8.8 C
Kocaeli
Cuma, Kasım 14, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 84

Okulda Sevgi Ortamı

 “Öğretmen, korkulan kişi değil sevilen ve sayılan insan olmalıdır. Unutulmamalıdır ki korku kaçırır, sevgi yaklaştırır. Kaçan öğrenci değil, yaklaşan öğrenci öğrenir. Öğretmen sevilen kişi olduğu kadar öğrencilerine öğrenmeyi de sevdirmelidir. Öğretmen sevgisi, öğrenci sevgisi ve öğrenme sevgisi başarının dinamizmidir.” Fahri Kayadibi

Eğitim, sevgiyi merkezine alırsa, küreselleşen dünyanın; “barış, huzur, güven, dayanışma, kardeşlik” içerisinde bir dünya halini alabilmesine katkıda bulunur.

İnsan; “bilinç, sevgi, inanç, güven, düşünce, algı ve anlamadan” yoksun olursa kendisini insan olarak idrak edemez. Sosyal çevre ve ekolojik denge olmaksızın da tüm boyutlarıyla gelişmiş bir insan olamaz.

Okuldaki sevgi ortamı çocuğu okula bağlayan ve başarısını güdüleyen en büyük etkendir. Okulunu seven çocuk, severek öğrenir. Okul sevgisiyle öğrenme sevgisi paralellik gösterir.

 Okul ortamından nefret eden çocuk öğrenmekten de nefret eder. Başarısız olur. Sınıfta derse ilgi göstermez. Ödevlerini yapmaz veya isteksiz yapar. Sınıf arkadaşlarıyla geçimsizdir. Okul ve öğretmen disiplinini kabul etmek istemez.

Dağınık ve tertipsizdir. Ders esnasında kalem yontma veya kemirme, çeşitli eşyalarla oynama, arkadaşlarıyla konuşma veya onları rahatsız etmeyle zamanını öldürür. Dikkatini toplayarak kendisini dersine veremez. Huysuz ve tedirgindir. Devamsızlığı fazla yapar.

Bazen okuldan kaçar. Ailesi okula gitmesi için zorladığında eve de gelmek istemez. Sevgi, çocuğu okula bağlar, sevgisizlik ise okuldan kaçırır. Öğretmenin öğrencisine karşı gösterdiği sevgi ve ilgi öğrenciyi kendisine bağlar. Öğrenciyi öğrenmede alıcı durumda tutar.

Öğretmen öğrencisini sevdiğini davranışlarıyla göstermelidir. Onlara karşı soğuk ve somurtkan olmamalıdır. İsimlerini öğrenmeli ve onlara isimleriyle hitap etmelidir. Soru sorduklarında terslemeden ve güler yüzle cevaplamalıdır.

Öğrencisini iyi tanımalıdır. Tanımazsa gereğince faydalı olamaz. Çocuğa sevgi göstermek esas olmakla birlikte, bazı bilginler öğretmenin mutedil bir yapıda olmasını tavsiye ederek şöyle demişlerdir: “Çünkü öğretmen çok yumuşak olursa, otorite kurup disiplin sağlayamaz. Buna karşı çok sert olursa, çocuklar korkar, soru soramaz, dersten soğur, neticede eğitim ve öğretimden nefret ederler.”

  Her zaman sert ve asık suratlı olmak nefrete, mesafesiz yaklaşımlar da laubaliliğe sebep olur. Sevgi, şefkat ve sempatinin öğrencide disiplin sağlamada başarı oranının %94 olduğu tespit edilmiştir.

 Öğretmen öğrencilerini kendi çocuğu yerine koymalıdır. Onlara baba sevgisi ve şefkati göstermelidir. Okul idarecilerinin ve öğretmenlerin özellikle öğretim yılı başında öğrencilere sert, hırçın, öfkeli ve somurtkan davranması, öğrenciyi okuldan soğutarak başarısız bir duruma itebilir.

Sevgi, şefkat ve sempati ile karşılanan öğrenciler ise kendilerini okullarından bir parçaymış gibi hissederler. Okul yöneticilerini ve öğretmenlerini severler. Eğitim yılı boyunca severek öğrenirler. Başarıya doymazlar.

Her çocuğun kendini duygusal ve sosyal açıdan güvenli hissedebileceği, korkularını ve güvensizliğini yenebileceği, öğretmeninin ve arkadaşlarının ona gülmeyeceği bir ortama ihtiyacı vardır. Ancak bu ortamda korkularını ve güvensizliğini yenmeye ve okulda başarılı olmaya başlayabilirler.

Öğretmen öğrencisini sevgiyle motive etmelidir. Çocuğun başarısızlıklarından çok, başarılı yönlerini ön plana çıkarmalı ve her olumlu başarısını överek veya ödüllendirerek onu onara etmelidir. Sevgi ortamındaki bu davranış öğrenciyi daha başarılı yapar.

Öğretmen, korkulan kişi değil sevilen ve sayılan insan olmalıdır. Çünkü korku kaçırır, sevgi yaklaştırır. Kaçan öğrenci değil, yaklaşan öğrenci öğrenir. Öğretmen sevilen kişi olduğu kadar, öğrenmeyi de sevdirmelidir. Öğretmen, öğrenci ve öğrenme sevgisi başarının dinamizmidir.

Sevgi olmayan yerde nefret, sıkıntı ve başarısızlık vardır. Sevginin bulunduğu yerde de neşe, mutluluk, huzur, başarı ve verimlilik vardır. Kişinin yetişmesinde, gelişmesinde ve başarısında sevgi önemlidir. Bunun için sevgi ailede, okulda ve yaşanılan her ortamda devamlı olmalıdır.

Sevgi insanları birbirine yaklaştıran, yardımlaştıran ve bütünleştiren bir iksirdir. Toplum yapısının harcıdır. Kâinatın mayası sevgi, saygı ve muhabbettir. Ailesinden sevgi gıdasını yeterince alan çocuk okulda da sevgiyle desteklenirse her ortamda başarılı olur.

Çocuğun, ailede ve okulda sevildiğini hissetmesi için:

-Ailede ve okulda çocuk kendisine önem verildiğini ve sevildiğini hissetmelidir.

-Çocuğun gösterdiği çabaya saygı duyulmalı, başarıları övülmeli ve ödüllendirilmelidir.

-Çocuktan yetenekleri doğrultusunda ve gücü nispetinde başarı beklenmelidir.

-Çocuğun ihtiyaçları karşılanmalı, kişiliğine saygı duyulmalı ve ona devamlı sevgi ile yaklaşılmalıdır.

-Aşırı baskı, sevgisizlik, aile kavgaları, ilgisizlik ve cezalandırmalar çocuğu evden kaçırarak sokağa ve kötü ortamlara itebileceğinden bunlardan kaçınmak gereklidir.

– Okulda çocuklar için bir sevgi ortamı oluşturmalıdır. Okul idarecileri ve öğretmenler korkulan kişiler değil sevilen ve sayılan kişiler olmaya özen göstermelidirler. Öğrencilere sevgi ile yaklaşmalı ve yeterli rehberlik yapmalıdırlar.

-Okul-aile ve öğrenci üçlüsü arasında bir sevgi zinciri oluşturularak her türlü sorun bu sevgi çerçevesinde çözümlenmelidir.

– Ailede ve okulda çocuğun çalışması paralelinde dinlenme ve oyun ihtiyaçları da göz önünde bulundurulmalıdır.

– Çocuk asla dövülmemeli, sevilmelidir.

– Sevgi, çocuğu şımartmamalı ve sorumluklarını ihmal ettirmemelidir. Gösterilen sevgi bir disiplin ölçüsü çerçevesinde olmalıdır. Evde, okulda ve çevrede sorumlulukları yerine getirmelidir.

– Çocuğa asla dayak atılmamalıdır. Dayak çocuğu pısırıklaştırır ve teşebbüs kabiliyetini köreltir. Dayak yerine hoşgörü ve sevgi göstererek rehberlik yapmalıdır.

– Çocuklar arasında sevgi paylaşımında ölçülü olmalıdır. Bazılarını diğerlerinden fazla sevdiğini açıkça belirtmek kıskançlık ve çekişmelere yol açabilir.

– Çocuk, sevmek ve sevilmek ister. Ana-babalar ve öğretmenler çocuklara kendilerini sevdirerek ve onları severek eğitmelidirler. Bu ortamda öğrenmek zevk haline gelir.

Sevgi ve saygının açmayacağı kapı yoktur. Sertlik, öfke ve hırçınlıkla bir yere varılamaz. Çocuklara sevgi, saygı ve muhabbet kapılarımızı açarak onları bu ortamda eğitmeliyiz. O zaman başarılı ve verimli olduklarını görebiliriz.

Sevgi ile dikilip geliştirilen bitkilerin bile diğerlerinden daha farklı bir gelişim gösterdiklerini kolayca fark edebiliriz.

Bu yüzden okullar birbirine karşı ilgisiz insanların oluşturduğu, birtakım disiplin ve kuralların uygulandığı soğuk ve ruhsuz yerler olmaktan çıkarılarak, öğretmenler, öğrenciler, yöneticiler ve diğer çalışanlar, ilgili, duyarlı, açık fikirli, sorumluluk düzeyi yüksek kişilerin oluşturduğu, büyük bir aile/ örgüt iklimine kavuşturulmalıdır.

Sevgiyle kalın

Prof. Dr. SULTAN MAHMUT KAŞGARLI

Kadim Türk Yurdu DOĞU TÜRKİSTAN’ı anlattı.

(BİRİNCİ BÖLÜM)

Oğuz Çetinoğlu: Doğu Türkistan’ın kısa bir târihi ile başlayabilir miyiz?

Prof. Dr. Sultan Mahmut Kaşgarlı: Târih içinde Uygur Türkleri kardeş Türk boyları ile beraber Orta Asya ve Doğu Türkistan’da büyük devletler kurmuşlardır. Bunun ilki M.S. 745 yılından 840 yılına kadar devam eden, başşehri Karabalsagun olan büyük Orhun Uygur Kağanlığı, 870 yılından 1036 yılına kadar devam eden Kansu (bugünkü Çin’in Gensu eyâletinde) Uygur Türk Devleti, 850 yılından 1275 yılına kadar devam eden Başkenti Ordubalıg (Cimisar) ve Başbalıg olan Doğu Türkistan’ın Kumul, Turfan, Urumçi, Karaşehir, Kuçar, Aksu vilâyetlerini sınırları içine alan İdikut Uygur Türk Devleti*, 870 yılından 1213 yılına kadar devam eden Uygur ve Karluk Türkleri tarafından kurulan kışlık başşehri Ordu Kent (Kaşgar) ve yazlık başşehri Balasagun olan Karahanlılar devleti, 1514 yılından 1678 yılına kadar devam eden Başşehri Yarkent olan Saidiye Uygur Devleti ve ondan sonra Kurulup 1. Mançu-Çin işgali 1759 yılına kadar devam eden hocalar hâkimiyeti, 1863 yılında Mançu-Çin istilası ve zulmüne karşı halk ayaklanması neticesinde kurulup ikinci Çin istilası 1877 yılına kadar devam eden Yakup Bey önderliğindeki Kaşgarıya devleti gibi devletlerdir.

Çetinoğlu: 20. Yüzyıldan sonraki gelişmelere de göz atabilir miyiz?

Prof. Kaşgarlı: 20. yüzyılda Doğu Türkistan’da Uygur Türklerinin kahramanca mücâdelesi neticesinde iki defa Doğu Türkistan Türklerinin millî devleti kurulmuştur. Bunlardan ilki 1932 yılında Doğu Türkistan Türklerinin Çin istilası ve mezâlimine karşı silahlı mücâdelesiyle 12.11.1933 târihinde Kaşgar’da kurulan Doğu Türkistan İslâm Cumhuriyeti, ikincisi ise Çin’in müstemleke ve zulüm siyâsetine karşı Doğu Türkistan’ın Kuzey Bölgesindeki İli, Çevçek ve Altay vilâyetlerinde cereyan eden ayaklanmalar neticesinde 12.11.1994 târihinde Gulca’da kurulup 1950 Kızıl Çin işgaline kadar devam eden Doğu Türkistan Cumhuriyeti’dir.

Doğu Türkistan Türk Devletini Çin, Rus ve İngiliz emperyalizmi nasıl yıkmışsa, 1933 ve 1944 yıllarında kurulan Doğu Türkistan Cumhuriyetlerini de Rus Komünist-Sovyet hâkimiyeti ile Kızıl Çin hâkimiyeti gizli anlaşma ve işbirliği neticesinde ortadan kaldırmışlardır.

Türklerin eski Anayurdu, Türk kültürü ve medeniyetinin altın beşiği olan Doğu Türkistan ve Uygur Türkleri târih boyunca Çin işgali ve yayılmacılığına karşı büyük mücâdeleler vererek Çin istila kuvvetlerinin Batı Türkistan’a yayılmasını engellemişlerdir. Doğu Türkistan Türkleri bilhassa Uygur Türkleri devlet idâresi geleneği ve kültürü ile Türk devlet geleneği kültürüne mühim katkıda bulunmakla kalmayıp, kardeş Türk Boyları ve Devletlerinin ticârî işlerinin yükselmesi, iktisâdiyatının gelişmesinde etkili rol oynamışlardır.

Çetinoğlu: Doğu Türkistan’ın coğrafi konumuna da göz atabilir miyiz?

Prof. Kaşgarlı: Bilindiği gibi Doğu Türkistan Asya’daki târihî İpek Yolu’nun merkezinde yer almaktadır. Bu yol deniz yollarının açılmasından önceki Eski Dünya’nın Doğu ve Batı arasında ticâret, kültür ve medeniyet alışverişini sağlayan üç önemli ticâret yolundan biri idi. Bu yol Çin’den başlamakta, Türkistan’ı boydan boya geçerek İran üzerinden İstanbul’a oradan da Adalar Denizi ve Akdeniz yoluyla İtalya’ya ulaşmakta idi. Bu sebeple Doğu Türkistan Doğu-Batı arasındaki ticârî münâsebetlerde köprü vazifesi yaparak, diğer Türk ülkelerinin ticâret ve iktisâdiyatının gelişmesinde de önemli rol oynamıştır.

Uygur Türkleri eski zamanlardan başlayarak üç büyük eski kültür (Eski Çin kültürü, eski Hint kültürü, eski Grek (Yunan) kültürü), üç büyük din; (Buda dini, Hıristiyan dini, İslâm dini); üç büyük dil âilesi; (Ural-Altay, Çin-Tibet, Hint-Avrupa dil âilesi); üç büyük iktisadî sektörün; hayvancılık, ziraatçılık ve İpek yolu ticâretinin birbiriyle temas hâlinde bulunduğu bölgelerde yer alması sebebiyle Türk dünyâsı kültürü ve medeniyetine ve insanlık âlemi medeniyetine önemli katkılarda bulunmuştur. Doğu Türkistan ve Uygur Türkleri geliştirdiği zengin kültürleriyle Türk Kültürü ve Medeniyet târihinde çok önemli yer tutmaktadır.

Çetinoğlu: Doğu Türkistan’ın kültür ve medeniyetle alâkalı yönü hakkında da bilgi lütfeder misiniz?

Prof. Kaşgarlı: Doğu Türkistan Türkleri târihî gelişme seyri içinde kurduğu devletlerin istikrara kavuşması, ticârî işlerinin yoğunlaşması, ekonomisinin gelişmesine paralel olarak kültür ve medeniyet bakımından da yükselme ve gelişme göstermişlerdir.

Uygurlar kültür ve medeniyet bakımından devamlı kendi kültür geleneklerini muhâfaza etmekle beraber, başka milletlerin kültür ve medeniyetlerinden müspet yenilikleri kabul etmek suretiyle kendisini yenilemeye ve yükseltmeye çok önem vermişlerdir. Bu durum, Uygur kültür ve medeniyetinin zenginliği ve gelişmeye açıklığının bir göstergesidir.

Uygur Türklerinin kültür ve medeniyeti özellikle 8-13. yüzyıllar arasında yüksek gelişme göstermiştir. İkinci Köktürk Devletinin yıkılışından sonra târih sahnesine çıkarak 745 yılında kurulup 840 yılına kadar devam eden Uygur Kağanlığı döneminde Türk kültüründe bazı değişmeler ve gelişmeler oldu. Uygur Kağanı Böğü Kağan’ın 762 yılında Çin’e yaptığı seferden sonra Mani Dinini* kabul ederek bu dini Uygur Devletinde yaygınlaşırdı. Uygur Türkleri Mani Dininin etkisiyle göçebe hayattan vaz geçerek şehir hayatına adım atmaya başladı. Karabalsagun şehrini kurmak suretiyle devletin merkezini Ötüken’den Karabalsagun şehrine taşıdılar.

Çetinoğlu: 840 yılında Orhun Uygur Kağanlığı târih sahnesinden çekildi.  Sonrasında ne gibi değişiklikler yaşandı?

Prof. Kaşgarlı: Uygurlar Kansu, Turfan, Yedisu ve Tarım havzasına göç ederek oralardaki soydaşlarıyla birleşerek şehirleşme kültürünü devam ettirdiler. Başbalık, İdikut, Balasagun, Kaşgar gibi birçok şehir ve kültür merkezlerini kurup geliştirdiler. Türk milletinin yerleşik hayata geçme ve şehirleşme kültürünün gelişmesinde Uygur Türkleri öncelik yapmış ve önemli rol oynamışlardır. Türk târihinde şehir kuran ilk Türkler Uygurlardır. Dil ve edebiyat bakımından Türk kültür târihinde Uygur Türklerinin müstesna bir yeri vardır.

Köktürk devresinden sonra Türk Dili ve Edebiyatı târihinde İdikut Uygur* devresi başlamıştır. Budizm, Maniheizm ve Nasturi Hristiyanlığın bir arada yaşadığı İdikut Uygur Türk Devletinde dil, edebiyat, sanat ve ilimde yeni gelişmeler meydana gelmiştir. Uygurlar başka milletlerin gelişmiş medeniyet ve kültürüne her zaman kendisini açık tutmuşlardır. Çin, Hint, İran, Arap, Bizans kültür ve medeniyetlerinden birçok yenilikler kabul etmiş ve bunları kendi kültürleriyle bütünleştirmişlerdir. Bununla beraber, komşu milletlerin kültür ve medeniyetlerine de katkılarda bulundu. Yâni Uygurlar hem doğu hem batı kültür ve medeniyetlerinden birçok faydalı unsurları kabul etmişler ve kendi medeniyet ve kültürlerinden bazı unsurları onlara kabul ettirmişlerdir. İdikut Uygur Devleti içerisinde Uygur Türk Dili ve Edebiyatı, Uygur sanatı ve Uygur Türk yayıncılığı büyük gelişmeler göstermiştir.

Çetinoğlu: Uygur Türkleri hangi alfabeyi kullanıyordu?

Prof. Kaşgarlı: Göktürk yazısından sonra Sogdların* alfabesinden faydalanarak Uygurlar tarafından meydana getirilen Uygur alfabesi Türk alfabe târihinde önemli rol oynamıştır. Uygur devresindeki Maniheizm, Budizm metinleri ve Karahanlı İslâmî eserlerinin bir kısmı bu alfabe ile yazılmıştır. Eski Uygur alfabesi iyice geliştirilmiş halde bütün Türk boyları tarafından kullanılmıştır. Moğollar Uygur Devleti’ne son vermekle berâber onların kuvvetli kültürüne tâbi olarak Uygur yazısını kabul etmişler, Uygur kâtipleri ve devlet adamları bütün sivil idâreye hâkim olmuştur. Timur’un tüzüğü ve Altınordu Yarlıkları hep Uygur yazısı ile yazılmıştır. 15. yüzyıl sonuna kadar resmî ve devletlerarası yazışmalarda, paralar üzerinde Uygur yazısı devam etmiştir.

Son yüzyıl içerisinde Uygur İdikut Devleti’nin merkezi İdikut (ve Yargul), şehir içi harâbelerinde yapılan arkeolojik kazılar sonucunda, bu eski Türk kültürünü belirten ve Uygur dili ile edebiyatını ortaya koyan emsalsiz yazılı eser ve eser parçaları da elde edilmiştir. 840. yılında Başkenti Karabalsagun’un Kırgızlar’ın eline geçmesinden sonra Uygurların büyük bir kısmı Tanrı Dağları’nın kuzeydoğu bölgesinde yer alan Turfan havzası ile Tarım havzasına göç etmişlerdir.

Çetinoğlu: İdikut Uygur Devleti kuruluşu hakkında kısa da olsa bilgi lütfetmeniz mümkün mü?

Prof. Kaşgarlı: Turfan havzasına göç eden Uygurlar, eskiden oralarda yaşamakta olan soydaşları ile kaynaşarak İdikut Uygur Devletini kurmuşlardır.

Çetinoğlu: İdikut Uygur Türklerinden günümüze intikal eden izler, eserler var mı?

Prof. Kaşgarlı: Var. Eski Uygur yazısıyla yazılan ve günümüze intikal eden eserlerin sayısı toplam olarak 800 parçayı aşmaktadır. Bu eserler içinde Budizm ve Maniheizm Dini ile ilgili şiirler, hikâyeler ve dramalar bulunmaktadır. Bu eserlerin en mühimleri: Oğuzname, Altunyaruk, Çaştani İlig Beg, İki Tiginin Hikâyesi, Büyük Maymun Patmaralı, 27 perdeli drama vardır. Maniheizm muhitinde güzel manzum eserler yazan Uygur Türk şâirlerinden birisi Aprınçur Tigin’dir. Bu şâir Türk yazılı edebiyat târihinde mühim yer tutmaktadır. Çünkü yazılı edebiyatımızda şâiri belli olan ilk şiirler ona âittir. Bununla birlikte târihî vesikalarda Budist Uygur Türk şâirlerinden Kiki, Pratya Şiri, Çinaşiri, Çisuin Tutung, Asıg Tutııng, Şıng Sun Şıla isimleri zikredilmektedir.

Çetinoğlu: Karahanlılar dönemi eserlerinden de vardır mutlaka…

Prof. Karahan: Evet. Karahanlılar döneminde Uygur Türk kültürü, Uygur Türk edebiyatı altın devrini yaşamıştı. Karahanlı hükümdarı Sultan Satuk Buğra Han’ın 935 yılında inanç olarak İslâmiyeti seçmesi ve İslâm dinini devlet dini olarak kabul etmesi ve Karahanlılar Devletinde yaygınlaştırması ilk Türk İslâm edebiyatının doğuşuna yol açmıştır.

Karahanlı devresinde Hakaniye Türkçesiyle veya Kaşgar Türkçesiyle âlim şâir Yusuf Has Hacib’in 1069 yılında Karahanlı hükümdarı Tavgaç Buğra Han’a takdim ettiği ve Türk Devlet felsefesi ve geleneğini ortaya koyan devlet kurma bilgisi sayılan eseri Kutadgu Bilig Destanı, Kaşgarlı Mahmud’un 1075 yılında tamamlayıp Abbasi Halifesi Ebul Kasım Abdullah Muktedi Bi Emrullah’a sunduğu ilk Türk Dil Sözlüğü, Türk kültür hazinesi Dîvânü Lügati’t-Türk’ü, Yüknekli Edip Ahmet’in dörtlüklerle yazılmış didaktik destanı Atabetii’l Hakayık yazılmıştır. Bu nâdir eserler yalnız dil bakımından çok önemli eserler olmakla kalmayıp, edebiyat bakımından da çok değerli eserlerdir. Bu kıymetli eserler ondan sonraki devir Türk Dili ve Edebiyatının gelişmesine büyük etki yapan âbide eserlerdir.

 Ord. Prof. Dr. Zeki Velidi Togan; ‘Uygurlar Türkler arasında biraz kuvvetli, kültür bakımından hayli yüksek olduğundan onların dili diğer Türkler için yazı dili olarak vazife görmüştür’ diyor. Uygur Türkçesinin Türk kültürü içerisindeki yeri hakkında Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu şu haklı görüşlerini ileri sürmüştür: ‘5. yüzyıldan başlayarak önceleri yalnız kendi boyları, sonraları ise diğer Türk kavimleri ile birlikte siyâsî bütünlük ve birlik hâline gelen Eski Uygur Türklerinin Orta Asya dil ve kültürünün gelişmesinde önemli rolleri olmuştur. Hele Orta Asya’nın çok zayıf kültür döneminde Türk dil kültürünü ayakta tutan yine de bu Uygurlar olmuştur.’

Çetinoğlu: Diğer sanatlar hakkında neler söylemek istersiniz?

Prof. Kaşgarlı: Uygur Türklerinin resim sanatı Budizm, Maniheizm ve İslâmlık olmak üzere üç din çerçevesi içindeki eserleri içine almaktadır. Eski Türk resim sanatının asıl temsilcileri sanata çok istidatlı olan Uygur Türkleri idi. Eski Uygur şehir harabelerinde bulunan sekiz ve dokuzuncu yüzyıllardan kalma Budist ve Maniheist duvar resimleri ile minyatürler Türk resminin bu güne kadar bilinen en eski örnekleridir. Bu resimlerde râhipler, müzisyenler tasvir edilmektedir. Uygurların Budist resim sanatının en mühim âbideleri Turfan Murtuk civarındaki Bezeklik* ve Kuçar Binev mağaralarında bulunmaktadır. Bunların mühim bir kısmı 20. yüzyılın başlarında A. Von Le Gog başkanlığındaki Alman arkeologları tarafından Almanya’ya götürülen Uygur duvar resimleri olup, şimdi Berlin arkeoloji müzesinde sergilenmektedir.

Karahanlılar devresinden sonra Uygur Türklerinde İslâmiyet’e ait resim sanatında büyük gelişmeler kaydedilmiştir. Uygurlarda yayıncılık matbaa teknolojisinde iyice gelişmiş idi. Uygurların kitapları kâğıt üzerine yazılıp basılıyorlardı. Bu kâğıtlar Çin kâğıdından farklı idi. Târihî vesikalardan Uygurların kendi kâğıt imalâtlarının olduğu bilinmektedir. Uygurların yazı âleti kamış kalemdi. Daha ehemmiyetsiz yazılar Çin fırçası ile yazılırdı. Târihte Budist metinlere ihtiyaç fazla olduğundan baskı da kullanılırdı. Uygur Türkleri 9. ve 10. Yüzyıllarda Çinlilerin blok baskı çoğaltma tekniğinden farklı bir baskı sanatı bulmuşlar, sert ağaçtan tek tek hareketli Uygur harfleri ile kitap basmayı ilk olarak gerçekleştirmişlerdir. Bize kadar gelen kitap ve kâğıda yazılmış en eski belgeler Uygur Türklerine aittir.

Çetinoğlu: Uygur Türklerinin müzik alanındaki çalışmaları da biliniyor…

Prof. Kaşgarlı: Uygur Türklerinin vatanı Doğu Türkistan târihte ‘şarkı, dans mekânı’ olarak ün yapmıştır. Uygurlarda 8-17. yüzyıllar arasında müzik ve dans büyük gelişme göstermiştir. Uygurların saz çeşitleri zengindi ve musikileri başka Türk boyları ile birlikte Çin, İran, Arap gibi başka milletleri de etkilemiştir. Uygur Türklerinin mûsikîsi içinde klasik 12 makamın ayrıca yeri vardır. Uygur makamı Uygur Türklerinin asırlar boyu devam ede gelen sosyal çalışmalarının mânevî ürünüdür. Uygur mûsikîsinde 12 makam klâsik bir yapıya, açık müzikal bir özelliğe, mükemmel müzikal bir bünyeye, zengin ses tonuna sâhip olan bir müzik sözlüğüdür. 12 makam Türk müzik kültüründe ve dünya müzik târihinde önemli bir yer tutmaktadır. Uygur Türklerinin uzun zamandan beri sürüp gelen millî târihini, hayat tarzını ve başından geçen zor ve neşeli günlerini müzikal bir dille ifâde eden büyük bir müzik sözlüğüdür. 12 makamın gelişmesinde Saidiye Uygur Türk Devleti*’nin hükümdarı Abdülraşit Han ile şâir, musikişinas Kadirhan Yarkendî ve şâire Amannisa Hanımefendilerin katkıları önemli rol oynamıştır.

12 makam 36 kısımdan ibâret olup 71 ezgi, 240 ses tonuna sâhiptir, süresi 24 saattir. Bir makamın bu kadar büyük hacimde olması hiç görülmemiştir. 12 makam çeşitli Türk boylarının makam ve mûskîsini de etkilemiştir. Uygur Türk kültürü diliyle, edebiyatıyla, güzel sanatlarıyla, dans ve müziğiyle başka milletlerin gelişmiş kültürleri ile kendi soydaşlarının kültürlerinden yararlı unsurları kabul ederek ve kendisinden başkalarına birçok şeyler kabul ettirerek târihî gelişmesini devam ettire gelmiştir. Uygurlar Türk âleminin medenî gelişmesinde en önemli roller oynamış milletlerden biridir.

*Mani Dini:Maniheizm’ olarak da anılır.  Üçüncü yüzyılda Pers İmparatorluğu içinde, ‘Peygamberlerin Mührü’ yâni ‘son peygamber’ olduğuna inanılan Mani tarafından kurulmuş ve kısa sürede hızla geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Bu dinin önemli mukaddes metinlerinden biri Arzhang’dı. Bu kelime ‘Değerli’ anlamına gelir. ‘Resim Kitabı’ olarak da bilinir, Maniheizm’in mukaddes kitaplarından biridir. Mani dini en parlak dönemini 8. yüzyılda Uygur Devleti’nin millî dini olarak ilan edilmesi ile yaşadı. Mani kelimesi eski Türkçe ‘Mengü’ ve Çağatay Türkçesinde ‘Tanrı’ demektir.

*İdikut Uygur Devleti: Türkçe metinlerde ‘Koçu’ veya ‘Koço’ şeklinde geçen bu isim, bugünkü Doğu Türkistan’daki Turfan şehrinin eski adıdır. Kaşgarlı Mahmud Dîvânu Lügeti’t-Türk isimli eserinde: ‘Koçu Uygur şehirlerinden biridir. Orada bulunan bütün şehirlere bu ad verilir’ diyerek bazı araştırmacıların iddia ettiği gibi bu ismin Çinceden gelme değil bir Türkçe isim olduğunu belirtmektedir. Devletin ilk kuruluşu MÖ: 3. yüzyıldadır. Kesintili ve uzun târihi vardır. Ayrı bir kitabın konusu olacak kadar önemli ve çok sayıda olaylar ihtiva etmektedir.

*Saidiye Uygur Türk Devleti: Yarkend Hanlığı veya Kaşgar Hanlığı olarak da isimlendirilen Saidiye Hanlığı günümüzde Çin’in batı toprakları olan Çin Türkistanı veya Sinkiang (Sincan, ġincan) denilen bölgede kurulmuş, 1514-1762 yılları arasında hüküm sürmüştür. 

*Soğdlar: Orta Asya’da yaşamış İranî bir kavimdir. Yaşadıkları bölgeye de ‘Sogdianoi’ denilirdi.  Bu bölge Mâverâü-n’Nehr olarak da anılan Amu Derya ve Sir Derya nehirleri arasında kalan bölgedir.

*bezeklik: ‘Bin Buda Mağaraları olarak da anılır. Doğu Türkistan’ın Turfan ve Piçan şehirleri arasında yer alan ve 5. yüzyıldan 14. yüzyıla tarihlenen Budist grotto*lardan oluşan bir komplekstir. Mağaralar kuzeydoğu Taklamakan Çölü’nde, Karahoca antik kalıntılarının da bulunduğu Yanan Dağları’nın Mutou Vadisi’nde yer alır. *Grotto: Modern, târihî veya târih öncesi dönemlerde insanlar tarafından ortak olarak kullanılmış tabiî veya yapay mağara çeşididir.

 (DEVAM EDECEK)

 “İki Kasım 1943[1]” Karaçay Sürgünü

İki Kasım 1943” isimli eser, Karaçay Türklerinin zorunlu göçlerini/sürgünlerini anlatmaktadır. Bu eser Halimat Bayramuk tarafından kaleme alınmıştır. II. Dünya savaşı yıllarında Karaçay halkının başına gelen acı ve insanlık dışı kitlesel sürgün, eserde görülmektedir.

Romanda kahraman, savaştan izinli dönen ve tabip subay olan bir bayandır. Adı Gokka olan bu bayan, izin sonrası tekrar birliğine teslim olamadan ailesi ile birlikte sürgün edilmiştir. Hayvanların taşındığı tren vagonların insanlar içinde kullanıldığı burada görülmektedir. Bir gece ansızın Karaçay köylüleri, önce askeri kamyonlara, sonra da trenlere bindirilmiştir. Eserde günlerce yolculuk yapan bu insanlar, o zor şartlar içinde hayatta kalmaya çalışmışlardır. Bu işkence ve zorluklar karşısında zayıf düşen kimi çocuklar, yaşlılar ve güçsüzler sürgün şehitleri olmuşlardır. Gerekli imkân ve malzemenin olmamasından dolayı altlarını sidiğin pişirdiği bebekleri, aklını yitiren insanları, erkeklerle kadınların zaruri ihtiyaçlarını birlikte yaptığını okuruz: Bu arada üst üste yığılıp duran insanlar arasında kendiliğinden bir musibet ortaya çıktı ki bu sürgünden daha feci olabilir. Hayâ denilen şey ezelden beri Karaçaylıların kanına işlemiş ahlakî bir erdemdir. Bu sebepten Karaçaylı, hayatı boyunca utanma ve hayâ duygularına sahip çıkmıştır. Onları terketmemek için kendini ateşe, suya atabilir. Burada… Burada ise bu nezih halkın iki ayağı bir pabuca sokuldu, insanlar zaruri ihtiyaçlarını gidermek için ne yapsınlar nereye gitsinler? Etrafları demir çemberle çevriliydi. Bu hengâmenin içinde, adamların kasıklarından tutarak sağa sola yürüdükleri görülüyor, dayanacak güçleri kalmayınca da kara kaputluların önlerine çöküyorlardı. Soldatlar(NKVD[2]’nin kara kaputluları) da oradan bir iki adım geriliyorlardı. Zamanla soldatlarla halk arasındaki mahal açık tuvalet halini aldı ve hava pis kokmaya başladı. Adamlar buraya sıkışarak geliyorlar, hafifleyerek dönüyorlardı. Kafalarını kaldırıp da çevrelerine bakmıyorlardı.”(s.45)

Karaçay halkı, İki Kasım 1943 Çarşamba sabahı, evlerinden alınıp önce kamyonlara sonra vagonlara yüklenmişti. Kapılarını açık, hayvanlarını başıboş bırakmışlardı. Savaş kahramanı Gokka, olanlara bir türlü inanamıyor, hatta inanmak istemiyordu. Stalin’e telgraf çekerek sürgünün yanlışlığını, hatta bütün bunlardan onun haberi olmadığını varsayarak ona anlatmayı düşünüyordu. Fakat her şey o kadar geçti ki. Artık vagonlara çoktan bindirilmişlerdi. Ayrıca üstündeki üniformanın hiçbir kıymeti de kalmamıştı. Çünkü devlet düşmanı ilan edildikleri için bundan sonra onlar “bandit” yani “haydut”tu.

Sürgün, Özbekistan’da belirli bölgelere yapılmaktaydı. Sınırlı yerlerde dolaşabilecekler ve bulundukları yerleşim alanlarından ise uzaklaşamayacaklardı. Hem ihtiyar savaşçı hem de Doktor Gokka, yiğit ve kahraman bir savaşçı oldukları halde horlanıp aşağılandılar. Sürgünün başlangıç dönemlerinde kendilerine “yerliler”den iyi davranan da kötü davranan da oldu. Zulme uğrayan bu sürgün halklar, zamanla geldikleri bu topraklarda yer yurt edindiler. Yöneticiler, Stalin’in emirlerini uygulamışlardı. Fakat Karaçay Türklerinden Sovyet saflarında savaşanlar bu sürgüne anlam veremiyorlardı. Hatta savaştan dönenler de sürgün yerlerine gönderilmekteydi. Dr. Gokka, neredeyse eserin sonlarına kadar Stalin’in haberi yoktur diye düşünecektir. Halbûki bu sürgün, Stalin’inin uyguladığı devlet terörü ve şiddetinden başka bir şey değildi. Nitekim Stalin Karaçay ve Kırım Türkleri başta olmak üzere, birçok masum halkı sindirmek ve soykırım uygulamak için zihnindeki düşünceyi hayata geçirmişti. Khrutşev’in “Anıları[3]ndan “Vladimir İlyiç Lenin’in (1870-1924) ölümüne yakın yıllarda şöyle dediğini öğreniriz: “Stalin (1879-1953), aşırı derecede serttir ve bu zaafı aramızda ve biz komünistler arasındaki ilişkilerde hoş görülebilir, fakat Genel Sekreter olarak asla hoş görülemez. Bu yüzden, yoldaşların Stalin’in bu görevinden hangi metotla alınacağını ve yine hangi metotla yerine bir başkasının atanacağını düşünmelerini teklif ediyorum. Bu yeni seçilecek adam Stalin’den, her şeyden önce bir tek nitelikte farklı olmalıdır; daha kesinlikle belirteyim, çok daha hoşgörü sahibi, çok daha dürüst, çok daha nazik ve yoldaşlara karşı daha saygılı bir tutum içinde, daha az şımarık huyda, vb. bir adam olmalıdır.”[4] Lenin’in bu belgesi Partinin On üçüncü Kongresi’nde delegelere duyuruldu ve Kongre, Stalin’in Genel Sekreterlik görevinden alınması sorununu tartıştı. Fakat alınmak bir tarafa Josef Stalin 3 Nisan, 1922 ile 5 Mart 1953 tarihleri arasında Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin liderliği anlamına gelen Genel Sekreterliğini üstlendi. Bu dönem zarfında kanlı diktatörlüğü ile çoğunluğu Türk milyonlarca insanın kanına girdi.”[5]

Karaçay Türkleri yıllarca yerli Özbek Türklerinden kopuk yaşamaya mahkûm edilmiştir. Sürgünlerin, yerli insanlar ile bütünleşmelerinin engellenmesi onlarda; sosyal izolasyon, kültürel şok, kuralsızlık, yabancılaşma gibi ruh sağlıklarını etkileyen problemler de ortaya çıkartmıştır.

“İki Kasım 1943” romanında, yakınlarını kaybeden Gokka ve Karaçay Türkleri, yöneticiler ve yerlilerin nice haksız ve hukuksuz uygulamalarına maruz kalmışlardır. Nitekim bir tabip subay olan Gokka’ya başlangıçta asıl mesleği olan doktorluğu yaptırmazlar, sadece onu bir sağlık görevlisi olarak çalıştırmışlardır. Ancak yıllar sonra cerrahlık görevine dönmüştür. Kendisi gibi bir savaş kahramanı olan eşi Aslan’ı yıllarca aramıştır. Sürgün bölgesinden ayrılmaması gerektiği halde onu bulmak için risk alarak başka bölgelere de gitmiştir. Fakat onun girdiği bir savaşta mücadele ederken şehit olduğunu öğrenmiştir. Bundan sonra Gokka, kendisine sahip çıkan aileler olmasına rağmen mutsuz, talihsiz bir evlilik yapmıştır. Artur isminde bir erkek çocuğu olmuş, fakat yeni kocasından ayrılmak zorunda kalmıştır. Bir gün talihsiz bir şekilde olmamaları gereken yerde, küçük Artur’la karakola düşmüştür. Orada kendilerini tam bir kabus içinde bulmuşlardır. O sıralarda Rusya’da Stalin’in yerine Khrutşev idareye geçmiştir. Karaçay halk temsilcileri ondan görüşme talep etmişler, o bu talebi uygun bulmuş ve onları çok iyi bir şekilde karşılayarak söze şöyle başlamıştır:

Mektubunuzu okudum, halkınızın hassasiyetini anlıyorum; ancak bu zor bir iştir. Adamlar her şeyi karma karışık etmişler! -Stalin’i kastediyor-. Şimdi her şeyi yerli yerine koymak gerekiyor. Beria[6] Kafkas Cephesi’ne gidip geldiğinde, “Kafkas Halkları kendilerini düşmana satmışlardır”, diye, Stalin’e öyle rapor veriyor. Stalin de tuttu onları top-yekün sürgün etti. Onu bırakın düşman işgaline uğramayan bir kısım halkları da aynı şekilde sürgüne gönderdi. Nikita Sergeyeviç Khrutşev, bu son yıllarda Stalin’in üzerinde ağır bir hastalık olduğunu, bazı kimselerin onun bu durumundan yararlandıklarını da söylemiştir. “Halkın tamamının suçlu olması mümkün değildir, bunun aksini savunmak, Leninizme de ters düşer”, diyen Khrutşev “satılıklar her halktan çıkmıştır. Parti kongresinde de ifade ettiğim gibi, imkânını bulsaydı Stalin, kırk milyonluk Ukrayna halkını da top-yekün tehcir edecekti, ancak, bu kadar insanı sürecek yer yoktu”, şeklinde sözlerini sürdürmüştür.

Daha sonra Nikita Sergeyeviç Khrutşev şöyle konuştu: Bunların hepsi ülke düşmanı ise, faşist Almanları bu topraklardan kim kovdu? Hayır, bu doğru değil. Suçsuz insanları sürgüne göndermek onlar için hiç de zor olmamıştır. Sürgün harekâtını tamamlamak için kullanılan adamları madalyalar ve nişanlarla taltif etmeyi de ihmal etmemişlerdir.”Bu sırada Nikita Sergeyeviç Khrutşev, Kazakistan’ı ziyaret ettiği sırada çevresine Çeçenlerin toplandığını ve onlarla konuştuğunu da anlatmıştır: “Çeçenlere -başkesenler- derlerdi, hani nerde? Bilakis onlar iş hususunda da kendilerini çok güzel ispat ettiler.”Bu genel konuşmalardan sonra, Karaçaylıların meselesine geçiyor:- Sizin meselenizin esas zorluğu nedir derseniz, hiç bir suçu olmayan bir takım insanlar, zorla getirilerek sizin boşalttığınız yerlere iskân edilmişlerdir. Şimdi, oradaki mahalli yöneticiler, bu insanları geri gönderme taraflısı değiller. Meselenin her yönü inceleniyor, yavaş ilerlese de inceleme muhakkak devam edecek. Politik yönden rehabilite etmek, öyle sanıyorum ki bu yakında tahakkuk edecektir. Ancak, halkın dönüş meselesini de politik rehabilitasyon ile birlikte halledersek daha uygun olur, kanaatindeyim.”(s. 240-241)

Nikita Sergeyeviç Khrutşev, yukarıda zikredilen sözlerinde haklıdır. Çünkü sürgün yerlerinden vatanlarına dönen her aile, kendi evlerine oturup oraları sahiplenenler tarafından kabul edilmediler. Oysa sürgün yerlerinde onlara halk, kendilerini benimseyip kabullenmişler ve kötü gözle bakmamaya başlamışlardı. Aile dostu Rus Tötka Maria Gokka’ya “– Artık sizi geri göndereceklerdir, -dedi tötka Maria; görüyor musun o it Stalin ne biçim cinayetler işleyip durmuş?! “Halkın atası” diye, biz ona baş eğip durmuştuk, oysa. Orada da bir ölsün, mel’un herif! Vasia (Maria’nın kocası) ile ben kolhoza katılmak istemediğimiz için, nice acılar çektirdi bize Stalin! -diye, tötka Maria kendini tutamıyarak konuşurken. Gokka onun sözlerini bütün azaları titreyerek dinledi. Gokka’nın kuşağı gibi hiç bir kuşağı şartlandırmamışlardı: Baban da, anan da, dinin de, imanın da, bütün hayatın da Stalin; gerisi boş, diye yetiştirmişlerdi onları. O zamanki genç kuşak, “gerçekten böyle” diye içtenlikle inanmıştı, daha doğrusu inandırılmıştı. Şimdi de görüyorsunuz, madalyonun öbür yüzünü!”(s.234)

Karaçaylar vatanlarına dönmek istiyordu. Gokka da dâhil “bizi buraya üryan getirmişlerdi, üryan dönsek ne olur diyordu?Karaçaylar, ancak on dört yıl sonra vatanlarına dönme hakkı kazanmışlardı. Bu dönüşler ise ancak Gorbaçov’un sekreterliği sırasında gerçekleşmiştir. O da bin bir zorluk, horlanma, istenilmeme içinde. Sürgün yerinde “İki Kasım 1943”te, gençlere yaşlılar tarafındansürgün şehitlerinin mezarlıkları, unutulan atalar, yok olan adetler, düğünler, şarkılar, millî benliği oluşturan unsurlar sık sık vurgulandı. Aydın kıyımları da “İki Kasım 1943”te okuyucuya hatırlatılmıştır. O yıllarda ailelerin çocukları bile ispiyoncu yapılmış; bir gün dürüst vatanperver insanlar ortadan kaybolmuşlardı. 1937 aydın kıyımı, Gokka’nın zihninde derin yaralar açmıştı. Çünkü Stalin’e o kadar inandırılmıştı ki. Odasındaki Stalin resmi’ni sürgün bitene kadar indirmedi. Sobaya atarken bile korkuyordu. Sobaya atınca alevler bir anda resmi yutmuştu. Kafkasya’ya dönerken Moskova’da Lenin’in mozelesi ile onunkini de ziyaret etmek zorunda kalmıştı. Gokka ve hemşehrileri köylerine döndüklerinde evleri yıkılmış bir garip köpekten başkası yoktu. Bu babasının köpeği Samır’dı. Onları görür görmez hayvancık onları tanıdı. Harabe haline gelen köyde yer alan bazı evler dağın ardındaki halklar tarafından işgal edilmişti. İşgalci konumunda olan aileler, yerleştikleri evleri terk etmek istemiyorlardı. Aralarında bazen öldürücü kavgalar ve sürtüşmeler olmaktaydı. Gokka, “her taşın yanı bizim için evdir” derdi. Gokka’ya ancak 1958 yılında bir ev verilmişti. Bu arada şehit eşi Aslan tarafından yazılan eser basılmıştı. Oğlu Artur’la beraber artık asıl vatan toprağında yaşamaya başladılar. Başından geçenleri unutmaya çalışsa da yaşadıkları asla zihninden gitmedi. Umutsuzluğa düştüğü anlarda; “Ata yurda küsülmez belki o bize küsebilir sözünü söyleyerek teselli buldu. Karaçay Türkleri Anavatana döndükten sonra, yeni yurt edinen toplum tarafından aşağılanmaya muhatap olmuşlardır. Malları, mülkleri, bağları, bahçeleri yabancı halklara verilmiştir. Ev sahibi iken artık kiracı bile değillerdir, hatta edilmemişlerdir.  “İki Kasım 1943” romanının yazarı Halimat Bayramuk bizzat sürgünü halkıyla yaşamış bir Karaçay Türküdür. Onun yazdıkları Dr. Gokka çevresinde geçen gerçek olaylara dayanmaktadır.


[1] Halimat Bayramuk, İki kasım Bin dokuz yüz Kırküç, (Karaçay Türkçesinden Aktaran: Yılmaz Nevruz), Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1995.

[2] Sovyet İç İşleri Halk Komiserliği

[3] Kruşçev’in (Khrutşev) Anıları (Türkçesi: Mehmet Harmancı) Milliyet Yayınları. birinci baskı.1971. II.cilt. s.288.

[4] Kruşçev’in (Khrutşev) Anıları (Türkçesi: Mehmet Harmancı) A. g. e., s.288.

[5] Ruşen Keleş- Artun Ünsal, Kent ve Siyasal Şiddet, Cagito Dergisi, Şiddet Sayısı, Ocak, 2007,  s. 94.

[6] Sovyet Gizli Polis Şefi

A k ı l

     Varlığı kabul edilen, fakat mahiyetine yol bulunmayan anlama ve düşünme kabiliyeti. Zekâ ve zihin de denilen, anlamayı sağlayan, düşünme keyfiyetini gerçekleştiren; mânevî  ve soyut bir âlet.

     “Zâtıyla maddeden mücerret (madde olmayan), fiiliyle (işleviyle) madde ile alâkadar (alâkalı) bir cevher.”

     Akıl; rûhun en önemli, başta gelen anlama âleti. Fakat bu durum, varlığını kabul etmeğe engel değil.

     Mahiyet ve iç yüzünü idrâk ve anlamak imkânsız!  Fakat, varlığı bilinen bir şeyin; mahiyeti meçhul, bilinmiyor diye mevcudiyeti inkâr edilmez. Çünkü varlığı bir gerçek. Nitekim, kimine “akıllı”, kimine “akılsız” deniyor. Akılla iftihar edilip, öğünülüyor.

     Nasıl ki, bakkal terazisiz ticaret yapamaz. Kumaşçı, metre bulundurmadan kumaş satamaz.  İnsan da bulunduğu ortamı, ancak aklıyla anlar, aklıyla seçer, aklıyla değerlendirir. Aklıyla, gitmesi gereken yolu tespit eder. Üstelik, aklı olmayan fikir yürütemez. Mânen önünü göremez.

      Aklıyla, sadece ne yapması, nasıl yapması icap ettiğini belirler. Lâkin, bütün bunlar için akıl, akıl olmalı. Yani, eğitim süzgecinden geçmiş bir akıl olmalı.

     Akıl terazisinin; tartacak ölçeklerinin, İlahî kaynaklı birimleri olan bir terazi olması da şart.

     Kısaca ifade etmek gerekirse akıl; Yaratan’ın emrinde olmalı.

     Çünkü vicdanın ziyası / ışığı din ilimleri, aklın nûru fen ilimleridir. İkisinin imtizacı / birlikteliği ile hakikat tecelli eder, kendini gösterir. O iki kanat ile insanın himmet ve gayreti pervaz eder / uçuşa geçer. İftirak ettikleri / ayrıldıkları vakit; birincisinden taassup, ikincisinden hile, şüphe tevellüd eder / doğar.

     Kaldı ki, Zebur, İncil ve Kur’an gibi mukaddes kitaplar, nebî ve peygamberler; aklın var olmasına rağmen gönderilmişlerdir. Zira “Beşerde nübüvvet (peygamberlik) zaruridir.” Çünkü, ancak Kutsal Kitaplar ve Peygamberler takip edilecek yolları gösterir.

     Akıl ise gösterilen yolları anlamaya ve üstünde yürümeye çalışır.

     Demek ki, akıl; kendi başına yol bulmak için değil. Kendisine gösterilen İlahî ve Peygamberî yolları anlamak, onların rotasına girmesi gerektiğini kavramak, onların kılavuzluğunda karar kılabilme yetisi olarak, insana bahşedilmiştir.

     Nitekim, tüm …izmler; düşünen bazı insanların; insanların düzgün ve rahat yaşamalarını temin etmek için, iyi niyetle ortaya koydukları; hayata bakış ve yaşayış biçimlerini düzenleyen yol, yordam ve rejimlerdir. Fakat güzel tarafları olmakla beraber, yanlış yönleri daha çoktur. Çünkü ifrat ve tefritten uzak kalamamışlardır.

     Meselâ insanların daha iyi hayat sürmeleri için, iyi niyetlerle ortaya konan komünizm; milyonlarca insanı canından, malından etmiştir.

     Oysa İslâm’da onların iyi ve güzel tarafları var. Menfî yönleri ise yok.

     İşte akıl; gönderilen kitap ve sözleri idrak ve anlamak için verilmiş. Herhangi bir konuda, kendi başına yol bulmak için değil. Eğitimini almak şartiyle, bu hususları anlamak, kavramak ve bilme kabiliyeti olan bir aygıt. Doğruyu yanlıştan ayıran seçici bir tartı.

     Bu ise, aklı ancak vahyin rehberliğinde kullanmakla mümkün. Zira, akıl terazi gibi, üreten değil tartandır. Yani menba değil mazhardır. Gerçekleri tayin ve tespit eden, mânevî bir göz hükmündedir.

     Nitekim, fizikçi olmayan biri, aklım var diye fizik konusunda, bir fizikçi ile fikir teatisinde / alış verişinde bulunamaz. Aksi takdirde gülünç duruma düşer. Herkese maskara olur. Fizik konusunda, ancak iki fizikçi tartışırsa, fizik hakkında güzel sonuçlara varabilirler. Çünkü:

     “Çıkar âsâr-ı rahmet; ihtilâf-ı rey-i ümmetten.”

     “Rahmet eserleri, farklı fikirlerin tartışılmasıyla ortaya çıkar.”

     Tabii ki, aklı olmıyanın ne fikri, ne de zikri olur.

     Zaten aklı olmayan; Allah tarafından bile muhatap alınmıyor! Dinden, sorgu ve sualden muaf tutuluyor!

      Velhasıl, akıl görünmeyeni gören göz.  

     Tabii İlahî Kitap ve İlahî Elçilerin sağladığı ışıkla.      

Herkese Günaydın. Anayasa’nın 3. Maddesi, Tayyip Erdoğan Ve Akp Hükümetleri Döneminde Fiilen Değiştirildi !

ANKARA CUMHURİYET BAŞSAVCISI GÖKHAN KARAKÖSE, İZMİR CUMHURİYET BAŞSAVCISI FAHRİ MUTLU TOSUN, AYDIN CUMHURİYET BAŞSAVCISI ALİ ULVİ YILMAZ, MUĞLA CUMHURİYET BAŞSAVCISI OĞUZHAN DÖNMEZ’İN DİKKATİNE !…

     TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un, Anayasa’nın ‘değiştirilmesi teklif edilemez’ 3. Maddesini tartışmaya açmasına, İstanbul Barosu Başkanlığı’na seçilen İbrahim Kaboğlu’nun, “Anayasa’da değişmez maddelere olumlu anlamda dokunulabilir” söylemine ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, “Teröristbaşı Meclis’e gelsin, terör örgütünün lağvedildiğini haykırsın” açıklamasına siyasiler ve vatandaşlardan büyük tepki geldi.

     Numan Kurtulmuş, 24 Kasım 2015-24 Mayıs 2016 tarihleri arasında, III. Davutoğlu Hükümeti’nde Başbakan Yardımcısı olarak görev yaptı. Anılan dönemde, Yunanistan 09 Mart 2016’da, Muğla İl sınırlarımız içinde bulunan Ardıççık Adası’nı işgal etti. Numan Kurtulmuş, Başbakan Ahmet Davutoğlu ve Başkomutan Tayyip Erdoğan ile birlikte işgale seyirci kaldı. Yunanistan’a nota verilmedi. Konu hakkında basında çıkan haberin bağlantısı aşağıdadır:

https://www.sozcu.com.tr/ankara-yine-uyudu-egede-17nci-adamiz-da-isgal-edildi-wp1177628

     Numan Kurtulmuş, 24 Mayıs 2016-19 Temmuz 2017 tarihleri arasında, Yıldırım Hükümeti’nde Başbakan Yardımcısı olarak görev yaptı. Anılan dönemde, 14 Kasım 2016’da, Aydın İl sınırlarımız içinde bulunan Marathi Adası’nın da Yunanistan tarafından işgal edildiği ortaya çıktı. Numan Kurtulmuş, Başbakan Binali Yıldırım ve Başkomutan Tayyip Erdoğan ile birlikte işgale yine seyirci kaldı. Yunanistan’a nota verilmedi. Konu hakkında basında çıkan haberin bağlantısı aşağıdadır:

     Türkiye Cumhuriyeti’ne ait adaların işgal edilmesiyle Türkiye, batıdan bölündü, Anayasa’nın 3. Maddesi fiilen değiştirildi. Numan Kurtulmuş, yaptığı açıklama ile Erdoğan ve AKP Hükümetleri döneminde Anayasa’nın 3. Maddesinin fiilen değiştirilmesi eylemine kılıf arıyor ve değişikliği kitabına uydurmaya çalışıyor.

     “Anayasa’nın ilk 4 maddesine kimse dokunamaz”, “Alıştıra alıştıra bölecekler” gibi söylemler içi boş söylemler olup Anayasa’nın 3. Maddesinin fiilen değiştirildiği ve Türkiye’nin batıdan bölündüğü gerçeğinin üzerini örtemez. Zaten, Tayyip Erdoğan da 03 Eylül 2022’de, Samsun’da yaptığı konuşmada, “Yunanistan’a bizim tek cümlemiz var, İzmir’i unutma. Adaları işgal etmeniz filan bizi bağlamaz, vakti saati geldiğinde gereğini yaparız. Hani diyoruz ya, bir gece ansızın gelebiliriz” diyerek adalarımızın işgal edildiğini yani Anayasa’nın 3. Maddesinin fiilen değiştirildiğini ve Türkiye’nin batıdan bölündüğünü itiraf etmiştir. Atatürk ve silah arkadaşları 3 yıl 3 ay 21 gün sonra 9 Eylül 1922’de, Anadolu’daki Yunan askerlerini İzmir’de denize döktü. Erdoğan’ın Başbakanlığı ve Başkomutanlığı döneminde, 2004’den itibaren adalarımızı işgal eden 6 bin Yunan askeri ise tam 20 yıldır Türkiye’de elini kolunu sallayarak dolaşıyor.  TÜRKİYE, 20 YILDIR YUNAN İŞGALİ ALTINDADIR.  

     Tayyip Erdoğan’ın adalarımızdaki Yunan işgalini itiraf ettiği haberinin bağlantısı ve kupürü aşağıdadır:

GENELKURMAY BAŞKANLIĞI’NIN, 2009, 2010 VE 2013’DE, İŞGAL ALTINDAKİ ADALARIMIZIN BOŞALTILMASI TALEBİNİ, ERDOĞAN VE AKP HÜKÜMETLERİ KABUL ETMEDİ

     CHP Milletvekili Onur Öymen, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’e 26 Kasım 2004’de verdiği yazılı soru önergesinde, Türkiye’ye yakın adalara Yunan bayrağı çekildiğini belirterek, “Anılan adalar Dışişleri Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı’nın listesindeki adalar mı” sorusunu yöneltti. Abdullah Gül soru önergesine cevap vermeyerek Türk adalarına Yunan bayrağı dikildiğini ve adaların işgal edildiğini zımnen ve hukuken kabul etti.

     Deniz Kuvvetleri Harekât Başkanı Tümamiral Mücahit ŞİŞLİOĞLU,  Genelkurmay Temsilcisi Kurmay Albay Ümit YALIM ile birlikte Dışişleri Bakanlığı’nda 2008 yılında bir toplantıya katıldı. Tümamiral ŞİŞLİOĞLU, toplantıda Egemenliği Antlaşmalarla Yunanistan’a devredilmeyen yani Türkiye Cumhuriyeti’ne ait 200 civarındaki ada, adacık ve kayalıkları coğrafi koordinatları ile birlikte gösteren haritaların Birleşmiş Milletler ve NATO’ya deklare edilmesini talep etti. Tümamiral ŞİŞLİOĞLU’nun Genelkurmay Başkanlığı ve Deniz Kuvvetleri adına yapmış olduğu talep toplantıya başkanlık eden Dışişleri Müsteşarı Büyükelçi Ertuğrul APAKAN’a iletildi. Ancak, bu talep Dışişleri Bakanı Ali Babacan ve Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından kabul edilmedi.

     Yıllarca Türk kamuoyundan saklanan işgal, Yunan Genelkurmay Başkanı Dimitris Grapsas’ın 31 Aralık 2008’de Aydın Bulamaç Adası’na gelmesi ve Yunan Cumhurbaşkanı Karolos Papulyas’ın da   06 Ocak 2009’da Aydın Eşek Adası’na gelmesi üzerine su yüzüne çıktı. Anılan haberlerin bağlantıları aşağıdadır:

https://www.sondakika.com/guncel/haber-yunan-genelkurmay-baskani-ndan-ege-de-30-saniyelik

https://www.hurriyet.com.tr/dunya/yunan-cumhurbaskanidan-turkiyeye-zeytin-dali-10711424

     Bu gelişmeler üzerine 2009 yılının başında, Genelkurmay Başkanlığı Karargâhında, Genelkurmay ve Dışişleri Bakanlığı temsilcileri arasında toplantı yapıldı. Toplantıda, Silahlı Kuvvetler Komuta ve Harekât Merkezi Amiri Kurmay Albay Ümit YALIM, Genelkurmay Başkanlığı adına, işgal altındaki adalarımızın boşaltılmasını talep etti. Toplantıya verilen ara sırasında Dışişleri Bakanlığı Temsilcisi Elçi Basat Öztürk, “Adaların Hükümetin bilgisi dahilinde işgal edildiğini” itiraf etti. Genelkurmay Başkanlığı’nın adaların boşaltılması talebi Dışişleri Bakanı Ali Babacan ve Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından kabul edilmedi.

     Genelkurmay Başkanlığı’nın 2010 ve 2013 yıllarında adaların boşaltılması talepleri de Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından kabul edilmedi. Genelkurmay Başkanı Necdet Özel, Mart 2015’de, Yunan işgali altındaki adalar hakkında, Sözcü Gazetesi Yazarı Rahmi Turan’a bir açıklama gönderdi. Özel, “Ege’de mevcut egemenlik antlaşmalarıyla Yunanistan’a devredilmemiş olan ada, adacık ve kayalıklara ilişkin ihlaller tarafımızdan titizlikle takip ediliyor. Durum, Genelkurmay Başkanlığı’nın görüşleriyle birlikte Dışişleri Bakanlığı’na bildiriliyor. Konu siyasidir. Siyasi makamların yetki ve sorumluluğundadır. Alınacak kararların siyasi sonuçlar doğuracak olması nedeniyle nihai karar siyasi iradenindir” dedi.  

     06 Ekim 2016’da TBMM’de Ümit Özdağ ile yaptığımız ortak basın toplantısında, Dışişleri Bakanlığı Temsilcisi Elçi Basat Öztürk’ün, “Adaların Hükümetin bilgisi dahilinde işgal edildiğini” itiraf ettiğini belirttim. Konu hakkında TBMM sayfasında yayınlanan Basın Açıklamasının bağlantısı ve yazı aşağıdadır:

https://meclishaber.tbmm.gov.tr/develop/owa/haber_portal.aciklama?p1=138313

     Tayyip Erdoğan, 8 yıldır bu konuda konuşmadı, adalarımızı işgal eden Yunanistan’a 20 yıldır nota vermedi ve işgalin önlenmesi için TSK’ya Hükümet Direktifi vermedi. Böylece, adaların Erdoğan ve AKP Hükümetleri tarafından Yunanistan’a alenen verildiği tescillenmiş oldu.

TÜRKİYE’NİN BATISINDAKİ TOPRAKLARIMIZ, ANKARA’DAN DEĞİL, ATİNA’DAN YÖNETİLİYOR

     Yunanistan, işgal ettiği 20 adamızın 5’inde 08 Ekim 2023’de, hiçbir engelle karşılaşmadan Belediye Başkanlığı seçimlerini yaptı. Yunanistan’ın adalarımızda yaptığı seçimlere İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, Jandarma Genel Komutanı Arif Çetin ve Sahil Güvenlik Komutanı Ahmet Kendir seyirci kaldı. İzmir Koyun Adası, Aydın Hurşit Adası, Aydın Eşek Adası, Küçük Çuha ve Gavdos adalarında yapılan seçim sonuçları Yunan İçişleri Bakanlığı’nın resmi internet sitesinde yayınlandı. Sitede, seçim yapılan 5 adamızda kayıtlı seçmen sayısının 7 binden fazla olduğu görülüyor. Diğer adalarımıza yerleştirilenler ile birlikte 10 bin civarında Yunan vatandaşı adalarımıza yerleştirilmiş durumda.

     2004 Yılında işgal edilen Aydın Eşek Adası’nda 2007’den beri Belediye Başkanlığı yapan Evangelos Kottoros, 08 Ekim 2024’te yapılan seçimleri de kazandı. Kottoros, 5 dönemdir Belediye Başkanlığı yapıyor. İzmir Koyun Adası Belediye Başkanı George Daniil de 2 dönemdir Belediye Başkanlığı yapıyor.  Gavdos Adası Kadın Belediye Başkanı Madam Manolia Stefaniki de 2 dönemdir Belediye Başkanlığı yapıyor. 

      İzmir, Aydın ve Muğla illerinin Valileri Türk Vatandaşı, bu illerin Adalar Valisi Yunan vatandaşıdır. Devletin birliği ve tekliği ortadan kalkmış, otorite Yunanistan ile paylaşılarak Türkiye’de ikili devlet düzenine geçilmiştir.

     İzmir, Aydın ve Muğla illerinin Belediye Başkanları Türk Vatandaşı, bu illerin Adalar Belediye Başkanları Yunan vatandaşıdır. 2972 sayılı Mahalli İdareler Seçim Kanunu Madde 9’a göre Belediye Başkanlarının Türk vatandaşı olması zorunluluğuna rağmen Yunan vatandaşları hiçbir engelle karşılaşmadan 20 yıldır Türkiye’de Belediye Başkanlığı yapıyor. İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, bugüne kadar Yunan vatandaşı vali ve Belediye Başkanlarını görevden almadı yerlerine kayyum atamadı.  

     Yerlikaya, bakanlık yetkilerini Yunan İçişleri Bakanı Theododros Livanios ile paylaşıyor. İzmir Koyun Adası ve Aydın Hurşit Adası’nda kurulan Yunan Sahil Güvenlik Karakollarına ve işgal edilen adalarımızın etrafında her gün devriye dolaşarak karasularımızı ihlal eden Yunan Sahil Güvenlik botlarına hiçbir tepki verilmiyor. Sahil Güvenlik Komutanı Ahmet Kendir de komutanlık yetkilerini Yunan Sahil Güvenlik Komutanı Alexandrakis Georgios ile paylaşıyor. Türkiye’nin batısındaki topraklarımız Ankara’dan değil Atina’dan yönetiliyor

SAVUNMA BAKANLIĞI ADALARIMIZDAKİ İŞGALİ SADECE SEYREDİYOR !…

     Yunan Savunma Bakanı Nikos Dendias, Genelkurmay Başkanı Org. Choupis ve Kara Kuvvetleri Komutanı Korg. Kostidis ile birlikte hiçbir engelle karşılaşmadan işgal edilen adalarımıza askeri helikopter ile sürekli olarak gelip gidiyor. Türkiye’deki mevkidaşları Yaşar Güler, Metin Gürak ve Selçuk Bayraktaroğlu cesaret edip bizim adalarımıza gidemiyor.

     Yaşar Güler’in Genelkurmay İkinci Başkanı, Jandarma Genel Komutanı, Kara Kuvvetleri Komutanı ve Genelkurmay Başkanı olarak görev yaptığı 2016-2020 yılları arasında Yunanistan hiçbir engelle karşılaşmadan 4 Türk Adası ve 1 Türk Kayalığını işgal etti.

     Metin Gürak’ın Genelkurmay İkinci Başkanlığı döneminde Küçük Çuha Adası işgal edildi. Gürak işgale seyirci kaldı. Selçuk Bayraktaroğlu’nun Genelkurmay İkinci Başkanlığı döneminde Muğla Limoniye Adası ile Muğla Plati Kayalığı işgal edildi. Bayraktaroğlu  işgale seyirci kaldı. 

     Savunma Bakanı Yaşar Güler, bakanlık yetkilerini Yunan Savunma Bakanı Nikos Dendias ile paylaşıyor. Genelkurmay Başkanı Metin Gürak komutanlık yetkilerini Yunan Genelkurmay Başkanı Dimitrios Choupis ile paylaşıyor. Kara Kuvvetleri Komutanı Selçuk Bayraktaroğlu da komutanlık yetkilerini Yunan Kara Kuvvetleri Komutanı Georgios Kostidis ile paylaşıyor. Yaşar Güler ve Savunma Bakanlığı adalarımızdaki işgali sadece seyrediyor.

TÜRKİYE’Yİ İKİ CUMHURBAŞKANI YÖNETİYOR !…

     Yunan Cumhurbaşkanı Karolos Papulyas 06 Ocak 2009’da Aydın Eşek Adası’na, sonraki Cumhurbaşkanı Pavlopulos 18 Temmuz 2017’de İzmir Koyun Adası’na, daha sonraki Cumhurbaşkanı Madam Katerina da 29 Haziran 2020’de Aydın Eşek Adası’na ve 06 Ocak 2022’de Gavdos Adası’na gelerek egemenlik ve bayrak gösterisi yaptı.

          Yunan Cumhurbaşkanı Madam Katerina’nın 29 Haziran 2020’de Eşek Adası’na gelerek Türkiye’ye meydan okumasına AKP İktidarına destek veren Sabah, Yeni Şafak, Hürriyet ve Milliyet gazeteleri de çok sert tepki verdiler. Anılan gazetelerin haberlerinde, “Yunan Cumhurbaşkanı’ndan büyük tahrik ! YUNAN İŞGALİNDEKİ EŞEK ADASI, 1923 Lozan Antlaşması taraflarından İngiltere’nin 1943’te yayınladığı ve 1947 Paris Antlaşması’na taraf olan ABD’nin 1951 yılında yayınladığı haritalarda, Eşek Adası’nın 12 Ada deniz sınırları dışında Türkiye toprağı olarak gösterilmişti. Ada, 16 yıldır Yunanistan işgali altında ve adada konuşlu kara, deniz ve hava üslerinde yüzlerce silahlı Yunan askeri görev yapıyor ifadelerine yer vererek işgali eleştirdiler. Söz konusu gazete haberlerinin bağlantıları aşağıdadır:

https://www.sabah.com.tr/dunya/yunan-cumhurbaskanindan-tahrik-esek-adasinda-skandal-ifadeler-5044938?paging=2

https://www.yenisafak.com/dunya/yunan-cumhurbaskani-esek-adasini-ziyaret-eti-tahrik-edici-ifadeler-kullandi-buraya-sahip-cikacagiz-3547239

https://www.milliyet.com.tr/dunya/yunan-cumhurbaskani-esek-adasina-cikti-6247159

     Yunan Cumhurbaşkanları işgal edilen adalarımıza elini kolunu sallayarak gelip giderken Tayyip Erdoğan cesaret edip bizim adalarımıza gidemiyor. Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı yetkilerini Yunan Cumhurbaşkanı Madam Katerina ile paylaşıyor. Türkiye’yi iki Cumhurbaşkanı yönetiyor.

DÜNYA’DA, ERDOĞAN’DAN BAŞKA İŞGALE SEYİRCİ KALAN BAŞKOMUTAN VAR MI? TBMM, TAYYİP ERDOĞAN’DAN NEDEN HESAP SORMUYOR?

     Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlığı döneminde Ege Denizi’nde 16 Türk Adası ve 1 Türk Kayalığı işgal edildi. Erdoğan, 2014’de Cumhurbaşkanı seçilince Anayasa’nın 117. Maddesi gereği TBMM adına Başkomutanlık yetkilerini kullanmaya başladı. Erdoğan, sık sık Başkomutan olduğunu vurguluyor.

     Erdoğan’ın Başkomutanlık yetkilerini kullandığı dönemde, Yunanistan, 2016-2020 yılları arasında hiçbir engelle karşılaşmadan elini kolunu sallayarak Muğla Ardıççık Adası, Aydın Marathi Adası, Küçük Çuha Adası, Muğla Limoniye Adası ve Muğla Plati Kayalığı olmak üzere toplam 4 Türk Adası ve 1 Türk Kayalığını daha işgal etti. Erdoğan, işgale seyirci kaldı. Dünyada, Erdoğan’dan başka işgale seyirci kalan Başkomutan yok. İşgal edilen vatan topraklarının sayısı toplam 20 Ada ve 2 Kayalık oldu. Yunanistan’a nota verilmedi.

     Ege Denizi’nde işgal edilen 4 Türk Adası ve 1 Türk Kayalığı hakkındaki haberler görsel ve yazılı basında yayınlandı. Ukrayna, topraklarını vermemek için Rusya’ya karşı savaşıyor, Filistin, İsrail’e karşı savaşıyor ama Başkomutanlık yetkisini kullanan Erdoğan ve AKP Hükümetleri, Yunan işgaline karşı en ufak bir tepki göstermiyor, Vatan topraklarını savunmuyor. TÜRKİYE’NİN DOĞU VE GÜNEYDOĞUSU’NDA BİR KARIŞ VATAN TOPRAĞINI DÜŞMANA VERMEMEK İÇİN NİCE MEHMETÇİKLER ŞEHİT OLURKEN, TÜRKİYE’NİN BATISINDAKİ ADALARIMIZ SAVUNULMADAN YUNAN ASKERİ’NE TESLİM EDİLİYOR. TBMM’deki Milletvekilleri, Başkomutan Erdoğan’dan, işgal edilen 20 Türk Adası ve 2 Türk Kayalığı’nın hesabını mutlaka sormalıdır.

EGE DENİZİ’NDE SEVR ANTLAŞMASI UYGULANIYOR

     Kanuni Sultan Süleyman ve Sultan IV. Mehmet döneminde fethedilen, yüzlerce yıl işgal edilmeyen ve 1923 Lozan Antlaşması ile Türkiye’nin egemenliğinde kalan adalarımız, 2004’ten itibaren işgal edilmeye başladı. Mevcut durum itibarıyla 20 Türk Adası ve 2 Türk Kayalığı Yunan işgali altındadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk ve en büyük toprak kaybı Erdoğan ve AKP Hükümetleri döneminde yaşanmıştır. Türkiye, 2004-2020 yılları arasında, Ege Denizi’nde, Lozan Antlaşması’ndan Sevr Antlaşması’na keskin bir dönüş yapmıştır.

      “Osmanlı, Sevr Antlaşması ile Md. 132’de ayrıca, Ege Adaları üzerindeki tüm haklarından vazgeçmesine yol açan genel bir feragat hükmünü de kabul etmiştir. Buna göre Asya sahilinden itibaren 3 mil içerisinde bulunan ve ismen sayılarak Yunanistan’a ve İtalya’ya devredilmiş olan adalardan başka bütün öteki adalar üzerindeki hukuk ve iddialarından Müttefik Devletler lehine vazgeçmiştir.” (Prof. Dr. Sertaç Hami Başeren, Ege Sorunları, Ankara, 2006 S.42). İşgal edilen 20 Türk Adası ve 2 Türk Kayalığı 3 milin ötesinde olup mevcut durum itibarıyla, Gökçeada ve Bozcaada hariç Ege Denizi’nde Sevr Antlaşması uygulanmaktadır.

     Büyük Millet Meclisi, 19 Ağustos 1920 tarihli toplantısında, Sevr Antlaşmasını imzalayanların ve bunu onaylayan Şûrayi Saltanatta bulunanların vatan hainliğiyle itham olunarak vatansız sayılmaları kararını aldı. Anılan kararın bağlantısı aşağıdadır (Karar No:37, Kabul Tarihi:19/08/1336, Karar Metni’ne bakınız):

https://www5.tbmm.gov.tr/develop/owa/kanunlar_erisim.tutanak_hazirla?v_meclis=1&v_donem=1&v_yasama_yili=&v_cilt=&v_birlesim=&v_sayfa=&v_anabaslik=KARARLAR&v_altbaslik=&v_mv=&v_sb=&v_ozet=&v_kelime=&v_bastarih=&v_bittarih=

     Ankara İstiklal Mahkemesi, Sevr Antlaşmasını imzalayanları gıyaben idama mahkûm etti. Lozan Antlaşması ile Sevr Antlaşması yırtılarak çöpe atıldı. Ancak, 2004’ten itibaren 3 milin ötesindeki adalarımızın işgal edilmesiyle Ege Denizi’nde Sevr Antlaşması uygulanmaya başladı. Bu duruma sebebiyet verenlere ne denir onu da milletimizin takdirine bırakalım.        

MİLLİ VE YABANCI HARİTALAR İLE T.C. DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI, SAVUNMA BAKANLIĞI, GENELKURMAY BAŞKANLIĞI, KARA KUVVETLERİ VE DENİZ KUVVETLERİ HARİTALARI VE BELGELERİNDE İŞGAL EDİLEN ADALARIMIZIN TÜRKİYE’YE AİT OLDUĞU AÇIKÇA GÖSTERİLMİŞTİR

     Türk Tarih Kurumu ve Deniz Kuvvetleri Haritası ile Karayolları Haritası’nda, Yunan işgali altında olan adaların Türkiye’ye ait olduğu açıkça gösterilmiştir.

     1939 tarihli İngiliz Haritası ile 1957 tarihli ABD Haritası’nda, Yunanistan’ın işgal ettiği adaların,    12 Ada deniz sınırlarının dışında ve Türk egemenliğinde olduğu açıkça gösterilmiştir.

     ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın Şubat 2024’te, ABD Kongresi’ne gönderdiği Mektup ve Mektuba Ekli Haritada, pembe renk ile gösterilen toplam 29 Ada ve 2 Kayalığın Yunanistan’a ait olmadığı belirtilmiştir. Yunanistan’ın işgal ettiği 20 Türk Adası ve 2 Türk Kayalığı  pembe renkli grup içinde olup Yunanistan’a ait değildir.

TÜRKİYE’DE, 14 YUNAN ASKERİ ÜSSÜ, 6 BİN SİLAHLI YUNAN ASKERİ VE 10 BİN SİVİL YUNAN VATANDAŞI VARDIR

     Anayasa’nın 92. Maddesine göre Türkiye’de yabancı askeri üs açılmasına izin verme yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisi’nindir. İşgal edilen adalarımızda, 8 Yunan Kara Üssü, 4 Yunan Deniz Üssü ve         2 Yunan Helikopter Üssü olmak üzere toplam 14 Yunan Askeri Üssü açılmış olup bu üslerin açılması için TBMM Kararı yoktur. Milli İrade yok sayılmıştır.

     İşgal edilen adalarımızda 6 bin silahlı Yunan Askeri, top, havan v.b. ağır silahlar ile 10 bin Sivil Yunan vatandaşı vardır.

ANAYASAMIZIN 3. MADDESİNDEKİ HÜKÜMLER NASIL DEĞİŞTİRİLDİ?

     Anayasamızın 3. Maddesine göre. Türkiye Devleti , Ülkesi ve Milleti ile bölünmez bir bütündür.   DİLİ TÜRKÇE’dir. Ancak, Türkiye’nin batısında, Yunan işgali altında olan adalarımızda 4 Yunan İlkokulu, 2 Yunan Lisesi ve 1 Yunan Üniversitesi açılmış olup DİL YUNANCA’dır.

BAYRAĞI BEYAZ AL YILDIZLI AL BAYRAKTIR. Ancak, Türkiye’nin batısındaki adalarımızda Yunan ve Bizans bayrakları dalgalanmakta olup Türk bayrağı yoktur.

MİLLİ MARŞI “İSTİKLAL MARŞI”DIR. Ancak, Türkiye’nin batısındaki adalarımızda İstiklal Marşı okunmuyor, Yunan Milli Marşı okunuyor. Aşağıda bağlantısı verilen yazının sonuna konulan videoda, Ağustos 2017’de, Aydın Bulamaç Adası’nda, Yunan askerlerinin Yunan Milli Marşını okudukları açıkça görülmektedir.

     Ayrıca, aşağıda bağlantısı verilen yazının başına konulan videoda, Mart 2024’de, Muğla Keçi Adası’nda, Yunan İlkokulu öğrencilerinin Yunan Milli Marşını okudukları açıkça görülmektedir.

https://kalymnos-news.gr/2024/03/%cf%83%cf%84%ce%b7%ce%bd-%cf%88%ce%ad%cf%81%ce%b9%ce%bc%ce%bf-

BAŞKENTİ ANKARA’DIR. Ancak, Türkiye’nin batısındaki adalarımız Ankara’dan değil Atina’dan yönetilmektedir. İşgal altındaki adalarımızda Yunan Vali ve Belediye Başkanları görev yapmaktadır.

     Verilen somut örnek ve belgelerden görüldüğü üzere, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin birliği ve tekliği ortadan kalkmış, otorite Yunanistan ile paylaşılarak ikili devlet düzenine geçilmiş, Anayasamızın 3. Maddesi fiilen değiştirilmiş ve Türkiye batıdan bölünmüştür.

ADALARIMIZIN İŞGAL EDİLDİĞİNİ İTİRAF EDEN, 20 TÜRK ADASI VE 2 TÜRK KAYALIĞI’NIN YUNANİSTAN’IN EGEMENLİĞİ ALTINA KONULMASINDAN, ANAYASA’NIN 3. MADDESİNİN FİİLEN DEĞİŞTİRİLMESİNDEN, TÜRKİYE’NİN BATIDAN BÖLÜNMESİNDEN BİRİNCİ DERECEDE SORUMLU OLAN, GERÇEK DİPLOMASI VE TRANSKRİPTİ OLMAYAN TAYYİP ERDOĞAN MEŞRU CUMHURBAŞKANI DEĞİLDİR !…

     Anayasa’nın 101. Maddesine göre, Cumhurbaşkanı olabilmek için Yükseköğrenim yapmış olmak yani üniversite mezunu olmak gerekiyor. Ancak, Tayyip Erdoğan, bugüne kadar gerçek diplomasını ve üniversitede okuduğunu belgeleyecek transkripti kamuoyuna sunamamıştır. Kutlu Parti Genel Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, 1992-1993 yılları arasında Marmara Üniversitesi’nde Rektör olarak görev yapmıştır. Halaçoğlu, Erdoğan’ın okuduğu iddia edilen okulda ve Marmara Üniversitesi’nde kaydının olmadığını belirtmektedir. Konu hakkında 2015’de yayınlanan yazının bağlantısı aşağıdadır.

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/yusuf-hoca-erdogana-sahte-diplomayi-hatirlatti-385166h.htm

     Tayyip Erdoğan, meşru Cumhurbaşkanı olmadığı için Cumhurbaşkanı’na hakaretten açılan bütün davalar düşürülmeli, daha önce Cumhurbaşkanı’na hakaretten ceza alanların cezaları silinmelidir.

BAHÇELİ’NİN TERÖRİSTBAŞINI MECLİS’E DAVET ETMESİ, ERDOĞANI YARGILANMAKTAN KURTARMA PLANIDIR !…

     MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, “Teröristbaşı Meclis’e gelsin, terör örgütünün lağvedildiğini haykırsın” açıklamasını ayakta hararetle alkışlayanlar arasında MHP Grup Başkan Vekili ve Manisa Milletvekili Erkan Akçay da var. Erkan Akçay, Ege Denizi’nde işgal edilen adalar konusunda defalarca soru önergesi verdi. Ayrıca Akçay, Mart 2015’de TBMM’de yapılan görüşme sırasında dönemin Savunma Bakanı İsmet Yılmaz’a, “Sen Milli Savunma Bakanı olarak o adalara (Eşek ve Bulamaç adaları) gidebilir misin? İktidarınız dönemindeki bu oldu bittiye (işgale) niye izin verdiniz? Türk Ceza Kanunu’nun 302. Maddesine göre suç işliyorsunuz ve Dışişleri Bakanınız, Başbakanınız (Tayyip Erdoğan, Ahmet Davutoğlu), Milli Savunma Bakanınız bu suçtan mutlaka yargılanacak” demişti. Erkan Akçay şimdi de Cumhur İttifakı içinde, TCK 302’den yargılanacaksınız dediği adamların yanında saf tutuyor.

     Bahçeli’nin teröristbaşını Meclis’e davet etmesi Erdoğan’ı yargılanmaktan kurtarma planıdır. Çünkü, teröristbaşı eski TCK 125, yeni TCK 302’den yargılanmıştır. Erkan Akçay’ın dediği gibi Erdoğan’ın da yargılanacağı madde TCK 302’dir. Teröristbaşının Meclis’e gelmesi için af çıkartılması halinde Erdoğan ve diğer sorumlular da bu aftan istifade edecek ve yargılanmaktan kurtulacaklardır.

     Teröristbaşı/Bebek katiline çıkarılacak af genel affa dönüşerek, FETÖ’den hüküm giyenler ile birlikte Yenidoğan Çetesi dahil bütün tutuklu ve mahkumlar tahliye edilecek, Türkiye suçluların elini kolunu sallayarak dolaştığı, vatandaşların can güvenliğinin olmadığı bir ülkeye dönüşecektir.

  SAVCILARA HATIRLATALIM; ADALARIMIZIN İŞGAL EDİLDİĞİNİ İTİRAF EDEN, ANAYASA’NIN 3. MADDESİNİN FİİLEN DEĞİŞTİRİLMESİNDEN, TÜRKİYE’NİN BATIDAN BÖLÜNMESİNDEN BİRİNCİ DERECEDE SORUMLU OLAN TAYYİP ERDOĞAN’IN HAKKINDA SORUŞTURMA AÇILMASINDA VE İLK DERECE MAHKEMESİ’NDE YARGILANMASINDA YASAL VE ANAYASAL ENGEL YOKTUR !…

     Cumhurbaşkanının cezai sorumluluğu ve yargılama usulü Anayasa’nın 105. ve 148. Maddelerinde düzenlenmiştir. Cumhurbaşkanı göreviyle ilgili suç işlemesi halinde yargılanacağı yer Yüce Divan’dır. Ancak, MHP Milletvekili Erkan Akçay’ın dediği gibi Erdoğan’ın yargılanacağı madde TCK 302 olup Terörle Mücadele Kanunu’nun 3. Maddesine göre TCK 302 terör suçudur. Terör suçu görev suçu olmadığı için 15 Temmuz hain darbe girişiminden sonra Anayasa Mahkemesi’nin iki üyesi ile Eski Hava Kuvvetleri Komutanı İlk derece Mahkemesi’nde yargılanmıştır.

     Bu bağlamda, başta Tayyip Erdoğan olmak üzere, adalarımızın işgalinden birinci derecede sorumlu olan Abdullah Gül, Ali Babacan, Ahmet Davutoğlu, Numan Kurtulmuş, Binali Yıldırım, İsmet Yılmaz, Fikri Işık, Nurettin Canikli, Hulusi Akar, Yaşar Güler, Mevlüt Çavuşoğlu, Hakan Fidan, Fuat Oktay, Süleyman Soylu ve Ali Yerlikaya’nın hakkında Ankara, İzmir, Aydın ve Muğla Cumhuriyet Başsavcılıklarınca TCK 302 ve TCK 309’dan soruşturma açılmasında ve İlk Derece Mahkemesi’nde yargılanmalarında yasal ve anayasal engel yoktur.

LOZAN ANTLAŞMASI’NA, TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN VE 86 MİLYONLUK TÜRK MİLLETİNİN EGEMENLİK HAKLARINA SAHİP ÇIKANLAR

     KUTLU Parti Genel Başkanı Prof. Dr. Yusuf HALAÇOĞLU, Emekli Tümamiral Mücahit ŞİŞLİOĞLU, Emekli Büyükelçi Onur ÖYMEN, Ali KURUMAHMUT, Eski Kültür Bakanı Namık Kemal ZEYBEK, Emin VAROL, Kaptan Mustafa ŞENTÜRK, Günay TIKKIN, Saygı ÖZTÜRK, Ahmet TAKAN, Arslan BULUT, Rahmi TURAN, Özlem GÜRSES, Ümit ÖZDAĞ, Yaşar ANTER, Sabahattin ÖNKİBAR, Fatih ERBOZ, Şaban SEVİNÇ, Vedat YENERER, Prof. Dr. Övgün Ahmet ERCAN, Haluk DURAL, Avukat Ömer Faruk EMİNAĞAOĞLU, Avukat Tacettin ÇOLAK, Halkın Kurtuluş Partisi, Zahide UÇAR, Suay KARAMAN, Gülgün FEYMAN, Levent YILDIZ, Yılmaz ÖZDİL, Soner YALÇIN, Orhan UĞUROĞLU, Eski Sağlık ve Devlet Bakanı Rifat SERDAROĞLU, Eski İçişleri Bakanı Sadettin TANTAN, Emekli Hava Pilot Korgeneral Erdoğan KARAKUŞ, Metalürji Yüksek Mühendisi Danyal HERGÜNSEL, Nazif OKUMUŞ, Salim ŞEN, Erol MÜTERCİMLER, Sevgi ERENEROL, Emekli Tuğamiral Türker ERTÜRK, Prof. Dr. Mithat BAYDUR, Hüsnü BOZKURT, Bağdat Caddesi Forumu, 

     Sözcü Gazetesi, Yeniçağ Gazetesi, Cumhuriyet Gazetesi, KRT, Kanal B, Halk TV, Sözcü TV, Oda TV, T24 ve Anka Haber Ajansı’na, Lozan Antlaşması’na, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve 86 milyonluk Türk Milleti’nin egemenlik haklarına sahip çıktıkları için, Yunanistan’ın işgal ettiği 20 Türk Adası ve 2 Türk Kayalığı konusunda toplumsal farkındalık yarattıkları için çok teşekkür ederim. VATAN SAHİPSİZ DEĞİLDİR !…

Ümit YALIM

ATATÜRK’ün, Cumhuriyeti Muhafaza ve Müdafaa etmekle görevlendirdiği TÜRK GENCİ,

Mustafa Kemal ATATÜRK’ün ASKERİ, TÜRK SUBAYI

Milli Savunma Bakanlığı Eski Genel Sekreteri

Kutlu Parti, Güvenlik Politikaları ve Dış İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı

Osmanlıcadan Latin Alfabesine Geçişin Tarihçesi: Harf Devrimi

Harf Devrimi veya Harf İnkılâbı, Türkiye’de 1 Kasım 1928 tarihinde 1353 sayılı “Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun“un kabul edilmesi ve yeni alfabenin yerleştirilmesi sürecine genel olarak verilen isimdir. Yasa, 3 Kasım 1928 günü Resmî Gazete‘de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu yasanın onaylanmasıyla o güne değin kullanılan Arap harfleri esaslı Osmanlı alfabesinin geçerliliği son buldu ve Latin harflerini esas alan Türk alfabesi yürürlüğe kondu.

Osmanlıca, 13. ve 20. yüzyıllar arasında Osmanlı Devleti’nin yayıldığı bütün topraklarda kullanılan bir dildi. Ağırlıklı olarak Arapça ve Farsçanın etkisi altındaydı. Alfabesi, Arap alfabesinin Farsça ve Türkçedeki sesli karakterleri karşılamak için yeniden düzenlenmiş bir versiyonuydu. Tarihi içinde eski, klasik ve yeni Osmanlıca olarak üç döneme ayrılan bu dil, 20. yüzyılın başlarında gelişen Türkçülük hareketlerinin etkisiyle nüfus üzerindeki etkisini kaybetmeye başladı. Türkçülük hareketlerinin merkezinde “dilde sadeleşme” fikri yer alıyordu ve bu hareket yüzyılın başlangıcından tam 28 yıl sonra yani 1928’de bir devrimle sonuçlandı. Harf Devrimi ile sonuçlanan Osmanlıcadan Latin alfabesine geçişin detaylı tarihçesi ve sürecini inceledik. Keyifli okumalar dileriz.

1. Fikrin Ortaya Çıkışı

Osmanlıcadan Latin Alfabesine Geçişin Tarihçesi Harf Devrimi

Latin alfabesine geçişi başarıyla tamamlayan ilk Müslüman devlet Arnavutlar oldu, ilk Türk devleti ise Azerbaycan’dı. Türkçe’nin Latin alfabesine uyarlanması hakkındaki ilk görüşleri ise 1860’lı yıllarda Azerbaycanlı Feth Ali Ahundzade ortaya atmıştır. Ahundzade fikrini desteklemek için Kiril alfabesinin köklerini kullandığı bir model alfabe bile üretmişti. Fakat Türk aydınları arasındaki en şiddetli tartışmaları 1908-1911 yılları arasında Arnavutların Latin esaslı yeni alfabeye geçişlerini duyurmaları başlatmıştır. Yeni Arnavut alfabesi bu süreçte şeriata karşı geldiği gerekçesiyle hocalar tarafından sert bir dille eleştirilmiştir. Fakat hareket 1911 yılında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Arnavut kolunun Latin alfabesini kesin kabulünü duyurmasıyla başarıyla sonuçlanmıştır.

2. İmla Kargaşası

Osmanlıcadan Latin Alfabesine Geçişin Tarihçesi: Harf Devrimi

Arap Alfabesinin Türkçe imla kurallarını karşılayamadığını belirten ilk kişi Kâtip Çelebi’dir. Tanzimat Dönemi’nin başlangıcında ise Ahmet Cevdet Paşa “yeni bir yazım yolu” aranmasını resmen talep eden ilk aydın olmuştur. Onun arkasından Namık Kemal, Şinasi, Ali Suavi, Ziya Gökalp gibi aydınlar da bu isteğin etkisini arttırmak için çabalamışlardır. Bu dönemlerde henüz yalnızca bir seçenek olan Latin alfabesi, diğer alfabe seçenekleriyle karşılaştırılmaya başlanınca şiddeti tartışmaların doğması kaçınılmaz oldu. Bu tartışmalardan doğan imla kargaşası, yazılı basının ve resmi okul kitaplarının hızla artış göstermesiyle açıkça hissedilmeye başlanınca, Türk aydınları 1870lerden itibaren standart bir Türkçe sözlüğü oluşturulmasına karar verdiler.

3. Encümen-i Daniş Akademisi

Osmanlıcadan Latin Alfabesine Geçişin Tarihçesi Harf Devrimi

Fransız İlimler Akademisi’ni model alarak tasarlanmış bir bilim kuruluşu olan Encümen-i Daniş Akademisi, Mustafa Reşit Paşa tarafından kurulmuş ve 1851-1862 yılları arasında hizmet vermiştir. Kurumun amacı Türkçeye sade bir dille aktarılmış ve tercüme edilmiş bilimsel eserleri kazandırma, ülkenin kültürel hazinesini genişletme ve halkın kültür düzeyini yukarı çekmektir. “Sade bir anlatım” isteğinin ilk defa ortaya çıktığı yer olan Encümen-i Daniş Akademisi, Arap alfabesinin yetersizliğini fark eden ve ilk düzenlemeleri yapan aydınları yetiştirmiştir. Kurumun en büyük bilimsel başarısı Ahmet Cevdet Paşa tarafından yazılan 12 ciltlik tarih kitabı “Tarih-i Cevdet” olmuştur.

4. İlk Siyasi Deneme

Osmanlıcadan Latin Alfabesine Geçişin Tarihçesi: Harf Devrimi

Alfabe tartışmasının büyüklüğü ve şiddeti ulusal bir çapa ulaştığında siyasetin olaya dâhil olması kaçınılmazdı. Çözüm arayışına adım atan ilk siyasetçi olan Enver Paşa Arap alfabesindeki sorunların çözümünü revizyona gitmekte gördü ve yeni bir model alfabe tasarlamaya karar verdi. Bu yazım diline Enver yazısı, Enveriye, ordu elifbası ve hatt-ı cedid isimleriyle hitap edildi. Yazı dili 35 ünsüz, 10 ünlü harften oluşmakta ve Türkçe’nin gerektirdiği sesli harfleri gösterebilmektedir. Harbiye nazırlığının (savaş bakanlığı) da desteğiyle bu alfabe uzun süre kullanımda kaldı. Enver Paşa bu sistemin eğitimini desteklemek için 1917 yılında “Elifba” isimli bir okuma kitabı da hazırlamıştı. Mustafa Kemal 1918’de Enveriye’yi “savaş zamanında haberleşmeyi yavaşlattığı ve güçleştirdiği” gerekçesiyle eleştirmiştir.

5. Cumhuriyet Döneminde Tartışmalar

Osmanlıcadan Latin Alfabesine Geçişin Tarihçesi Harf Devrimi

Mustafa Kemal bir harf devriminin gerekliliği üzerine düşünmeye 1905-1907 tarifleri arasında Suriye’deyken başladı. 1922’de Halide Edip Adıvar ile konuyu görüştü ve ulusal bir alfabe değişim süreci için sert önlemlerin ve aktif kontrol süreçlerinin gerekeceğine karar verdi. Aynı yıl Hüseyin Cahit’in “Neden Latin harflerini kabul etmiyoruz?” sorusuna “Henüz zamanı değil.” cevabını verdi. Yeni bir alfabenin istikrarlı bir cumhuriyete ihtiyaç duyacağını düşünüyordu. 1923’te İzmir İktisat Kongresi heyeti aynı öneriyi resmen sundu fakat kongre başkanı Kazım Karabekir “İslam’ın bütünlüğüne zarar vereceği” gerekçesiyle öneriyi reddetti. Tartışma basında önemli bir yer buldu.

6. Devrimin Temel Gerekçeleri

Osmanlıcadan Latin Alfabesine Geçişin Tarihçesi: Harf Devrimi

Arap alfabesinin yetersizliği Türkçülük hareketinin ortaya çıkışından daha önce de pek çok kişi tarafından eleştirilmişti. Eleştirenlerden pek çoğu alfabede en azından bir revizyonun kesinlikle gerekli olduğunu savunuyordu. Özellikle Tanzimat Dönemi aydınları dönem boyunca alfabenin Türkçe sesleri göstermedeki eksikliğini öne çıkarmış ve eğitiminin zorluğunun yarattığı ulusal sorunları belirtmişlerdir. Fakat bu eksiklikler, Arap alfabesinin dezavantajlarından yalnızca teknik olanlarıydı. Bunun yanında Avrupa ile ilişkilerin sıkılaştırılmak istenmesi, Bakü’de yapılan 1. Türkoloji Kongresi’nin kararları, 1922’de Azerbaycan’da Latin alfabesinin kabulü, SSCB içindeki Türk dünyası ile yakınlaşma isteği gibi sosyal ve kültürel gerekçeler de Latin alfabesine talebi arttırmıştır.

7. Alfabe Komisyonu

Osmanlıcadan Latin Alfabesine Geçişin Tarihçesi Harf Devrimi

Cumhuriyetin kurulmasının ve Mustafa Kemal’in ilk cumhurbaşkanı olmasının hemen ardından başlayan inkılaplar boyunca harf devrimine duyulan istek hızla arttı. Yönünü çağdaşlığa ve yeniliğe çeviren genç cumhuriyet, eğitimini ve iletişimini güçleştiren eski alfabeden kurtulmak istiyordu. Bu yönde gelen ilk adım Atatürk tarafından kurulan Alfabe Komisyonu ve Dil Encümeni’dir. Bu kurul devrimin ilanına dek Latin alfabesi kullanacak olan yeni Türkçeyi tasarlayacak, yazım kuralları ve eğitim süreçleri üzerine fikirler oluşturup projeler yaratacak ve bu süreçte cumhuriyet aydınlarının danışmanlığını alacaktı. Osmanlıcadan Latin alfabesine hızla geçişin tarihçesi ve harf devrimi bu adımla resmen başlamıştı.

8. Devrimin İlanı

Osmanlıcadan Latin Alfabesine Geçişin Tarihçesi: Harf Devrimi

Harf Devrimi ilan edildiğinde tarihler 9 Ağustos 1928’i gösteriyordu. Atatürk, Cumhuriyet Halk Partisi’nin Gülhane’deki galasında yeni Türk harflerini tanıtıyordu. Alfabe komisyonunun içinde bulunan Falih Rıfkı Atay, yeni alfabenin ideal bir hale getirilmesi için 5-15 yıl aralığında bir zaman tahmininde bulunurken Atatürk “Bu ya üç ayda olur ya da hiç olmaz” demişti. Alfabe komisyonu yeni alfabeyi 3 ayda tamamlamayı başarmıştı. Yeni alfabe sırasıyla milletvekillerine, üniversite öğretim üyelerine ve edebiyatçılara tanıtıldı. Eylül ayında ise halka tanıtılmaya başlandı. Ekimde ise resmi görevlilerin hepsi yeni harflerle ilgili yeterlik sınavlarından geçirildi.

9. Eğitim ve Tanıtım Süreci

Osmanlıcadan Latin Alfabesine Geçişin Tarihçesi: Harf Devrimi

Osmanlıcadan Latin alfabesine doğru ilerleyen geçişin tarihçesi Harf Devrimi ile gelen kuralların halka tanıtılmasıyla hızla devam ediyordu. Bu süreçte bir yandan uluslararası rakamlar alınıp kullanıma geçiyor, bir yandan ülkenin önde gelen aydınları sık sık Dolmabahçe Sarayı’nda toplanıp konuyu gündemde tutuyorlardı. 1 Ocak 1929 günü Millet Mektepleri Anadolu’nun her yerinde hızla açıldı. Bütün yurtta eğitim seferberliği coşkuyla başlatıldı. Okuma yazma bilenler yeni alfabeyi öğreniyor, bilmeyenler daha da hızlı bir şekilde dili yeni alfabeyle öğreniyorlardı. Dış basın Türk Harf Devrimi’ni Atatürk devrimleri arasında en önemli ve en öncelikli olarak tanıtıyordu. Arap harfleri yalnızca birkaç ay içinde tarihe karışmıştı.

10. Okuma Yazma Oranı

Osmanlıcadan Latin Alfabesine Geçişin Tarihçesi Harf Devrimi

Yeni alfabe eğitimin üzerinde sağladığı olumlu etkiyi hızla gösteriyordu. Savaş döneminde (1918-1922) okuryazar nüfusun neredeyse tamamını kaybeden Türk milletinin okuma yazma oranı çeşitli kaynaklara göre %2 ile %4 arasında değişiyordu. Bunun üzerine 900 yılı aşkındır kullanılan alfabe terk edilmişti. Atatürk yeni alfabenin ve eğitim sisteminin becerisini ölçmek için harf devriminin ilanından bir yıl önce okuryazar nüfus için bir sayım yaptırdı. 1927 resmi sayımları nüfusun %10,5’inin okuma yazma bildiğini gösteriyordu. 7 eğitim dönemi sonra, 1935’te yapılan bir sayımda okuryazar oranı neredeyse ikiye katlanarak %20,4’e ulaşmıştı. Kadınlarda okuryazarlık 1927’de %4,6 iken 1935 yılında üçe katlanarak %12,92’ye ulaşmıştır.

Alıntı: https://dergice.com/osmanlicadan-latin-alfabesine-gecisin-tarihcesi-harf-devrimi/

Yaşasın Cumhuriyet

     Cumhuriyet: Adâlet, meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvet

     (Kuvveti tek elde bulundurmaktan) ibarettir.

     Kuvvet ise kanunda olmalı. Yoksa istibdat / baskı; tevzî / dağıtılmış olur.

     “İnnellahe lekaviyyün azîzün.” / “Muhakkak ki Allah, elbette Kavî (çok kuvvetli olan)dır,

     Azîz (kudreti daima üstün gelen)dir.” (Hac: 40)

     Âyeti hâkim ve vicdanen âmir / emredici olmalı.

     O da tam bir biliş ve umum medeniyet yahut İslâm dîni adına olmalı.

     Yoksa istibdat / baskı daima hükmünü sürdürür.

     Çünkü ittifak / bağlaşmak hüdâda / doğru yoldadır, hevâda ve heveste değil.

     Zira insanlar hür oldular, ama yine abdullah / Allah’ın kuludurlar.

     Başkasının kusuru; insanın kusuruna senet ve özür olamaz.

     Yeis / ümitsizlik her yükselişin engelidir. Havale etmek, her zilletin kaynağıdır.

     “Neme lâzım, başkası düşünsün” istibdadın yadigârıdır.

     Evet Cumhuriyet ve Demokrasi;

     Anayasa denilen adalet, meşveret ve kanunda kuvvetin toplanmasıdır.

     Fakat mânasız isim ve resim değil,

     Belki gerçek adâleti ve din hürriyetini benimsemiş bir rejimdir.

     Vicdan hürriyetini düstur ve prensip edinerek, ne dinsizlere ne de dindarlara ilişir.

     Cumhuriyet, hürriyetin en geniş şeklidir.

     Nitekim, hakikî, kat’î ve reddedilmez ilmî kanaati

     Ve doğru sözleri -asayişe dokunmamak şartiyle- cumhuriyetin hürriyeti;

     O ilmî hürriyeti, istibdat altına alamaz, onu bir suç sayamaz.

     Cumhuriyet, sırf adaleti gözetir. Vehim ve şüphe sahiplerini şaşkınlık çukurundan kurtarır.

     Cumhuriyet, istikbal / gelecek ve ahiretimizi külfetlerden âzâd eder.

     Cumhuriyet, umumun menfaat ve yararını içeren hukukullahı, izinsiz tasarruftan halâs eder.

     Cumhuriyet, millî hayatımızı muhafaza eder, korur.

     Cumhuriyet, umûmun ittihadını tesis eder, kurar.

     O ittihadın ruhu olan kamu oyunu tevlid eder / ortaya koyar.

     Cumhuriyet, medeniyetin çürük olan fenalık ve kötülüklerini;

     Müsbet medeniyet ve hudûdumuza girmekten men’ eder / yasaklar.

     Cumhuriyet, bizi Avrupa dilenciliğinden kurtarır.

     Geri kaldığımız uzun gelişme mesafemizi, kısa zamanda kat’ ettirir.

     Cumhuriyet, Anayasa’nın ruhunu yaşatır.

     Avrupa’nın yanlış zanlarını ve medeniyetin yıkıcısı olan anarşiliğe yol açan dinsizliğe set çeker. 

     Fikirlerdeki zıtlık ve uyuşmazlık karanlıklarını giderir.

     Görüşlerin dağınıklığını, görüş ayrılıklarını; aydınlığı sayesinde açıklığa kavuşturur.

     Cumhuriyet, âlim ve vaizlere ittihadı sağlamakta yol gösterici olur.

     Milletin saadetini temin edecek zemini hazırlar.

     Hükümetlere, icraatlarını meşruiyet dairesinde yürütme imkânı verir.

     Cumhuriyet, ülkede yaşayan herkesi;

     Müslüman olsun olmasın, birbirleriyle kenetlendirerek,

     Tam bir âhenk içinde, samimî bir uzlaşı içinde yaşatır.

     Cumhuriyet, en korkak, cesaretsiz ve bilgisiz / câhil adamı;

     En cesur, en has adam gibi; gerçek ilerleme hissi ve fedakârlık ve vatan sevgisi ile

     Mütehassis eder. Onları aynı his ve duygulara sahip kılar. 

     İşte bunlar gibi, daha nice maddî-mânevî hedefleri gerçekleştirdiği

     Ve gerçekleştireceği için, diyoruz ki:

     YAŞASIN CUMHURİYET!

Bugün Mondros Mütarekesi İmzalandı… Yani Osmanlı’nın Bittiği İlan Edildi!

“Bugün 30 Ekim Mondros Mütarekesinin yıldönümü. Siz Cumhuriyet’in niçin 29 Ekim’de ilan edildiğini sanırsınız? Atatürk tarihler üzerinden konuşarak emperyalistlere bir cevapta böyle vermiştir… Bunları hatırlatmakta fayda var. Çünkü Türk unutuyor, unutmak istiyor!”

Önümde Ali Satan’ın 1920 yılına ait “İngiliz Yıllık Raporlarında Türkiye” isimli kitabı var. Demek ki İngiltere, her yıl Türkiye hakkındaki çalışmalarını böyle derleyip toparlıyor ve ilgililere sunulmak üzere bir rapor haline getiriyor. Buraya kadar her şey normal. Her devletin buna benzer çalışmaları muhakkak vardır ve bu devlet olmanın gereğidir.

Ancak 1920 tarihli bu raporda benim dikkatimi çeken bazı hususlar oldu. Örneğin İstanbul’daki Fener Rum Patrikhanesi ile ilgili olan bir bölümde, İngilizler şu tespiti yapmışlar: “Patrikhane, Türk hükümeti ile olan tüm resmi ilişkilerini koparmıştır. Bu erken alınmış ve pek de akılcı olmayan karar açıkça göstermektedir ki, bölgede Türklerden bağımsız bir çeşit Bizans Rum varlığının oluşturulması amaçlanmaktadır. Patrikhane’nin Trakya, İstanbul ve İzmir’in Türk hakimiyetinden çıkarılması yönünde ortaya koyduğu gayretlerin yanı sıra Trabzon ve Samsun bölgelerinde Pontus Rum Devleti’nin teşkiline yönelik tasarıyı da hayata geçirmeye çalıştığı ifade edilebilir.” İngilizlerin resmi belgelerine geçirdiği bu tespitler bugün içinde geçerli midir? Azınlıklara, niyetleri bilinmesine rağmen karşılıklılık esasına aykırı imtiyazlar tanıyanlar kime hizmet ettiklerini biliyorlar mı? Sokaktaki vatandaş bunların farkında mı?

Aynı raporda devamla “İngiltere için askeri çıkarlar ve siyasi açıdan önemli olan “Kürt Meselesi”nin geleceği İstanbul’dan ziyade Mezopotamya’yı ilgilendirmektedir… Bir yanda Türk Milliyetçileri, Kürtler ve Türkler arasında bir ayrımı kabul etmezken, Kürtler; Araplar, Ermeniler ve Rumlar kadar ayrı bir ırk olduklarını iddia etmektedirler” demektedir. Ancak ilginç olan bir nokta, Kürtlerin bu iddiasının ve devlet kurma isteklerinin, 1914 öncesi realiteden uzak olduğuna da vurgu yapılmasıdır. Ne imiş efendim! Kürt meselesi, İngiltere için 1920 yılında askeri çıkarlar ve siyasi açıdan önemliymiş. Bugün için değişen bir şey var mıdır? Türkiye’deki hainler halen İngiltere’yi arkalarına almakta mıdır?

Yine 1920 yılında hazırlanan raporda “Majestelerinin Hükümetince de hem fikir olunduğu üzere, Barış Antlaşmasının imzası beklenmeksizin, Türkiye’de savaştan mustarip olan tüm Hıristiyan nüfusun karşılaştığı haksızlığı gidermek için Müttefikler, üzerlerine düşen her şeyi yapmak gibi ahlaki bir sorumluluk taşımaktadır. Bu sorumluluğun yerine getirilmesi neredeyse tümüyle Türkiye’deki İngiliz otoritesine düşmektedir” denilmektedir. Acaba bu İngiliz otoritesi Mustafa Kemal önderliğinde Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile birlikte sureti hak ’tan gözüken gizli Hristiyanlara karşı da, 2024 yılına kadar üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmiş midir ve yerine getirmeye devam etmekte midir?

Bugün 30 Ekim 2024… Türk Milleti için bir idam fermanı olan Mondros Mütarekesi’nin 106. yılı… İngilizler bu rapordan da anlaşılacağı üzere Türk Milleti için “Türkiye’deki olayları değerlendirirken, eski Rusya ve İran sınırına kadar uzanan Kürt bölgesi ve Ermenistan ile birlikte, kabaca İskenderun Körfezi ve onun doğusunda kalan hattın güney sınırını oluşturduğu topraklarında dahil edileceği Anadolu ve Doğu Trakya’dan ibaret bir Türkiye düşünülmelidir” diyorlardı. Gelişmelere bakarsak herhalde yine aynı şeyleri düşünüyorlar. Önemli olan onların ne düşündüğü ve ne yapmak istedikleri değildir. Aksine doğru olan bizim bu gerçekleri bilip karşı stratejileri geliştirebilmemizdir. İngiltere veya diğer devletler hedeflerini yakalayabilmek için, işbirliğine gidecek adamlar ararlar. Onları bulurlarsa etkin olurlar, bulamazlarsa bir Mustafa Kemal çıkar, Sevr’i de Mondros’u da tanımaz ve bizim ayakta durmamızı sağlar. Türk halkının yediden yetmişe bunları bilmesi lazım. Yani 1920 ile 2024 arasında Türk Milleti açısından değişen pek bir şey olmadığını! Oyun aynı oyun, sadece oyuncular değişmiştir. Burada Türk tarafındaki görev; eli kalem tutanlara ve ağzı laf yapanlara düşüyor. Öyleyse Türk Milletine kızmadan önce, ona bunları anlatalım…

Cumhuriyet ve Demokrasi

Halkımıza Cumhuriyeti sorunuz, çoğunluğu demokrasinin özelliklerini anlatacaktır. “Halkımız farkında olmadan Cumhuriyet ile demokrasiyi özdeşleştirir.” Oysaki Cumhuriyet ile demokrasi aynı şey değildir.

Bu yüzden “Cumhuriyetimizi demokrasi ile taçlandıracağız” şeklindekiifadeler doğrudur.

Konunun uzmanı bir bilim adamının, Prof. Dr. Kemal Gözler’in cümleleriyle açıklayalım:

“Birer cumhuriyet olmakla birlikte demokratik olmayan pek çok devlet vardır. Komşularımız Irak ve İran birer cumhuriyettir. Keza eski SSCB de bir cumhuriyet idi. Oysa bu devletlerin demokratikliği pek kuşkuludur. Demek ki “cumhuriyet = demokrasi” anlayışı ampirik olarak yanlıştır.”

“Buna karşılık Avustralya, Belçika, Birleşik Krallık, Danimarka, Hollanda, Japonya, Kanada, Lüksemburg, Norveç, İsveç, Yeni Zelanda gibi demokratikliklerinden hiçbir şekilde şüphelenilmeyen ve üstelik uzun zamandan beri demokratik rejimleri kesintiye uğramamış olan bu devletler bir cumhuriyet değil, monarşidir.”

Cumhuriyet ile demokrasi arasında bir bağıntı yoktur. Bir cumhuriyet demokratik olabileceği gibi, anti-demokratik de olabilir.

Keza monarşi ile demokrasi arasında da bir bağıntı yoktur. Bir monarşi demokratik olabileceği gibi, anti-demokratik de olabilir.”

Cumhuriyetdevlet başkanlığının irsî olarak intikal etmediği devlet şekli ve monarşi de devlet başkanlığının irsî olarak intikal ettiği devlet şekli olarak tanımlanabilir.”

Osmanlı Devleti monarşi ile idare ediliyordu. Ancak 1876 Anayasası sonrası demokrasi idaresine doğru bir geçiş başlamıştı.

Ancak Osmanlı’da demokrasiye doğru gidiş istikrarlı bir seyir izlemedi. İlki 1878’de olmak üzere, Meclis-i Mebusan (parlamento) zaman zaman kapatıldı. Osmanlı Devleti 1876-1878 ve 1908-1918 yılları arasında meşruti monarşi ile yönetildi. İkinci meşrutiyet ile Osmanlı anayasal düzeni, döneminin Avrupa’sında olduğu gibi, meşrutî bir anayasal monarşiye dönüşmüştü.

*********************************

Demokratik Devlet Olmanın Şartları

Cumhuriyetimizin kurucuları, devlet başkanlığının aynı soydan insanlara intikal etmediği bir sistemi, Cumhuriyeti kabul ettiler.

Ancak aynı zamanda Tanzimat’la başlayan demokrasiye doğru giden yoldan ayrılmadılar. TBMM Türkiye Cumhuriyeti’nin en etkin kurumu olarak daima açık kaldı. Devlet Başkanını TBMM yani milletin vekilleri seçti.

Kemal Gözler’in değerlendirmesiyle; Ampirik teoriye göre şu şartları yerine getiren bir rejim demokratik olarak kabul edilebilir. (1) Etkin siyasal makamlar seçimle işbaşına gelmelidir. (2) Seçimler düzenli aralıklar ile tekrarlanmalıdır. (3) Seçimler serbest, adil olmalı ve genel oy ilkesi uygulanmalıdır. (4) Seçimlere birden fazla siyasal parti katılabilmelidir. (5) Muhalefetin iktidar olabilme şansı olmalıdır. (6) Ülkede temel kamu hakları güvence altına alınmış olmalıdır.”

“Türkiye Cumhuriyeti’nin 1950’ye kadar bu şartları yeterince yerine getiremediğini, 1950’den sonra ise kesintiye uğrayarak yerine getirebildiğini genel olarak söyleyebiliriz.”

Günümüzde, Kemal Gözler’in bahsettiği ampirik teorinin belirlediği, “bir rejimin demokrasi olması için gerekli şartlar” eksiktir.

Bir rejimin demokrasi olması için, bahsi geçen şartlara ilaveten, Hukuk Devleti veya Hukukun Üstünlüğü ilkesinin benimsenmiş olması gerekir.

Yani devletin bütün faaliyetlerinde hukuken belirlenmiş sınırlara bağlı kalmasını, bütün iş ve işlemlerinin hukuka uygun olması ilkesinin uygulanması gereklidir.

Sadece kuralların olması yetmez, İktidarı eline geçiren kişinin kuralları kendi yararına kullanmak için manipüle etmesini imkânsız hale getirecek şekilde geliştirilmesi de icap eder.

Ayrıca milli mutabakatla kabul edilmiş bir anayasa, birey hakları, hukuk önünde eşitlik, kuvvetler ayrılığı ve kamu otoritesini sınırlayacak diğer araçları içeren anayasal devlet sistemin de olması gerekir.

*********************************

Demokrasi Açısından Eksiklerimiz

Türkiye Cumhuriyeti’nin ne kadar demokratik olduğunu değerlendirmeye ve demokrasi açısından temel eksiklerimizi sıralamaya çalışalım:

Türkiye’de etkin siyasal makamlar seçimle geliyor, seçimler düzenli olarak yapılıyor. Fakat seçimlerin adil olduğunu söylemek mümkün değildir. Seçimlerin dürüst yapıldığı konusunda da kuşku ve endişeler dile getiriliyor.

“Muhalefetin iktidar olabilme şansı” teorik olarak “yoktur” denemez. Fakat “iktidarın seçimle gitmeyeceğine” inananmilyonlarca vatandaşımız vardır.

Ülkede temel kamu hakları mevzuatta güvence altına alınmasına rağmen özellikle siyasi davalarda sürekli olumsuz örnekler görüyoruz. Bu yüzden yargının bağımsız ve tarafsız olmadığına dair yaygın bir inanç söz konusudur.

“Hukukun üstünlüğü” yerine “üstünlerin hukukunun” olduğu bir ülkede demokrasi yoktur.

“Hukuk Devleti veya Hukukun Üstünlüğü ilkesinin” gereği olan devleti yönetenlerin her türlü eylem ve işlemlerinde hukuka uygun davranması, görevli kamu organları ve (yeterli ve doğru bilgiyle donatılmış) kamuoyu eliyle denetlenmesi uygulamada işletilmemektedir.

Devlet güçlerinin birbirinden ayrıldığı ve birbirini denetlediği, kuvvetler arasında denge ve denetim sistemlerinin olduğu ve işletildiği bir sistem gerekirken, yasama, yürütme ve yargı kuvvetleri bir kişinin şahsında birleşti. Hatta 4. kuvvet diye anılan Basın ile Sivil Toplum Kuruluşları da aynı kişinin kontrolü altına girdi.

Gücü dengelenmemiş, denetlenmeyen bir iradenin yönettiği devletin rejiminin, adı Cumhuriyet olsa bile, çağdaş anlamda bir demokrasi ile taçlandırılmadığı açıktır.

Ta 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesinde tespit edilmiştir: “Kuvvetler ayrılığının olmadığı yerde anayasa da olmaz. Kuvvetler ayrılığının olmadığı bir devlet, anayasal devlet değildir.” 

Partili Devlet Başkanı mevzuat yani Anayasa, kanunlar, tüzükler ve yönetmelikler ne derse desin, doğru bildiğini yapmakla” övünebiliyor. İşine gelmeyen mahkeme kararlarını uygulamıyor.

Daha da tehlikelisi yapılıyor: Yargı iktidarın siyasi hedefleri için araç olarak kullanabiliyor.

Bu yüzden siyasi partilerin “Cumhuriyetimizi demokrasi ile taçlandırmak” hedefini benimsemesi hem doğrudur ve hem de görevidir.

Bunun için yapılacak şeyler de bellidir. Yukarıda saydığımız eksiklerin giderilmesi yeterlidir.

NOT: Cumhuriyetimizin 101. Yılında 29 Ekim 2020 tarihli yukarıdaki yazımı tekrar yayınlamak istedim.