Her hukuk sisteminin ilk kabul ettiği doğal haklardan biri “yaşama hakkıdır.” Yani varlığını devam ettirebilme, başkalarının hakkına tecavüz etmeden kendi hayatını idame ettirebilme hakkı.
Hayat hakkı insanlar için olduğu kadar insanların meydana getirdiği bir yapılanma olan toplumlar ve nihayetinde milletler için de söz konusudur. Yani her millet varlığını devam ettirebilmesi için gerekli düzenlemelere, sistemlere ve reflekslere sahip olacaktır. Bu “doğal”dır. Aksi halde başka kuvvetlerin baskısı altında devamlılığını muhafaza edebilmesi çok zordur.
Milletlerin devamlılığının hem unsurları hem de göstergeleri içinde en önemli olanlardan biri hiç şüphesiz onların kültürleridir.
Bilindiği gibi kültürün de çeşitli alt unsurları mevcuttur. Fakat bunlardan hem ona şekil veren hem de bir nevi “koruma filtreliği” yapan en temel unsur “din”dir.
Zira din kültürü değerler sisteminden mimarisine kadar maddi – manevi, teorik – pratik pek çok alanda genel prensipler çerçevesinde şekillendirmektedir. Buna binaen de kendi formatını almış kültürün “kendine ait olmayan” unsurları ayıklamasında ona en büyük desteği de yine din verir.
Buradan hareketle, özellikle İslam dikkate alınınca, kültür ve din ilişkisinin önemi daha da artmakta, bahsettiğimiz husus daha da belirgin hale gelmektedir. Çünkü kaynağı bozulmadan bu güne kadar ulaşmış bir dindir. Dolayısıyla kültürümüzü şekillendirdiği temel prensipleri de anlamlarını bu kaynak vesilesiyle kaybetmeden bugüne ulaşabildiği için kendisine ait olmayanı açıkça ortaya koyabilme gücünü hala muhafaza edebilmektedir.
Peki, bu hususun bizim için anlamı ve yukarıda sözünü ettiğimiz önemi nedir?
Bugün, hepimizin bildiği üzere, küresel değerler adı altında evrensel iddiasıyla “belirli kültürlere” ait değerlerin pompalandığı bir süreç içerisindeyiz.
Bu değerlerin tesirleri ise “aile” kavramımızdan “kimlik” anlayışımıza kadar pek çok alanda toplumumuz, kendine yabancılaşma tehlikesi altında “yaşama mücadelesi” vermeye doğru sürüklenmektedir.
İşin en kötü taraflarından biri ise, bu süreç esnasında, söz konusu tehlikeyi bertaraf etmemize vesile olacak “reflekslerimizin” kırılmasına yönelik başka bir gayretin netice almaya başladığının görülmesidir ki hatırlayacaksınız bu hususun pek çok yönüne daha önceki yazılarımızda değinmiştik.
İşte reflekslerin kırılmasına yol açacak unsurların başında yer aldığı görülen kavram kargaşası ve bunun neticesi olarak ortaya çıkacağı anlaşılan “kendinden şüpheye düşme” yani “kimlik” problemine dair elimizdeki en tesirli panzehirlerin başında “dinimiz” gelmektedir.
Nitekim bu husus fark edilmiş olacak ki, bugün varlığımızın ifadesi olan “kimliğimizin” anlam kaymasına uğraması yönünde atılan adımların başında “dinimizin koyduğu” kavramların içinin boşaltılması ve bu doğrultuda sapla samanın birbirine karıştırılması yer almaktadır.
Hatta bazen öyle bir noktaya varılmaktadır ki, yapılan yanlışlara haklı olarak hukuki ve medeni sınırlar içerisinde tepki gösterenler “hoşgörüsüzlük” kavramı ile nitelendirilebilmekte, “taviz” ile “hoşgörü” kavramının sınırlarının ihlal edilmesi adeta beklenilmektedir.
Hatta bazen öyle bir noktaya varılmaktadır ki, yapılan yanlışlara haklı olarak hukuki ve medeni sınırlar içerisinde tepki gösterenler “hoşgörüsüzlük” kavramı ile nitelendirilebilmekte, “taviz” ile “hoşgörü” kavramının sınırlarının ihlal edilmesi adeta beklenilmektedir.
Dolayısıyla, canınızı tehlikeye atacak her türlü tehdide karşı nasıl “hoşgörü” göstermeniz ve “tavizkar” olmanız mümkün değilse, aynı şekilde, millet olarak varlığımızı tehlikeye düşürecek tehditlere karşı da hoşgörülü ve tavizkar olmanız beklenemez. Bunu bekleyenlerden farklı anlamda şüphelenmek ve “gayr-i hukuki ve gayr-i medeni olmaksızın” tepki göstermek ise en doğal hakkınızdır.
Buradan hareketle, Mevlana’nın dediği gibi, bir ayağımız sağlam bastığı müddetçe diğer ayağımızla kendimiz dışındakileri anlamak ve onlarla doğru zemin üzerinde anlaşmak üzere dünyayı dolaşmak en doğrusudur.
Dolaşırken kendimizi kaybetmemek üzere bir ayağımızı sabit tutup denge bulacağımız kültür unsurlarımızdan biri olarak dinimizi doğru öğrenmek, yaşamak ve anlamak, denge bozucu unsurlara karşı ayağımızın sağlam basması için bize en büyük yardımcılardan biri olacaktır. Aksi halde, bugün örneklerini sıkça gördüğümüz üzere, en ufak bir rüzgarda savrulup düşmemiz kaçınılmazdır…