Dostum Yola Erken Çıktı

95

(Vahid) “Göçer Toprağa Düştü”

Evde bulunduğum günlerde sabah erken, gece geç saatlerde çalan telefonları hiç sevmem. Kulağıma koy­duğum ahizedeki sesi algılamak bana ürpertiyle bera­ber bir acı verir. Zihnimin ses tahlilini yaptığı o  kısacık zamanı yaşarken âdeta kalbim duracak gibi olur 509 10 00 olan ev numaramın 01 olarak karıştığı hastahane­yi arayanları anında tefrik ederim. Onlara kızmadan son numarayı 01 olarak çeviriniz der ve ürpertim acı­maya dönüşürken telefonu kapatırım. Bir gün bu kadar ürperten telefon sesleri bir mermi gibi kalbimi parçala­yarak beni hayattan koparacak. Çünkü bütün sevdikle­rimle ilgili acı haberlerin hepsini telefonda öğrendim de ondan.

5.3.2000 günü sabah erken çalan telefona uzandım. Yanlış numara  diyecektim ki …

 Abi ... (ses sevgili Orhan Hülagü’nün idi. Ancak o böyle erken saatlerde pek uyanmazdı. Fevkalâde bir durum olmalıydı. Kalbim daralırken ses tonundan ve­receği haberin tahlilini yapıyordum. Ancak sesindeki hüzün bütün benliğimi sardı..) .. saat 03.00 den beri Vahid Abinin evindeyim. Vahid Abi sizlere ömür,  göçtü.

innâ lillâhi ve innâ ileyhi râcin.” Dedim ve sustum.. dizlerimin üzerine oturmuş vaziyette kalakaldım. Ancak kördüğüm olan zihnime inat dilimde bir şiir vardı:

Rıhtımda

Bir beyaz gemiydi ayıran onları
Kadın güvertedeydi adam rıhtımda
Şimdi unuttum yüzünü  kadının
Adamın gözleri aklımda

Kana bulanmış bıçaklar gibi
Uzun kirpikleri  ıslaktı
Adam dertli adam darmadağın
Dokunsalar  ağlayacaktı

Adam bitkindi adam seviyordu
Kalan kederdi, giden gemiyse
Taş olduğu içindir dedim
Rıhtım taşları erimediyse

Derken bir düdük öttü ansızın
Bembeyaz gemi git gide ufaldı
Korkunç yalnızlığıyla başbaşa
Rıhtımda bir .adam kaldı.

Dostum bildin değil mi? Ümit Yaşar’dan. Bir gece­de elli defa okunur da, sabah – sabah da neyin nesi..? .. Vay bana yay, hem yetim hem öksüzdüm yıllarca. Şim­di de akran yetimi oldum. ( Vahid ) “Göçer Toprağa ş

“İyi arkadaş, dünya ve âhiret için saadettir.” buyu­ruyor Ahmed Namıkî Rahmetullahi aleyh. Vahid Ça­buk, merhum da benim bahtıma arkadaş olarak dâhil olmuştu. Ancak gönlümdeki dost koltuğuna ivazsız garazsız oturarak dostum olmuştu ..

1967 yılında, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakül­tesi, Tarih Bölümü’ne kaydoldum. Aslında Anka­ra’dan mecburî olarak İstanbul’a geçişim, üniversitemi de değiştiriyordu. Ankara’dan Kasım ayında kayıt ala­rak gelmiştim. Ancak mecburî ders Osmanlıca problemdi. Rahmetli Cengiz Orhonlu hoca ile Fahri Çetin Derin hoca bir türlü beni gruplarına kabul etmi­yorlardı. Kararımı verdim, Cengiz Hoca’yı zorlamayıp Çetin Derin Hocanın dersine girdim. Hocalar doğru söylemişler, işte ispatı. Herkes, benim için susan harflere hayat veriyor ve seslendiriyorlardı.

“Derviş Paşa dağ eşkiyasının … ” Aman Allah’ım, yarıyılı kaybedeceğim. Ders bitti kürsüde duran babacan tavırlı hocayı esir alarak, derhal psikolojik kuşatma uyguladım aklımca.

“Koçum gördüğün gibi iki ay geçti. Geriye döne­mem.” Dedi ve tepemin üstünden biraz daha dikele­rek;

-Vahid! Vahid! Diye sınıfa seslendi. Ben bu ismin sahibini tanımak için biraz geriye döndüm. Ancak kürsünün önünde hocaya aynı benim gibi derse ilk defa girdiğini söyleyen bir kız öğrenci de yalvar yakar idi. Kız öğrencinin hocayla konuşmasından yalnız olmadığım şeklinde ruhen güçlendiğimi hissettim. Ancak ben Vahid ile ilgileniyordum. Bu hoca ile, Vahid ne olacaktı?  Oldukça  kilolu, kalın kollarıyla hareketleri ölçülü orta boylu birisiydi bu Vahid. Yanımdaydı. Kız öğrenci ile konuşmasını kesen hoca:

Vahid bu iki arkadla ilgilenirsen sevinirim, dedi ve çıkıp gitti. Bize yaklaşan öğrenci ise kendinden son derece emin  tavırla: “Vahid Çabuk, sizler?

-Zehra Yılmaz, Emin Sezer, dedik. Elini uzattı. Sıktım elini. O anda ona hayranlık duymuştum. Hiçbir zaman da bu hayranlığım eksilmedi.

Mekân olarak da Kocamustafapaşa Sağlık Ocağı seçildi. Çünkü Zehra’nın ağabeyi orada doktor imiş. Cumartesi ve pazar günleri doktorun odasını kullandık. Vahid bize burada Osmanlıca çalıştırdı. Beşinci günü Zehra okumayı söktü. Yedinci günü ise ben satırlar üzerinde yürüyordum artık. Onun bu himmetini hayatım boyunca hiç mi hiç unutmadım, unutamadım ve unutmıyacağım. Hemen her ilmî konuda himmetine ihtiyacım oldu. Katiyen üşenmeden verdi de verdi aziz  arkadaşım.

“Kul bir dostunun yardımında bulunduğu müddetçe, Allah da o kulun yardımında bulunur.[1]  “Dostuna gıyabında yardım eden kimseye, Allah ü teâlâ dünya ve ahirette yardım eder. [2]  Hadis-i şerifleriyle müjdelenen  Allah’ın bu yardımına nail olasın, mağfiret bulasın.

“Allah için tevazu göstereni, Allah yüceltir; tekeb­bür edeni ise, Allah alçaltır” Hadis-i şerif’inde[3] bahse­dilen kibir onda asla yoktu. O günü ve onun heyecanımı kesmeden beni dinleyişini ve de sonunda aşkıma aşk katışını nasıl unuturum nasıl..? Lütfen bize katılır mısınız?

Cağaloğlu’ndan telefon ettim. Vahidim geliyorum.Çünkü dinleyip lezzetiyle mest olduğum bilgi ve notları elbette Vahid’le paylaşacaktım. Aslında dostum da adı gibi idi. Yanılmıyorsam benim gibi yalnız idi. İlmi irtifaı ve ihatası bunu alenî ifade etmeye mani idi. Çünkü hep söylerdi: “Eminciğim bunları şikâyet olarak de­ğil, hikâyet olarak dinliyorum. Benliğini sarmasın …. “

Nefes nefese vardığım makamında hemen notlarımla konuya girdim:

Çün rûh-ı  kemîn-i Nâbî der lücce-i âmed
Ez-tengî-i ten varest der-dâr-ı sürur  âmed
Tahkik şinâsân-ı  ma’ani-i  şühud u gayb
Goften pey-i tarih Nâbi be huzar âmed

“Nabi’nin hakir ruhu, nur denizine dalarak ten darlığından kurtuluverince, birden sevinç yurduna geldi, kavuştu. Görülen ve görülmeyenlerin asıl mânâ­sını bilenler, tarih olarak “Nabi huzura geldi” dediler.”

Buradaki “Nabi be-huzur âmed” ibaresinin ebced hesabıyla karşılığı hicri 1124’tür. Bu milâdi 1712 tarihi­ne tekâbül etmektedir. 12 Nisan’da İstanbul’da vefât eden Nabi’nin, vefatından önce yazdığı ve kendi ölüm tarihini belirttiği bu Farsça dörtlüğü bile tek başına benim için müthiş bir bilgi idi. Ancak peşinden gelen bilgilerle ruhumdaki basınç arttı da  arttı.

Sevgili İsmail Kapan‘ın o müthiş talâkatından ilk defa dinlediğim Nabi ile ilgili bombardumanını sürdürüyordu. Can kulağıyla dinliyordum. Çok – çok tesirinde  kaldığım bu bilgileri şimdi dostumla paylaşmaya devam ediyordum. Hem de ne bilgiç bir tavırla aldığımı satıyordum. Rivayet edilir ki meşhur divan şairimiz Nabi, hacca gittiği zaman, kervan Medine-i Münevvere’ye yakın  bir mevkide konaklar.

Şair Nabi merhum, İki Cihan Güneşi Efendimiz sallahü aleyhi vesellem’in huzuruna yaklaşmış olmanın heyecanıyla (malum ceddimiz Haydarpaşa – Hicaz demiryolunun son mesafelerinde Peygamber-i Ekber’i rahatsız etmesin diye tren raylarına keçeler döşenmişti ya .. )    Şairâne tefekkürlere dalmışken, kervanda bulunan devletlulardan                (Padişahın mektubla, ikaz ve isteği üzerine kendisine refakat eden Mısır Hidivi ) birinin, şuursuzca ayaklarını Ravza-i Mutahhara’ya doğru uzatıp yattığını görür. O  anda dudaklarından,

Sakın terk-i edebden, kûy-ı  mahbub-i Huda’dır bu!
Nazargâh-ı ilâhi’dir, makam-ı Mustafa’dır bu!

Beytiyle başlayan, gazel tarzındaki na’t dökülür (Hidiv’in aman aramızda kalsın diye de tembihde bulunmuş olmasına rağmen). Sabaha yakm kervan düzülüp de Medine’ye yaklaştıklarında, Ravza-i Mutahhara’nın bütün minarelerinden müezzinlerin bu na’tı okuduklarını duyarlar. Meğer o gece Efendiler Efendisi Resûlullah sallahü aleyhi vesellem’in, müezzinlerin her birinin rüyasına girip ezândan evvel bu neşideyi  savt-ı hazin ile okumalarını buyurmuş…

Benim bu dolu dizgin gevezeliğime her hâlde şu beyti okuması gerekirdi:

Skender-hâl isen de sedd-i nutk et piş-i kâmilde
Aristo’yu hakikat-bine nakl-i macera olmaz.

“İskender bile olsan, kâmil kişilerin önünde sesini kes. Zira hakikatleri görüp duran Aristo’ya, onun zaten bildiği maceraları anlatmak yakışık  olmaz.”

Ancak o bunu yapmadı, başka bir şiirle gönül yan­gınımı bilakis körüklemeye devam etti  Hatırasında kullanacağımı nereden bilirdim.

“Kimin yanında bir çocuk varsa, ona, onun aklına göre davransın.” [4]

Üç yaşındaki yeğenim Murat ile çok iyi anlaşırdı Bize gelişinden kalkışına kadar Murat’la usanmadan il­gilenirdi. Hatta zaman – zaman onu bunaltacak kadar sı­cak, müşfik bir şekilde ona sevgisini sınırsız verirdi.

Murat’ı bir türlü Vahid’den uzaklaştıramazdık. O yaklaştıkça Vahid, Murat’a bir çağlayan gibi akar, şef­katiyle adeta doyururdu.

Günün birinde bu şefkat çağlayanında boğulmak üzere olan Murat, Vahid’in elinden kurtularak kendisi­ni bir koltuğa attı. Vahid hızla onun yanında yerini almıştı. Ancak Murat ilk defa pes ederek, yalvaran müthiş bir eda  ile;

-Vahid amca öte git…dedi. Sevgili Vahid o anda bu isteğe uydu. Ancak on sekiz sene boyunca Murat’a hep “öte git” diye hitap etti.

Murat’ı 21 yaşında kaybettiğimizde:

-O bana’ öte git demişti. Öyle deyip geçilir mi? Diye onun hatırasıyla acımı paylaşmıştı.

Can dostum, ahiret kardeşim, önden giden yiğitler yiğidi, canımdan can alan civan Murat, can Murat’la buluştunuz değil mi? Ben artık acılarımı, gönül sızılarımı kiminle paylaşacağım dostum … ?

Galiba Konfüçyüs az bile söylemiş: “Elmas nasıl yontulmadan kusursuz olmazsa, insan da acı çekme­den olgunlaşamaz.”

Sevgili Vahid’in, ömrünün son yıllarında şekerle başı hep dertte idi. O gürbüz hâli bir gün kaybolmaya başladı. Organizmasında denge bozulmuştu. Hızla za­yıflaması devam etti. Dengesinin sağlanması uğruna uzun zaman büyük zahmetlere katlandı. Vücut organizmasının dengesi temin edilmişti, ancak dostuma şe­ker musibet olarak tebelleş olmuştu. Önceleri palyatif tedbirlerle vaziyeti idare etti. Ancak geçen zaman için­de “şeker” adındaki tatlılıktan uzaklaşıp, onun bünye­sini kemirmeğe başladı. Böbrekleri, ciğerleri vs. derken ayaklarında da yaralar açıldı. Ayak durumunun belir­diği ilk günlerin birinde eşimle sabahleyin evine uğra­dık. Üniversiteye gitmek için çıkmak üzereydi. Laleliye kadar götürdüm. Ön koltukta oturmuştu. İbret ve utancımdan ona yol boyunca hiç dönmemeye kendimi zorladım. Güya dikkatli bir sürücü rolü oynuyordum. Hâlbuki ben dostumu o hâlde görmek istemiyordum. Ne zaman ki Koska Helvacısı’nın önünde inip Edebiyat’a doğru[5] yürümeye başladı; işte o zaman göz pınar­larımın  bentleri yıkıldı. Âh!.. dostum, yaralı ayaklarına ayakkabı yerine tokyo terlikleri giymek zorunda kala­rak güçlükle yürüyordu. Rabbim..! Rabbi Rahimim…!

Şimdi düne dönüp düşünüyorum da onun bir baş­ka yönünü çok net görebiIiyorum. Lütfen Vahid’le ta­nışanlar ve onun tükeniş serüvenini uzak yakm müna­sebetlerle bilenler söyleyiniz; hiç, şikâyeti oldu mu? Ben bir kelimeyle dahi âh u enîni duymadım. Tabîi ki etmez. Niçin etsin, etse ne olacak? Elinden bir şey mi gelecek? Hayır – hayır hiç biri mümkün değil.    Bunu bile­cek kadar aklı, kavrayacak kadar da ilmi vardı. Takdi­rin tecelliyatına hiç şikâyet gözlüğü ile bakmadı. Ayrı­ca benim gibi hikâyesini de anlatmadı. Tahakkuk eden takdire rıza gösterdi o kadar.

Hep işine baktı. Sanki “zaman kısa ben yorgunum yol uzun” dercesine işiyle uğraştı. Aradı, araştırdı, bul­du. Yazdı, yazdı, yazdı. Hiçbir sıkıntısı yokmuş gibi yaşadı. Sanki tatlı diye bildiğimiz “şeker” onun bünyesi­ni kemiriyordu. Dedim ya telâşa gerek yok…

Dedim ya Vahid, ilim sahibi idi. Âlim adamdı. Adam gibi adamdı. Güzel bir adamdı. Akıllı olması se­bebiyle de ilmi ameline âmirdi. Olmayacaklarla, muk­tedir olamayacağı ile hiç uğraşmadı. Ha şunu hemen sorabilirsiniz: Bu adam musibetle başlayıp belâ bulut­larıyla kuşatıldığında hiç çırpınmadı mı? Ne münâse­bet… Çırpındı, çare aradı. Elbette o da kuldu. Ancak ac­ziyetine müdrik idi. Ayrıca;

“tedbir,

temkin

ve temyiz”

islâmî düsturuyIa derdine derman için hastahânelerde günlerce de kaldı. Benim burada anlatmak istediğim onun farklı bir yönünü ortaya koymak. O, bu duçâr olduğu vaziyet karşısında hiçbir şekilde avamî ve hoyratça ruhî sıkıntı çekmedi. Aynca diliyle de ifade eylediğini bir yakın dostu olarak en azından ben duymadım. Müfid Paşa merhum gibi:

“Ele geçmezse eğer sevdiğimiz,
Çare ne eldekini sevmeliyiz.”

Merhum imam Rabbanî Hazretleri bu noktada çok muhim bir tespit yapar:

“Kişinin bir mahrem yönü ve bir mahrum yönü vardır. Akıllı odur ki; mahrumu bırakıp, mahreme sarılır.”

Nice acıyı hissettirmeyecek “Âşık ve Mâşuk’un” menbâından beslenen pınarlardan kana – kana içecek gönül ve ilme sahipti. Diğer taraftan istersen,  “Haykır..! Kime lâkin.”

O, vaadinden dönmezlerin vaadine vefâkâr kaldı. Bu vaadin en büyük ‘Müjdeci’sinin mutisi, itaatkârı oldu. “Kondu, göçtü.”  Şimdi kısa bir dönemdeki “sabr-ı cemil”in: umut meyvelerini muhayyile üstü “ihsanı bol olan”dan alma yerinde. “Muhabbetin Menbaı”na burada, dünyada dostça dalacaksın, ebediyyet için huzura varınca sonra mahrum olacaksın. Bu mümkün değil. Asla inanamam. Çünkü; Kitab-ı Kerîm’inde belirttiği gibi Allah vaadinden asla dönmez ve dönmeyeceği gibi, bunları bize aktaran İki Cihanın Gülü ise insanlığa asla yanlış yol göstermedi. Allah Caddesi’nin en son aydınlatıcısı. Kur’an diliyle “Sırac-ı münir’ = nur saçan kandil”idir O. O’na salât ve  Selâm olsun…

Gül, kokusuyla hiçbir şekilde koklayanların burunlarında acı hissi meydana getirmez. Lütfen koklayıp deneyiniz. O koku; burun, zihin ve gönül üçgeninde insanın idrâkini zorlayan letâfetlere gark eder. Taklidi bu, aslına ise sadece talepkârız. O bize, bizden daha müşfik ve vefâkâr. Varınca göreceğiz … Dostum ebedî saadetin kutlu ve mutlu olsun. Muallim Cudi Efendi’ye rahmet dileklerimle; tıpkı seni anlatıyor şu dörtlüğü;

Yâdında mı doğduğun zamanlar
Sen ağlarken gülerdi âlem.
Öyle  bir ömür geçir ki;
Mevtin sana hande ellere mâtem.

Vahid’i tanıyanlar tanıdıklarına hiçbir zaman pişman olmadılar. O ülkemiz insanlarının çoklarına ilmiy­Ie yol göstericilik yaptı. Bunu hemen – hemen bilmeyen yoktur. O konuşurken öğretir ve eğitirdi. Görüşürken yöneltir ve yönetirdi. Teşviklerinde esirgemediği emeğiyle de nice kişileri iyiye, güzele ve mükemmele doğru iteklemiştir. Ancak sözün geldiği bu noktada bir hususi­yeti vardı ki korkarım onu pek az kişi biliyordur. Çünkü o yaptıklarını gizleyecek kadar “Rıza’ya” talip idi.

“Sizden biriniz, (yapığı) bir sâlih amelini tutmayı başa­rabilirse, onu gizli tutsun.[6]

Irak, Tunus, Azerbaycan, Dağıstan, Pakistan ve Bengaldeş uyruklu ülkemizde kariyer yapan insanların fırtınadaki limanı idi. Onlar mı onu bulurlar, bu mu on­ları bulurdu onu şimdi hatırlamıyorum. Ancak 10 sene 14 sene gibi bir zaman ülkemizde olmalarına rağmen bir türlü  toparlanamayanların, iki yakasını bir araya hep o getirirdi. Mâli kısmını da hep bana yöneltirdi. On yaşındaki çocuklarını tanımadıklarını, kalan 40 gün içinde sonuç alıp ülkelerine dönemezlerse; artık ülkele­rinde memur olmalarının mümkün olmadığını söyle­yen yaşlı gözlerin mendili Vahid’in elindeydi. Onları maksud ve menziline ulaştırmak için yorulmadan bık­madan emek harcadı.

Kıtaları farklı bu ülkelerin o çocukları farklı ırk-dil, din-mezhepten de olsalar eğer lügatlerinde “kadirşinas” kelimesi varsa “Dostum”u anlatacaklar ülkelerinin dağlarına taşlarına… Sonra dönüp kendi inançlarında “Dostum”a yakarış rüzgârlarının kanatlarıyla dua gönderecekler. Onlar “Dostum”un göçtüğünü ömürleri boyunca duymayacaklar belki. Ancak onlar “Vahid Bey” dedikçe onun iyi bir insan olduğunu terennüm edecekler. O zaman da sevgili Vahid, şu Hadis-i Şerif ‘teki tebşire mazhar olacak.

“Dünyada iyi bilinenler, ahirette de iyi bilinen kimseler­dir.”[7]

Onların hayır duaları yeter sana, yeter de artar sana… Şimdi de bu defa senin için okuyorum. Kimseler bizi anlamayacak. Dostum beni sen anlarsın bunu bili­yorum. .

“Âçılup dide-i dil seyr-i uruca daldım.
Şeb-i mehtâb mı  ya leyle-i mirâç mıdır…?”

Bilmem amma gubar – gubar gubaran gönlümle:

Gönül sâkisi destinde şuur peymânedir şimdi.
Gam ikliminde enkâz-ı sürûr meyhânedir şimdi.
Bulunmaz kuşe-i rahat saray-ı uzlet âsâ hiç.
Akıllar herc ü merc olmuş huzur divânedir şimdi.

Şeyhülislâm İbn-i Kemal merhumun sözleriyle;

Gitmesi var, gelmeyi bildik temam
Gitti gelmek” geldi gitmek” vesselâm.

Elli dört yıllık ömrünü dolu dolu ilmi hizmette kul­landı. Bana göre boşa geçen zamanı olmadı. İstanbul Silivrikapı’da medfûn Seyid Nizamoğlu Hazretlerinin şu şiirindeki gibi ömür geçiren bizler ne yapalım?

Geldi geçti benim ömrüm,
Ömrün kadrini bilmedim.
Bir kuş gibi uçtu ömrüm,
Ömrün kadrini bilmedim.

Satılmazsın alım seni
Nerelerde bulum seni
Eyvah beni, eyvah beni
Ömrün kadrini bilmedim.

Seyid Nizamoğlu ağlar.
Hasreti ciğerim dağlar.
Ele geçmez giden çağlar
Ömrün kadrini bilmedim.

Gayretleri ciltlere sığmadı. Hâlbuki ben onu birkaç sayfada satırlara sığdırarak birkaç hatırayla anlatmaya çalıştım. Zaten hayatımız birkaç hatıradan ibaret değil mi? O hatıraları hatırlanacak kadar dolu dolu bırakan­lara selâm olsun. Üsküdarlı Sâfi merhumun:

Diyemez âdem eyleyip tâyin
Bu da dârım; şu da diyârımdır.
Var ise mâlik olduğum şey,
Yeri meçhûl olan mezârımdır.

Dediği gibi meçhûl mekânlara defnedilmedi. İskenderun’a bağlı eski adı Cebike olan, ğün Yurdu köyüne defnedildi.

Dostum! Ayrı zaman ve mekânlardayız. Tek haberleşmemiz dua olacaktır. Anam ve babam gibi dualarımda hep seni anacağım. Yokluğunun acısını gönlümde hep duyacağım. Bana hakkını helâl et. Sana hakkım helâl olsun. Allah’ın rahmeti Peygamber’in siyâneti üzerine olsun.

Merhum Ömer bin Abdülaziz Hazretlerinin vakfe duası ile sana satırlarda elvedâ..!

Allah’ım! Ümmet-i Muhammed’e yağdırdığın nimetlerini daha da çoğalt.
Onların günahkârlarını tevbe edenlerden eyle.
Allah’ım, Ümmet-i Muhammedi her yandan rahmetinle ku
şat!

Âmin

 


[1] İmam Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2, 252.

[2] Ebu Nuayrn, Hılyetü’l-Evliya, 3, 25.

[3] İmam Ahmed bin Hanbel, Müsned, 3, 76.

[4] Hadis-i Şerif Minhacü’s-Salihin,2/695.

[5] Günümüz insanı bunu ancak hayal eder.  Çünkü metro dolayısıyla basit gidiş-gelişli olan o yollar  artık sınırlı yerlerden  karşıya tarafa geçiş imkânına sahip.

[6] Hadis-i Şerif, el-Kuza’i, Şihab’ül-Ahbar, 305.

[7] Buhari, el-Edebü’l-Müfred, s.87, nu:221.