Çin Kampından Nasıl Kurtuldum?

61

Çin’in işgali
altında bulunan Doğu Türkistan’da yaşamakta olan Petrol Mühendisi Bayan
Gülbahar Heyithacı’nın akıllara durgunluk veren trajik olaylarla dolu günleri,
kitabın konusudur.

Gülbahar Hanım,
Fransa’ya iltica eden eşi Kerim’in ısrarları ile, çalıştığı firmadan ücretsiz
ve süresiz izin alarak Fransa’ya gider. Günün birinde Pekin’den kendisine
telefon edilir. Pek de önemli olmayan idârî bir işlem için Çin’e gelmesi
gerektiği söylenir. İki kızını Fransa’da bırakarak Çin’e döner. Annesi Urumçi yakınlarındaki
Karamay şehrinde yaşamaktadır. O’nun evinde kalır. ‘Çay içmek’ üzere polis
karakolundan dâvet edildiğinde gider. Kendisini, cehennemi andıran bir
hapishânede bulur. Burada Uygur Türklerinden soydaşları vardır. Fakat Türkçe
konuşmak yasaktır. Yasak listesi hayli kabarıktır: Duâ etmek, kavga etmek,
açlık grevine gitmek, emirlere uymamak, duvarlara resim yapmak/çizmek, hijyen
gereklerine uymamak, hasta kişinin tıbbî bir tedâvi görmesi gerekiyorsa, bundan
kaçınması yasaktır. Gülbahar Hanım, hapishâne yönetimine kendisini
cezalandırmak suretiyle aşağılama imkânını veya bu yasaklara riâyet etmediği
için cezalandırma zevkini tattırmamak için hepsini ezberler, riâyet etmeyi
kararlaştırır.

İşkenceler
başlamıştır.

Sorguya çekilir.
Fransa’da Çin aleyhine yapılan bir protesto toplantısında kızı Gülhumar’ın,
Doğu Türkistan Türklerinin Gökbayrağı önünde çekilmiş fotoğrafı gösterilir ve
sorulur:

-O’nu tanıyorsunuz değil mi?

-Evet, O benim kızım!

 -Senin kızım bir terörist!

 -Hayır.
Neden bu gösteride olduğunu bilmiyorum.

Defalarca sorulur, defalarca aynı cevabı
verir: ‘Kızım terörist değil. Kocam da
terörist değil

Sorgulama,
tekrarlarla devam eder. Otuz dakika mı yoksa dört saat mi? Gülbahar Hanım,
sorgulanan değil, sorgulayanın âmiri imiş gibi sert bir ses tonuyla sorar: ‘Bitirdik mi?

Cevap Gülbahar Hanım’a
haddini bildirmek ister gibidir: ‘Bitmedi
Gülbahar Heyithacı! Her şey daha yeni başlıyor

Başlayan her
yeni süreç, sonsuzluğa uzar….

Çin
yöneticilerine göre eline Gökbayrak alanlar teröristtir. Çin devleti aleyhinde
konuşma yapıldığı toplantıların içinde veya öyle bir mekânda bulunanlar
teröristtir. Namaz kılanlar teröristtir.

Uzun süren devam
eden hapishâne günleri biter. Gülbahar Seyithacı’ya kendi elbiseleri verilir.
Üzerindekilerle değiştirmesi için oy verme kulübesi gibi bir yere girer. Üzerindekiler,
bedenine zamkla yapıştırılmış gibidir. Kirli ve terden kabuk hâline gelmiş
deriden farksızdır. Güçlükle onlardan kurtulur. Bu arada, ayaklarındaki zinciri
de çekiçle kırarak çıkarırlar. Çünkü kilit paslanmıştır ve anahtar
girmemektedir.

Gülbahar Hanım,
okul’a gönderilecektir. Okulda
Çinlileştirme ve kendi kültüründen, inançlarından ve milliyetinden arındırma
eğitimine tâbi tutulacaktır.

Kanı kurumuş,
gıdasızlıktan deforme olmuş bir vücut sâhibine ancak tiksinti verir. Bu hayat
çekilir mi? Ölüm çizgisine en yakın noktada olsa bile çekilecektir. Başka
tercih yoktur. Ölmeye bile izin verilmez. Yasaktır.

Sonra?

Sonrası Gülbahar
Heyithacı’nın anlattıklarını yazan Rozenin Morgat’ın ifâdeleriyle kitapta…

***

Hapishâneden
kurtulanlar seviniyorsa da gönderildikleri okul, sevinçleri sıfırlamakta
gecikmiyor. Çok ağır beden hareketlerinden sonra ‘hazır ol!’ komutuyla sâbitlenen vücutlar, bâzen bir saat, bâzen
daha fazla süre ile kımıldamadan duracak. Baygın düşenler, görevlinin çok sert
iki tokadı ile kendine getiriliyor. Tekrar düşerse alıp götürülüyor ve bir daha
kendisinden haber alınamıyor.

Bu kadar çileye,
üstelik yeterli miktarda beslenmeyen, gün ışığına hasret kalmış, rutubetli izbe
odalarda yaşayan nahif bir kadın bedeni nasıl tahammül edebilir?

Gülbahar Hanım
soruyu cevaplandırıyor: ‘Güçlü Çin yönetimi, bir Uygur (Türk)
kadınını susturma kararlılığına rağmen başarısız olmuştur
.’

Bu cümle ile
verilecek hüküm: Türk Uygurlarda vatanı
istilâcılardan / işgalcilerden alacağına dâir inanç, güçlü Çin yönetiminden
daha güçlüdür.
      

Üstelik bu inanç; her sorgulamada her
işkencede, güçlenerek tâzelenmektedir.

Gülbahar Heyithacı, yaşadıklarını Fransız
Gazeteci Rozenn Morgat’a anlattı. Onun yazdığı kitabı Prof. Dr. Mustafa Daş
Türkçeye tercüme etti. Kitaptan birkaç cümle:

*Kamplarda hayat ve ölüm arasında bir fark yoktu. Gece,
gardiyanların ayak sesleri bizi uyandırdığında yüzlerce defa beni kurşuna
dizmeye geldiklerini sandım…

*Ölüm her yerde sinsi sinsi dolaşıyordu. Hemşireler, bizi
aşılamak için soğuk elleriyle kollarımızı tuttuklarında, bizi zehirlemeye
çalıştıklarına inandım. İşte burası, hayata geçirilen kamp sisteminin karmaşık
hedeflerinin ne olduğunu anladığım yer oldu: Maksatları bizi soğukkanlılıkla
öldürmek değil, yavaş yavaş ortadan kaldırmaktı. O kadar yavaş ki kimse yok
olduğunuzu fark etmeyecekti…

*Anlattıklarımın hepsi tamamen hakîkat! Yaşadığım hiçbir
şey, olayın şartlarını abartan hastalıklı bir mahkûm fantezisi tezâhürü değil.
Binlerce kişi gibi ben de bizi hapseden, bize işkence yapan Çin’in çılgın
kasırgasında sürüklendim…

*Şincan’da gerçek duyulamaz. Kamplarda
bulunanlar bunu bilirler. Çin hapishânelerinde veya yeniden eğitim kamplarında
aylarca veya yıllarca yatıldıktan sonra, yaşananlar anlatılamaz. Sâdece serbest
bırakılıp ülkede kalanlar değil, hür olanlar bile polisin boyunduruğu altında
yaşarlar. Seni sevseler bile susucaklardır. Sizi şevseler bile, insanlar kendi
hayatlarından korkacaklardır.

*Adlarını hiç anmaksızın, sohbetlerin, konuşmaların üzerinden
kamplar uçup gider. Bir hâtıra veya bir cümle dolayısıyla kampların adı geçse,
kimse soru sormaz. Yutkunuruz. Duymamış gibi davranırız. Böylece onlar bir tür
efsâne olarak kalırlar. Kamplar, kısık sesle, hafif tonda anlatılan korkutucu
bir hikâyedir. Herkes kampların varlığını bilir. Hepsi orada hapsedilen
akrabalarını tanır. Yine de bunun hakkında konuşmuyoruz. Ve bunun hakkında
konuşmazsak, o zaman, kamplar yok demektir(!)

*Beni önce yedi yıl ‘yeniden
eğitim
‘ kampına mahkûm ettiler. Vücuduma işkence ettiler ve zihnimi
çılgınlığın sınırına getirdiler. Ve şimdi, dâvâmı inceledikten sonra bir
yargıç, aslında mâsum olduğuma karar vermişti…

 

Gulbahar Heyithacı; tüyler ürperten
gerçeklerle dolu olan hayat hikâyesinin yayımlanmasının, kendisine ve Doğu
Türkistan’daki annesi ile kardeşlerine zarar verebileceğini bildiği halde korkmadı,
çekinmedi. Doğu Türkistan Türklerinin mâruz kaldığı korkunç işkenceleri dünyâ
duysun, öğrensin diye…

Çin’in ‘Yeniden Eğitim Kampları’ adı
altında Uygurlara uyguladığı baskı ve işkenceleri gözler ve idrakler önüne
seren gerçek bir hayat hikâyesi…

***

Doç. Dr. Abdülhâmid Avşar editörlüğünde
yayına hazırlanan kitap, 13,5 X 21 santim ölçülerinde, 240 sayfa olarak Haziran
2021’de yayımlandı.

MİHRÂBAD
YAYINLARI:                                                                                                                                         
Prof.
Dr. Kâzım İsmail Gürkan Caddesi Nu: 8 Cağaloğlu, İstanbul. Telefon: 0.212-514
28 28                     Belgegeçer:
0.212-528 24 01
bilgi@mihrabadyayinlari.com  www.mihrabadyayinları.com

GÜLBAHAR
HEYİTHACI

Doğu Türkistan’ın Kuzeyinde Gulca’da Dünyâ’ya gedi. Petrol
Mühendisliği okuduğu  Doğu Türkistan
Urumçi Üniversitesi’nde tanıştığı Kerim ile evlendi. Karamay’da ki
Rafinerilerde Petrol Mühendisi olarak çalışmaya başladı. Pekin yönetiminin
zâlimce uyguladığı ırkçılığa daha fazla dayanamayarak ailesi ile birlikte
Fransa’ya iltica etti. Siyâsetle en ufak bir ilgilisi olmamasına rağmen,
emeklilik işlemleri bahânesiyle Çin’e çağrılıp kamu düzenini bozmak suçlaması
ile tevkif edildi. Fransız devleti ve kızı Gülhumar’ın yıllar süren kesif
mücâdelesi sâyesinde 3 sene sonra serbest bırakıldı. Hâlen Fransa’da ikamet
eden Gülbahar, yazdığı kitabı ile Doğu Türkistan Türklerinin sesi olmaya devam
ediyor.

Prof. Dr.
MUSTAFA DAŞ

1968 yılında Tokat’ta doğdu. İlk ve Ortaokulu Tokat’ta
okudu. İstanbul Kartal Maltepe Lisesi’nden 1985’de mezun oldu. İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Târih Bölümü’nü 1989 yılında bitirdi. Kazandığı
devlet bursuyla Fransa’da Université de Poitiers’de Yüksek Lisansını,
Université Panthéon-Sorbonne 1’de Türk-Bizans İlişkileri üzerine doktorasını
yaptı. Ortaçağ Târihi alanında doçentliğini alan Mustafa Daş, 2012 yılında
profesör kadrosuna tâyin edildi. Bölüm Başkanlığı, Merkez Müdürlüğü ve Dekanlık
idârî görevlerini üstlendi. Hâlen Dokuz Eylül Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Târih Bölümünde lisans ve lisansüstü düzeyde Ortaçağ Târihi dersleri
okutmaktadır. Çok sayıda yüksek lisans ve doktora tezlerine danışmanlık yaptı.
Fransa, İngiltere, İsveç, Yunanistan ve Bulgaristan’da misâfir öğretim üyesi
olarak seminerler verdi.

Bizans’ın Düşüşü’,
Bizans Devlet Kurumları’, ‘Bizans İmparatorluğu Târihi’, ‘Faili Meçhul Türk Hükümdarlar’ adlı
kitapları dışında Bizans, Ortaçağ Türk Târihi, Avrupa Târihi üzerine çok sayıda
makalesi ve bildirisi bulunmaktadır. İyi derecede Fransızca bilen Mustafa Daş,
Fransızca seyahatnâme ve târih kitapları başta olmak üzere çok sayıda eseri
Türkçeye kazandırdı. ‘Ortaçağ’da Zehir ve
Cinâyet
’, ‘Haçlı Seferleri Zamanında
Doğu ve Batı
’, ‘Dördüncü Murad
Döneminde Bir Fransız Seyyahın Maceraları / Du Loir Seyahatnâmesi
’, ‘On İki Hayvanlı Türk Takvimi’ başlıca
tercümeleridir. Son olarak Fransızcadan, ‘Gülbahar
Haitiwaji’nin Çin Kampından Nasıl Kurtuldum
?’ adlı eserini tercüme etti.

 

ROZENN MORGAT

2015‘te Paris Nanterre Üniversitesinden mezun olan Rozenn
Morgat, 2017’de Rennes Siyâset Enstitüsünde Gazetecilik üzerine yüksek
lisansını tamamladı. Hâlen Le Figaro Gazetesinde Araçtırmacı Gazeteci olarak
çalışmakta olup Uygur Meseleleri ile ilgili araştarmalar yapmaktadır.

 

 ‘Ruhlarımız
Ölmüş, Zihinlerimiz Çılgınlığın Sınırlarına Dayanmıştı’

MUSTAFA
NACİ TURAN

Bir insanın
hayatı gelen tek bir telefon ile değişebilir mi? Herhangi bir Uygur Türkü için,
eğer bu telefon Çin’den geliyor ise en iyisi o telefonu hiç açmamak
diyebiliriz.

Târih ile henüz
ilk tanışmamızda Uygurların, Orta Asya’da devlet kuran bir Türk boyu olduğunu
öğrenir ve Uygur gerçeğinden haberdar oluruz. Uygur Türklerinin kendi
alfabelerini icat etmiş ve matbaayı kullanmış olmaları da bizler için ayrı bir
gurur kaynağı olmuştur. Bunların ötesinde, Türk târihi ve edebiyatı uzmanları
ve sınırlı bir çevre dışında, toplumumuzun çoğunluğu Uygurlar hakkında fazla
bir bilgi sâhibi değildir. Hatta Uygurların yaşadığı yurtları muğlak bir ifâde
olan ‘Orta Asya’ tâbiriyle ifâde edilir.
Kadim Türk vatanı olan ‘Doğu Türkistan
denildiğinde, ideolojik bir söylem gözüyle bakılır ve ne yazık ki
önemsizleştirilir. Oysaki ne kadar görmezden gelinse veya unutulmuşluğa terk
edilse de târihte ve günümüzde, bin yıldan fazla bir zamandır, Uygur ve Doğu
Türkistan gerçeği varlığını korumuştur. Uygurlar, öz vatanları Doğu
Türkistan’da, Türkçenin Uygur lehçesi olan dilleriyle, mânevî değerleri ve âile
bağlarıyla, hayat tarzlarıyla, devletler ve siyâsî oluşumlar inşa etmişlerdir.

1949 Yılında
Çin, Doğu Türkistan’ı resmen işgal ederek Şincan ‘Xinjiang, / Yeni Sınır’  Özerk Bölgesi olarak yapılandırdı. 1989
Tiananmen Meydanı protestoları ile öğrencilerin baskıcı ve yozlaşmış hükümete
karşı olan başkaldırısını çok sert bir biçimde bastıran komünist parti, gelecekte
bu tarz olayların yaşanmaması için özellikle Uygur Türklerine gerçek mânâda
distopik* bir hayat tarzını dayattı. Her türlü gözetleme, asimilasyon ve
soykırıma mâruz kalan Doğu Türkistan Türkleri kadim vatanlarında azınlık
durumuna düşürüldüler. Söz konusu bu zulmün modem Dünyâda yeri olmadığı aşikar
iken Çin’in ekonomik gücü ile yaptığı şantajların sonucunda Dünyâ bu zulme
sessiz kaldı. Her insanın sâhip olması gereken insan hakları Doğu
Türkistanlılar için geçerli değildi âdeta. Dünyânın tutumunu bir kenara
bırakırsak, Türkiye’nin ve Türk milletinin bu zülme sessiz kalmasının izahı
yoktur.

Bu dâvâyı kendi
dâvâmız olarak kabul etmek için, korkunç işkence metodlarını uygulayan Çin’in
önce inkâr ettiği, saklayamaz hâle geldiğinde ise ‘yeniden eğitim okulları’ yalanıyla üzerini örtmeye çalıştığı Çin
Toplama Kampları’nın iç yüzünü, ilk ağızdan bizzat oradan kurtulmuş Gülbahar
Haitiwaij’den dinlemek çok etkili olacaktır. Öyleki 24 saat hareketli
kameralarla izlenen ve gün ışığının görülmediği demir perdelerle örtülü
koğuşlar, dudakların ufak kımıldaması karşısında ‘duâ ediyorsun’ diyerek verilen hücre cezâları, yatağa zincirle
bağlanarak geçirilen günler, sabahın erken saatlerinde başlayıp geç saatlere
kadar devam eden eğitimler, yorulmanın yasak olduğu askerî ve psikolojik beyin
yıkama eğitimleri, zorla yapılan kısırlaştırıcı ve ‘hâtırâları ve hâfızayı
silici’ iğneler, bitmeyen sorgulamalar, her gün bir kişinin adının anons edilip
asla geri dönmeyişlerinin yaşattığı sonu gelmez gerginlikler, her an idam
edilmeye götürülme korkusu ile geçmek bilmeyen günler…

Gülbahar
Heyithacı’nın hâtıralarını okuyunca, bu kamplarda Çin’in kendi adıyla
literatürde özel bir yer edinmiş işkence metotlarını, Doğu Türkistan’ı Türksüz
hâle getirmek için yaptıklarını ve kampların gerçek yüzünü öğrenecek; çâresizliğin
verdiği bir isyan duygusu ve içten içe kabaran bir öfkeyi hissedeceksiniz.
Uygur Türklerinin kendi vatanlarında binlerce yıl yaşadıkları topraklarında
nasıl bir kıskaç içinde yok edilmekte olduklarını, Çin’in, ‘bölücülük’, ‘dînî radikalizmle mücâdele’ iddialarının nasıl bir yalan ve göz
boyamadan ibâret olduğunu, ekonomik gücünü ve beşinci kol faaliyetlerini
kullanarak bunlarla Dünyâyı nasıl aldattığını yüreğiniz daralarak birinci
ağızdan idrak edeceksiniz.

Gülbahar Hativaci,
yaşadığı onca acı ve mâruz kaldığı insanlık dışı işkencelere uzun süre suskun
kalmayı seçmiştir. Çünkü Çin Hükümeti, sürekli O’nu, Doğu Türkistan’da kalan
annesi ve kardeşlerini de toplama kamplarına kapatmakla tehdit etmiştir. Bu
sebeple Çin’in artan yalanları ve göz boyamaları karşısında bedeli ne olursa
olsun bu gerçeği Dünyâ kamuoyuna açıklamaya karar vermesi uzun derûnî
gerginlikler yaşamasına yol açmış, sonunda Uygur Türklerinin geleceğini
düşünerek harekete geçmeye karar vermiştir.

Bu eser bir
Uygur kadının Çin’in toplama kamplarında yaşadığı zulüm hâtırâlarıdır. Ve bugün
Çin, Şincan’da toplama kampı kurma işini durdurmak bir yana Uygurları kamplara
taşımaya devam ederken, kadınlarını kısırlaştırırken Birleşmiş Milletler
Teşkilâtı ve herhangi bir milletlerarası heyet günümüzde bu soykırımın boyutunu
tespit etmeyi başaramadı. Çin Kampından
Nasıl Kurtuldum?
isimli kitap söz konusu kamplardan kurtulup yaşananlara
şâhitlik eden ilk kişi olan Gülbahar Haitiwaji’nin bir sesi olması bakımından
çok önemlidir.

………………………………

*Distopik veya distopya, çoğunlukla ütopik bir toplum anlayışının
anti-tezini ifâde etmek için kullanılır. Distopik bir toplum otoriter –
totaliter bir devlet modeli veya benzer bir başka baskıcı sistem altında
karakterize edilir. Kelime ilk defa İngiliz filozof ve siyâsî iktisat uzmanı John
Stuart Mill (1806-1873) tarafından kullanılmıştır.

Önceki İçerikÇevre Sorunları
Sonraki İçerikMaksat Muhabbet Olsun!
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.