Deist olmuşuz da haberimizi mi yok?

48

Karısını aklamak için onun aşüfteliğini, mahallesindeki cinsi sapıkların çokluğuyla izah etmeye çalışan namuslu adam sizce ne kadar inandırıcıdır? Bu adama sadece acınır.

Kapının, iç kilidi tutmuyorsa o ev her türlü tacize açıktır. Kilit, biziz. Biz sağlam değilsek kendimizi düşmanların saldırganlığıyla masumlaştıramayız. Bu, hem kendini kandırmak hem de dış mihraklarda hak etmedikleri gücü var saymaktır.

Bu toprakların ürünü, bu toplumda yetişen bir fert, bu coğrafyanın kültürüyle dünyayı tanımış birey olarak derim ki, biz nedense kendimize hiçbir konuda toz kondurmayız, üzerimize vazife olmadığı halde onun bunun işine karışır, her konuda da ahkam keseriz. Bu niteliklerimizle hiç inandırıcı olmadığımızın farkında değilizdir. Namuslu adamın, karısının oynaklığını mahalledeki sapıkların varlığına bağlaması beyhude bir çabadan başka bir şey değildir.

Her nesil, kendinden sonra gelen neslin değer tanımazlığından, ahlaki ve dini değerlerinin zayıflığından veya yokluğundan şikayetçi olarak bu dünyayı terk ediyor. Şimdilerde ise günümüz gençlerinin “deist” oldukları yakınmalarını sıkça duyuyorum. 

Nedir deistlik, kişiler niçin deist olur, kimlere deist denir?

Deistlik, kısaca, varlık olarak yaratıcı kabul edildiği halde, onun kitaplarına, vahye, peygamberlere, Cennet ve Cehenneme, yani ölüm sonrasına inanmamaktır.

Mensubu bulunduğumuz dine göre yaratıcı olarak Allah’ın varlığını kabul ediyoruz; peki, onun vahyinin gereklerine, peygamberinin uyarılarına kendimiz ne kadar uyuyoruz? Cennet müjdesi, Cehennem uyarısı sebebiyle, bu dünyadaki davranışlarımıza ne kadar dikkat ediyoruz? Çocuklarımızın donanmalarını arzuladığımız değerler, bizim hayatımıza ne kadar yön veriyor? Yoksa, farkında olmasak da bizler de birer “deist” miyiz? Gereği yerine getirilmeyen akideye, öğretiye inansan ne olur, inanmasan ne olur? Samimiyet, inandığın gibi yaşamaktır. Etki gücü olmayan ilkeler, yok hükmündedir.  Kendi hayatımıza indiremediğimiz öğretilerin tezahürünü bizden sonraki nesilden beklemek ne kadar hakkaniyetlidir? Ele verir talkımı, kendi yutar salkımı.

Yaşlı adam, karısının kendisini duymamasından şikayetçidir. Çözüm için doktora gider. Aldığı tavsiye üzerine önce kırk metre uzaktan karısına “Evin bir ihtiyacı var mı?” diye sorar. Cevap alamayınca aynı soruyu otuz metreden sorar. Yine cevap alamaz. Yirmi metre, on metre derken kulağına yaklaşır. Yüksek sesle “Ben dışarıya çıkıyorum, eve alınacak bir şey var mı?” der. Kadın, “Be adam, beş defadır, sana hayır diyorum, bana niye bağırıyorsun?” diye cevap verir.

Çocuklarımızı bizden sonraki neslimizi suçlamanın kolaylığına kaçmadan önce kendimize bakalım. Onlardan beklediğimiz ahlaki, dini, sosyal ilkelere ne kadar uyuyoruz? Onların gözüyle kendimizi test etsek onlardan alacağımız puan, bizim onlara vereceğimiz puandan, sanırım, düşük olacaktır.

İnancımız bize Nahl suresi 90. ayette “adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emrettiği; hayasızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasakladığı” halde biz buna ne kadar uyuyoruz? 

Sosyal varlık olarak çevremizle ilişkilerimizde, yönetici olarak bize tabi olanlara, ebeveyn olarak evlatlarımızı karşı adaletli olduğumuzu söyleyebilir miyiz? İyilik yapmayı enayilik, yakınlarına yardım etmeyi aptallık kabul eden insanlar, dini öğretilerle çelişmiş olmuyorlar mı? Zaman zaman, yaptığımız hayasızlıkla, fenalıkla, azgınlıkla övünmek gibi gülünçlük yaşıyoruz.

Doğruluk, sabır, alçakgönüllü ve iffetli olmak; insan olarak ahlakın, inandığımız inanç sistemi olarak İslam’ın temel ilkleri olduğu halde bunlara günlük hayatımızda ne kadar yer veriyoruz? İffet duygusunu utangaçlıkla, alçakgönüllülüğü özgüvenle, sabrı korkaklık suçlamasıyla, doğruluğu enayilik endişesiyle hayatımızdan çıkardık. Yalandan kim ölmüş diyerek sözünde durmamayı meşrulaştırdık, kendimizi kanıtlama adına, başkalarının hatalarından pirim elde etme uğruna, hatalar karşısında gece karanlığı gibi olmamız emredildiği halde biz o hataları, yapanların yüzüne çarptık, hatalarından dolayı affetmeyi düşünmez olduk. Kişileri cezalandırmayı marifet kabul ettik.

Zandan sakınmak, iftira ve gıybet etmemek, kusur araştırmamak insani ve İslami ilkelerdir. Şu toplumda bu ilkelere layıkıyla uyan kaç kişi bulabiliriz? Rabb’imiz Lokman suresi 18. ayette “Küçümseyerek surat asıp insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü Allah hiçbir kibirleneni, övüngeni sevmez.”, Araf suresi 31. ayette “Yiyin için fakat israf etmeyin, çünkü o, israf edenleri sevmez.”, Furkan suresi 67. ayette “Onlar, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler. Onların harcamaları, bu ikisi arası dengeli bir harcamadır.” dediği halde kaçımız bu buyruklar doğrultusunda kibirlenmekten, israftan, cimrilikten kaçınıyoruz?

Kim ne derse desin, kim bana kızarsa kızsın söylemek zorundayım: Gösteriş, alay etme, küçümseme karakterimiz olmuş. Haksız kazanç, harama bulaşma, genel anlamda, insanlarımızın korkusu olmaktan çıkmış.

Kimse Allah’ın varlığını lisanıyla inkâr etmiyor; lakin pek çoğumuz onun kitabında ve elçisinin sünnetinde yer alan prensipleri, işine gelmediği için ya görmezlikten geliyor ya da yok sayıyor. Deistler de aynı şeyi yapıyor, deizm de aynı reddiye üzerine kendini yapılandırıyor.

Şimdi, kitabın ortasından konuşmak ve sormak lazım: Yoksa biz deist olduk da bundan haberimiz mi yok?