kolaycılık yazı ile konuşma dilindeki yabancılaşmayı ve tabiatıyla beraberinde yozlaşmayı hızlandırmıştır. Bu noktada sanırım eğitim ve kültür müesseselerimize olduğu kadar, millî şuura sâhiplenmesi gereken bütün insanlarımıza, özellikle de münevverlerimize tek tek görev düşmektedir. Ama!..

Çetinoğlu: Sayın Eriş, çok teşekkür ederim. Derin tahlillerle çarpıcı belirlemeler ortaya koydunuz. Bazı kişilerin ezberlerini bozdunuz, Bilinen bâzı gerçekleri de farklı bir tarzda ifâde ettiniz. Çok faydalı bir röportaj oldu. Umarım, ilgililere ulaşır ve gereken mesajı alırlar.

     Dr. METİN ERİŞ

     1936 yılında Gaziantep’te doğdu. Gaziantep Dayı Ahmet Ağa ilkokulunda, İstanbul Birinci ilkokulda, Galatasaray Lisesi’nde, Avusturya Lisesi’nde okuduktan sonra İstanbul İktisadî ve Ticarî İlimler Akademisi’ni bitirdi. Askerlik görevini yedek subay olarak yaptıktan sonra; Vefa Akşam Lisesi, İstanbul İmam Hatip Okulu, Beyoğlu ile Bakırköy Kız Meslek liselerinde ve Bakırköy Ortaokulunda Lisan, Matematik ve Ticaret dersleri öğretmenlikleri yaptı. 1972 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde Siyâset İlmi Kürsüsü’nde ‘Doktor’ unvanını aldı.

     1969 yılında Sanayi ve Teknoloji Bakanı’nın Özel Kalem Müdürü olarak kısa bir süre çalıştıktan sonra BASF-Sümerbank Türk Kimya Sanayi Anonim Şirketi’nde Genel Müdür Yardımcısı olarak göreve başladı. 2002 yılında buradan emekli oldu.

     Kimya İşverenler Sendikası Yönetim Kurulu Başkan Vekilliği ve Türkiye İşverenler Sendikaları Yönetim Kurulu Üyeliği, İzmit Ticaret ve Sanayi Odası Meclis Başkanlığı, Kocaeli Çevre Vakfı Yönetim Kurulu Üyeliği, Gebze Dilovası Sanayiciler Vakfı Yönetim Kurulu Başkanlığı yaptı.

     Kurucu Üye ve Yönetim Kurulu Üyesi olarak hizmet verdiği sivil toplum kuruluşlarından bâzıları şunlardır: Milliyetçiler Derneği, Kültür Ocağı, Aydınlar Ocağı, Türk Edebiyatı Vakfı, İbn-ül Emin Mahmut Kemal İnal Vakfı ve İlim Yayma Vakfı.

     1985 yılında kurulan Türk Kültürüne Hizmet Vakfı’nda, 1986 yılından itibaren önce Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı, 1994 Aralık ayından 2010 yılına kadar Yönetim Kurulu Başkanı olarak hizmet etmiştir.

     Metin Eriş evlidir ve bir oğlu vardır.

Yayınlanmış kitapları:

Siyâset Târihimizde CHP: Özel Baskı, 1968. (Celal Bozkurt takma adı ile)

Asgarî Ücretler ve Türkiye’deki Durum: Şeker-İş yayınları, 1969.

İşverenin İşçi Karşısındaki Ödevleri: Şeker-İş Yayınları, 1970.

İşletmelerde Prodüktivite Unsuru Olarak Ücret: Sümerbank Dergisi ilavesi, 1971.

Amerikan-Rus Emperyalizmi: Boğaziçi Yayınları, 1974. İkinci Baskı 1978.

Kemalizm, Marksizm ve Ecevit: Boğaziçi Yayınları, 1976. (Celal Bozkurt takma adı ile)

Kamu İktisadî Teşebbüsleri ve Halka Açılımı: Boğaziçi Yayınları, 1983.

Gönül ve Dostluk Üzerine: Gebze Gazetecilik ve Mabaacılık, 1995.

Dünyâ ve Türkiye’yi Gözlemlerken Meselelerimiz: Boğaziçi Yayınlan 1997.

Ülkemde Demokrasi Arıyorum: Boğaziçi Yayınları, 1999.

Avrupa Birliği ve Küreselleşmeye Havet: Cem Ofset. 2007.

Gönlümde Taht Kuranlar: Kubbealtı Neşriyatı, 2009

Yelkovanın Ucundan Düşen Takvim Yaprakları:  (Hatıralar) Boğaziçi Yayınları. 2011 (İki Cilt)

İktisadî Kalkınmanın Kültürel Temelleri ve Türkler: (Oğlu Celal Kâmil Eriş ile birlikte) Başlık Yayınları, 2011

Bir Beldenin Doğuşu ve Dil Ovası: Dil Ovası Sanayiciler Vakfı Yayınevi. İKTAV Yayınları.

Ayrıca, çeşitli dönemlerde değişik gazete ve dergilerde, 500’e yakın makalesi yayınlanmıştır.

Önceki İçerikDüşman içerdense kapı kilit tutmaz bilesin oğul/Dede Korkut
Sonraki İçerikOynamadan kazanan ATA’sının çocukları!
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.