Çetinoğlu: Vahdet-i vücûd” sıkça kullanılan bir kavram olarak dikkati çekiyor. Anlamını açıklar mısınız?
Doç. Dr. Emin Işık: Sözlük anlamıyla; ‘varlığın birliği‘ demek olan “Vahdet-i Vücûd”, tasavvufî bir terim olarak, Allah ile kâinatın bir bütün olduğunu savunan görüşün adıdır. Bu görüşte olanlar, yaratıcı gücün kâinatın dışında ve ondan ayrı olmadığına, onunla iç içe olduğuna inanırlar.
Çetinoğlu: Varlık meselesiyle, felsefe ilmi de ilgileniyor. Felsefede varlık konusu “Vahdet-i Mevcûd” olarak geçiyor. Vahdet-i vücûd’dan farklı bir kavram mı?
Işık: Varlık meselesi, din ilimlerini olduğu kadar felsefe ile astrofiziği de yakından ilgilendiren bir meseledir. Sistematik felsefenin de temel konularından biridir. Ancak bu meselenin felsefedeki adı, “Vahdet-i Mevcûd” anlamına gelen panteizmdir.(1) İslâm tasavvufunda ve îlm-i kelâm’ındaki “Vahdet-i Vücûd” ise panteizmden çok farklı bir görüştür.
Hemen belirtelim ki, burada sözü edilen “vücûd”, avamın anladığı gibi beden veya herhangi bir madde demek değildir. Belki varlık kavramı içine giren ve kâinatta var olan her şey demektir.
Çetinoğlu: Kâinat” dediniz Hocam, sırası gelmişken sorayım: Kâinat nasıl meydana gelmiştir?
Işık: İlk çağlardan beri düşünen beyinler bu sorulara tutarlı cevaplar bulmaya çalışmışlardır. Kâinat ve onun yaratılışı hakkındaki bilgiler, çağdan çağa ve insandan insana değişen farklı bilgi birikimleri olduğu için varlık hakkında akıl yürütme yoluyla ortaya konulan izahlar da birbirinden farklı, hattâ birbirine zıt görüşler olarak karşımıza çıkarlar. Ancak şurası oldukça dikkat çekicidir ki, tasavvuf ehli arasında, temelde bir tek vahdet-i vücûd anlayışı olduğu hâlde, filozoflar arasında birbirinden farklı nitelikte pek çok panteizm görüşü ve anlayışı söz konusudur.
Bu durum, birbirinden farklı birçok hakikatin mevcut olmasından değil, o hakikati kavrayacak yeterli bilginin olmayışından ileri gelmektedir.
Çetinoğlu: Vahdet-i Vücûd kavramının aydınlatılmasında nasıl bir metot uygulanıyor?
Işık: Filozofların varlık meselesine yaklaşımları, bilgi ve akıl yürütme yoluyladır. Din bilginlerinin yaklaşımları ise mukaddes kitaplardaki âyetler veya onlara dayalı yorumlar yoluyladır. Tasavvuf ehline göre, üçüncü bir yol daha vardır ki, o da ilâhî hakikatlere, ancak dinî tecrübe ile ve bizzat yaşamak suretiyle varılabilir. Yani, ister saf aklın eseri olsun, ister vahiy eseri olsun, meseleyi bilgi konusu olmaktan çıkarıp, yaşanan hayat hâline getirmektir. Yaşanmayan dinî tecrübe insana bir şey vermez: Bal kavanozunu dışarıdan yalamak olur. Mutasavvıf, zihinci psikolojinin, kelimelerle ve kavramlarla tanıtmaya çalıştığı rûhî gerçeği, rûhî bir aksiyon hâlinde bizzat yaşayarak tanır. Tasavvuf açısından geçmişi anmak veya geleceği hayal etmek, anlamsız bir şeydir ve ömrü boş yere heba etmektir. Önemli olan içinde bulunulan ânı yaşamak ve değerlendirmektir. Hasan Basrî Hazretleri ne göre, Âhiret günündeki muhasebe, bu dünyada yapılacak muhasebenin yanında çok hafif bir şey olarak kalır. Bu konuyla ilgili olarak, Peygamberi Efendimiz, şöyle buyurur: “Hasibû enfüseküm kable en tuhasebû.” Yani, kıyamet gününde, “Hesaba çekilmeden önce, kendi kendinizi hesaba çekinizi” Ârifler, varlığın hakikatini Tanrı aşkında görürler ve bu dünya hayatında da Allah’la beraber yaşarlar. Bundan dolayıdır ki, onların Allah’tan başka hiçbir şeye ihtiyaçları yoktur.
Çetinoğlu: Tasavvuf ve mistizm aynı şeyler midir?
Işık: Konusu, metodu ve gayesi bakımından ele alınınca, tasavvufun mistisizm olmadığı açıkça görülür: Bu ikisinin çok farklı şeyler olduğu, kolayca anlaşılır. Aynı şekilde, İslâm inancındaki Vahdet-i Vücûd ile felsefedeki panteizm de birbirinden farklı ve apayrı şeylerdir. İslâm mutasavvıfları arasında Vahdet-i Vücûd’a kail olanlar, kesinlikle panteist değiller. Onları, birer panteist gibi tanıtmak isteyenler, eğer maksatlı ve art düşünceli değillerse, sapla samanı karıştıran gafillerdir.
Çetinoğlu: Panteizm neden “Vahdet-i Vücûd” değildir?
Işık: Bunu daha iyi anlayabilmek için, ayrıntılara girmemiz gerekiyor:
Panteizm, her şeyden önce, insan düşüncesinin eseri olan bir felsefi doktrindir. Oysa vahdet-i vücûd, dinî tecrübeyle elde edilen, bir hakikattir. Panteizm, genelde yaratan ve yaratılan diye iki ayrı şeyin olmadığını, yaratıcı gücün maddenin içinde olduğunu savunur. Materyalizmin yaptığı gibi Tanrı’nın varlığını büsbütün inkâr etmez, ama onun, maddeden ayrı ve müstakil bir varlığı olmadığını iddia eder: “Evet Tanrı vardır, lâkin varlığı maddenin içinde erimiş ve maddeye sinmiş olan gizli bir kuvvet… ” diye izaha yeltenir. Böylece Tanrıyı belirsiz bir kudret hâline getirmiş olur. Yani kâinatın üstünde, ondan ayrı ve ona hükmeden yaratıcı bir kudret yoktur.
Çetinoğlu: Bir yönü ile Materyazimi andırıyor.
Işık: Materyalizm Tanrı diye bir yaratıcı gücün varlığını kabul etmez. Her şeyin maddeden ibaret olduğunu iddia eder. Panteizm ise yaratıcı gücün varlığını kabul eder, lâkin onun maddeye sinmiş ve âdetâ ona dönüşmüş gizemli bir kudret olduğunu savunur.
Panteistler arasında, yaratıcı gücü, maddenin kendisinden kaynaklanan bir özellik şeklinde görenler de vardır. Panteizm’in bu şekli, Tanrı’yı tamamen maddeye dönüştürdüğü ve büsbütün belirsizleştirdiği için, yalnızca İslâm dini açısından değil, bütün dinler açısından küfür sayılır.
Çetinoğlu: Eski Yunan Filozoflarının konuya bakış açısı nedir?
Işık: Sokrates, yeterli bir sebep olmadan, hiçbir şey kendiliğinden var olmaz, diyordu. Eflatun, Tanrının varlığını kabul ediyor ve ona “Mutlak iyilik” adını veriyordu. Aristo da Sokrates’in ortaya koyduğu söz konusu ilkeden hareketle Tanrı’yı “ilk sebep” olarak niteliyordu. Her üçü de Tanrı’yı maddeden farklı bir yaratıcı kudret olarak görüyordu. Ancak Aristo ya göre, Tanrı, ilk sebep olarak, sadece yaratılış olayının başında yer almıştır. Daha sonraki oluşum ve gelişimlere herhangi bir müdahalesi olmamıştır. Yani, bir saat ustası gibi, kâinatı yaratmış ve onu kurup kendi hâline bırakmıştır. Varlık âlemi, kendisi için konmuş olan kanunlar (tabiat kanunları) çerçevesinde, kendi varlığını sürdürür gider. Yani, tabiat, sürekli olarak kendi kendini yaratır. Bu takdirde, gayet tabiîdir ki, insan da kendi fiilini kendisi yaratmış olacağından, Yaratan a karşı herhangi bir
Çetinoğlu: “Vahdet-i Vücûd” kavramının açıklanmasında “metod” ve “tarihî gelişim”den söz etmişsiniz. Konunun, tarihî gelişimi hakkında da bilgi lütfeder misiniz?
Işık: Plotinus’un vecd anlayışı, Hıristiyan mistisizmi üzerinde, oldukça etkili olmuştur. Ancak İslâm tasavvuf anlayışında fazla rağbet görmemiştir. Çünkü gerçek tasavvuf ehline göre, kendinden geçmek demek olan vecd hâli de bir anlamda sekr (sarhoşluk) sayılır. Sarhoşluğun her çeşidi dinen haram kılınmış olduğu için makbul sayılmaz. İslâm tasavvufunda şuur hâli, her zaman için vecd hâline tercih edilir. İslâm dininde asıl olan, şuur ve irade hâlidir. Kulluk açısından mükellef olmanın temel şartlarından biri de akıldır. Yani kul, ne yaptığını ve niçin yaptığını bilmek zorundadır. Bundan dolayı Peygamber Efendimiz, her şeyi niyete bağlamış ve “Ameller niyetlere göre değer kazanır” buyurmuştur. Bir başka yerde ise “Müminin niyeti amelinden daha hayırlıdır.” demiştir.
Tasavvuf ile mistisizm arasında olduğu gibi, Panteizm ile Vahdet-i Vücûd arasında da kavram kargaşasından başka bir ilişki yoktur. İlk bakışta, bu ikisi aynı şeymiş gibi görünebilir. Çünkü her ikisi de “varlığın birliği” anlamına gelir. Ancak bu birlikten panteistlerin anladıkları ile vahdet-i vücûda kail olanların anladığı aynı şey değildir. Bu ikisi birbirinden çok farklıdır.
Çetinoğlu: Panteizm ve mistizm ile Vahdet-i Vücûd anlayışında başka farklar var mı?
Işık: Tarih boyunca yaşanmış olan pek çok mistisizm ve panteizm çeşidi olduğu hâlde, İslâm tasavvufu ve ondaki vahdet-i vücûd anlayışı aynı noktada tek görüş hâlinde birleşir. Tasavvuf açısından Tanrı, maddenin içine sinmiş olan gizli ve belirsiz bir kudret değildir. Tam aksine, her şeye kadir olan bilinçli bir kudrettir. O, belirsiz olmayıp, sayısız üstünlüğe ve sonsuz özelliğe sahip olan bir Allah’tır; Ehad ve Samed olan zattır. Bütün insanlık tarihi boyunca, Tanrı, dâima şahıs olarak tanınmış ve hep öyle tasavvur edilmiştir. Semavî olan ve olmayan bütün dinlerde, hattâ çok tanrılı putperest dinlerde bile, Tanrı veya tanrılar, kendine mahsus özelliklere sahip farklı birer kişilik olarak kabul edilmiştir. Yani, insanoğlu, yaratıcı gücün, kendisinden farklı, üstün, ölümsüz ve mukaddes bir varlık olduğuna inanmıştır. Onu, Ona özgü olan özellikler ile hür ve müstakil bir kişilik olarak tanımıştır.
Çetinoğlu: Hocam konuştuklarımızın özetini lütfeder misiniz?
Işık: Bütün canlılar gibi, biz de yok olacağız. Her şey yok olacak ve sadece Allah bakî kalacak: “Hiç şüphesiz, biz Allah’a aidiz ve kesinlikle Ona döneceğiz.
Zaten her şey aslını özler ve aslına döner. Topraktan gelen toprak olur, Allah’tan gelen de yine Allah’ta son bulur. Ruh Allah’a rücû ettikten ve Allah’ta son bulduktan sonra, artık sen ve ben ya da biz diye bir şey kalmaz.
Konuyla ilgili olarak şöyle bir misâl daha verebiliriz:
Her şey topraktan yaratılmış derken, toprağın bu kadar çok çeşitli otları ve ağaçları besleyip büyüttüğünü biliyoruz. Diğer canlılar gibi, insanlar da toprağın ürettiği besinler sayesinde hayatlarım sürdürüyorlar. Bahçemizdeki erik veya dut ağacı da topraktan kuvvet alıyor ve meyve veriyor. Biz de o meyveleri yiyoruz, ama yediğimiz şeyin toprak olmadığını biliyoruz.
Çünkü bu kesret(2) âleminde hiçbir şey Allah değildir. Her şeyin varlığı Allah’tandır, ama varlıklar bu konuma gelinceye kadar, birçok aşamadan geçmiş, her aşamada bir başka şekil almıştır. Bu çokluk (kesret) âleminde her varlık kendine mahsus bir özellik, bir şekil kazanmıştır.
Zâhir(3) ile bâtın(4), evvel ile âhir birleşmeden “tevhîd” olmaz. Tevhîd, şeriat ile tarikatın birleşmesinden meydana gelir. Peki, bu âlem, sonsuza kadar böylece sürüp gidecek midir? Varlığın bütünü hakkında fikir yürütmeyi bırakalım da o bütünü meydana getiren cüz’lerin(parça) durumuna bakalım:
Meselâ biz insanlar, kendi varlığımızı, gençliğimizi ve sağlığımızı sonsuza kadar sürdürebiliyor muyuz? Diyeceksiniz ki, hayır.
İşte öteki canlılar, ağaçlar, ormanlar, yıldızlar ve hattâ galaksiler de bizim gibiler. Onlar da yaşlanırlar ve ölürler. Başlangıcı olan her şeyin sonu da olur.
İslâm Tasavvufu ‘ndaki vahdet-i vücud anlayışı, varlığın mevcut durumu itibariyle değil, başlangıcı ve sonu itibariyledir. Bir şeyin başlangıcı varsa, sonu da gelecek demektir. Varlığın bugünkü durumu gelip geçici, yani ârizî bir haldir. Eninde sonunda mutlaka yok olacağı için, onu şimdiden yok kabul etmek gerekir. Ayrıca varlığın kaynağı da zaten kendisi değildir. Var görünen her şey, Allah’ın varlığına bağlıdır ve Onun iradesiyle vardır. Hakikî varlık, her şeyi var eden Allah’tır. Onun dışındakiler yok hükmündedir ve yok kabul edilmek zorundadır,
Herhangi bir sayıyı, sonsuza bölerseniz, sonuç sıfır çıkmaz mı? Vahdet-i vücûd, İslâm dininde, hiçbir zaman insanla Allah’ın aynı şey veya bir bütün olduğu anlamına gelmez. Bir insan, Allah’a, ne kadar yakın olursa olsun, aradaki fark ortadan kalkmaz. Yaratılmış olan, hiçbir şekilde hâşâ, Yaratan durumuna gelemez. Bir kimse nefsinin isteklerinden vazgeçebilir, fakat kendi özünden asla vazgeçemez. Özü itibariyle kişi neyse, odur. Bu dünya hayatında kulun eriştiği mânevi derece yükseldikçe, Allah da ona, kendisini yakın hissettirir: Öyle ki, Allah, o kulun dilinden söylemeye, elinden iş görmeye başlar. Bir kudsî hadiste, “Kulum bana o derece yakın olur ki. Ben onun gören gözü, işiten kulağı ve hisseden kalbi olurum” buyurur. Birbirine akort edilmiş iki saz âleti gibi, birinin teline dokununca, öbüründen de aynı ses gelmeye başlar. Burada insanın, Allah’a doğru ruhen yükselmesi ve yakınlaşması söz konusudur. Fakat ikisinin bir ve aynı şey olması asla söz konusu değildir. Kur an âyetinde beyan edilen “takarrub”un (5) gerçek anlamı da budur. Bundan dolayıdır ki, bir Müslüman, bitişme ve birleşme anlamına gelen “ittisal”, yani, Batı dillerindeki “communium” (6) kelimesini asla ağzına almaz. Müslüman mutasavvıflar, manevî alandaki yükselmeyi, merdivenle yukarı çıkmak anlamına gelen “miraç” kelimesiyle ifade ederler. Bu yükseliş ve yakınlaşma, Gazalinin ifadesiyle, hâl açısından olur, yoksa mekân ve mesafe açısından olmaz. Bu da Allah’ın lütfü ile gerçekleşir ve kulun kabiliyetine göre değişir.
Bir insanın erişebileceği en yüksek manevî derece, Hazreti Peygamber’in mi’rac olayında eriştiği derecedir. Hazreti Peygamber’e mahsus olan bu yükselişe ve müşahedeye “miraç” adı verilir. Yüksek bir şuur ve uyanıklık halinde iken, Peygamber, yedi kat göklerin ötesine götürüldüğünü ve Allah’ın huzuruna kabul edildiğini gördü.
Bu âyet, onun Allah’a yakınlık derecesini gösterdiği kadar, ikisi arasında yine de bir mahiyet farkı ve ayrıcalık olduğunu da gösteriyor.
Seyr-i sülûk (7) ehlinin, yani Allah yoluna girmiş olanın, her şeyden önce, yakın olmak istediği Rabbini iyi tanıması, Onun hakkında doğru ve sağlam bir îmana sahip olması gerekir.
Çünkü bilmek sevmenin ön şartıdır.
Kime sorarsanız sorun, Allâh’ı çok sevdiğini söyler, ama sevginin gereği olan itaat ve teslimiyet şartını, ancak Allah’ın has kulları yerine getirir.
Bilgi, îman hâline, îman da aşk hâline gelmedikçe, bu yolda bir adım bile ilerlemek mümkün olmaz.
“Her kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa, iyi işler işlesin ve yaptığı ibâdette hiç kimseyi Ona ortak etmesin!” (Kehf Sûresi 18/110).
Şirkten (8) ve putlara tapmaktan kurtulmak, ancak aşk ile gerçekleşir.
Çünkü aşk ortaklık kabul etmez. Bundan dolayıdır ki, Allah’a en yakın olanlar, Onun âşık kullandır.
———————-
(1)Panteizm: Evrenin bütününü Tanrı olarak kabul eden felsefî görüş, her şey Tanrının bir parçası olarak kabul edilir.
(2)Kesret: çokluk, bolluk, bereket, ziyâdelik, fazlalık
(3)Zâhir: Görünen, varlığında hiç şüphe olmayan, varlığı her şeyden âşikâr olandır. Her yaratık, yaratanının görülen bir şâhididir.
(4)Bâtın: Gizli, cisim olarak görülmeyen, duyularla algılanamayan, varlığı gizli olan, ancak varlığı da kesin olarak bilinendir.
(5)Takarrub: Yaklaşma, yakın olma, yakın gelme
(6)Communium: duygu ortaklığı, aynı düşüncede olma, paylaşma, cemaat, birlik
(7)Seyr-i Sülûk: Tasavvuf ve Târikatlarda eğitim ve genel terbiye, cehaletten ilme, kötü huydan güzel ahlâka, kulun fâni varlığından Hakk’ın varlığına yönelme
(8)Şirk: Allâh’a eş ve ortak koşmak.
Doç. Dr. EMİN IŞIK:
1936 yılında Hatay’ın merkez ilçesine bağlı Karmanca köyünde doğdu. İlk dinî bilgilerini ve Kuran öğrenimini aynı zamanda doğduğu köyün imamı olan babası Hoca Şemsettin efendiden talim eyledi. İlkokul’dan sonra iki yıl Antakya Kuran Kursu’nda talim okudu ve hafızlık yaptı. Orta kısmını Adana’da, lise kısmını İstanbul’da okuduğu İmam-Hatip Lisesi’nden 1960 da, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nden 1964 yılında mezun oldu. Dört sene kadar İstanbul İmam-Hatip Lisesi’nde meslek dersleri öğretmeni ve idarecilik yaptıktan sonra açılan asistanlık imtihanını kazanarak İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü Kuran İlimleri ve Tefsir Bilim Dalı’nda Ebubekr İbnu’l-Enbarî’nin Kitabu’l-Vakfı ve’l-İbtida adlı eserinin edition critiqueini yaparak yayına hazırladı. YÖK Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle Marmara Üniversitesine bağlı İlahiyat Fakültesi’ne dönüşen aynı kurumda önce doktor, ardından Yardımcı Doçent olan Emin Işık, 15 Temmuz 2001 tarihi itibariyle emekli oldu. Yüzden fazla ilmî makale ve Ansiklopedi maddesi yazdı. Yayınlanmış eserleri şunlardır: 1- Celal Hoca Hayatı ve İlmi Şahsiyeti. 2- Devleti Kuran İrade. 3-Ahlak Dersleri (Ortaokul ve Liseler için ders kitabı) 4- Kuran’m Getirdiği. 5- Elmalı Tefsiri’nin sâdeleştirilmesi ve yeniden yayınlanması. Yayına hazırlanan çalışmaları (Heyet Üyesi olarak). 6- Fatiha Suresi ve Amme Cüzü Manzum Meal ve Tefsiri. 7- İman ve İbadet’le ilgili Hikmetler. 3- Dinî Mecazlar ve Semboller. 8- Aşkı Meşk Etmek (Tasavvuf Sohbetleri Dizisi 11) Timaş Yayınevi, İstanbul-2010. Evli iki çocuk babası olan Emin Işık araştırma ve çalışmalarına evindeki özel kütüphanesinde devam etmektedir.
|
(ÖNCE VATAN GAZETESİ