9.4 C
Kocaeli
Perşembe, Kasım 13, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 76

ABD’nin Türkiye ve Kürdistan Planı

Türkiye’de yeni açılım süreci başlatma girişiminin Ortadoğu’daki gelişmelerle çok yakın bağı olduğu açık. Bu gerçek içeride çok seslendirilmese de dışarıda çok daha açık bir şekilde dile getiriliyor.

Şimdi Prof. Dr. İskender Öksüz’ün köşe yazısında aktarılan bir röportajda anlatılanlara bakalım.

Irak Kürdistanı’nın Rûdaw ajansına verdiği röportajında (https://bit.ly/Rudaw-Semavi) Temel Strateji Araştırma Merkezi Başkanı Abdurrahim Semavi’nin anlattıkları ilginç.

“Türk hükümetinin 15-16 aydır hazırladığı bu proje sadece Türkiye’deki Kürt sorununun çözümüne yönelik değil. Projeye göre Ortadoğu Kürtleriyle büyük bir ittifak kurulacak, Doğu, Batı ve Güney, Kuzey Kürtleriyle (İran- Irak- Suriye ve Türkiye’deki ayrılıkçı Kürtler kastediliyor) ittifak kurulacak. Bu projenin hazırlığıdır. Bunu ifade etmek istiyorum.”

“Proje 5 yıl içinde yapılacak. Türkiye halkı ve Kürtler projeye hazır olana kadar proje adım adım inşa edilecek… 5 yıl içerisinde sadece Kandil’de olanlar değil, diasporada yaşayanlar da geri dönecek ve onlara da geri dönüş yolu açılacaktır.”

***********************************

ABD’nin Demirel’e Teklifi

Yukarıda anlatılan plan yeni değil. ABD’nin Eski Dışişleri Bakanı Hanry Kissenger’in, zamanın Başbakanı Süleyman Demirel ve Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’e yaptığı teklifin benzeri.

Süleyman Demirel bu anısını kendisi anlatmıştır. Hanry Kissenger İstanbul’a geldiğinde Demirel ve Çağlayangil ile Hilton Otelinde kahvaltıda bir araya gelirler.

Kissenger “Sayın Başbakan size hiç savaşmadan toprak kazandırmayı planlıyoruz” demiş. Demirel “Nasıl olacak o iş?” diye sormuş.

Kissenger “Kıbrıs, Batı Trakya, Ermenistan, Oniki Adalar, Gürcistan, Süleymaniye ve Kerkük’ü size bağlayıp, büyük bir federasyon kuruyoruz” demiş. “Bölgede bu büyüklükteki coğrafi alanı ekonomik olarak yönetemeyen bir devlet ayakta kalamaz” fikrini ortaya atmış.

 Demirel Çağlayangil’e bakmış. Hiç oralı değil. Dönmüş Kissinger’a “o bize bağlayacağınız devletçikler yarın bir gün ayrılırken ne kadar toprak götürürler?” diye sormuş.

Kissenger bu soruya çok kızmış ve “toplantı bitmiştir” deyip çıkmış.

Demirel bu olayı anlattığı arkadaşlarına şöyle demiş: “Bu emperyalist güçlerin planında gelecekte bizi Yugoslavya gibi federasyon yapıp, bu yolla parçalama düşünceleri var. Biz bir dönemi tamamladık gidiyoruz. Aman sakın bir gün federasyon teklifi ya da dayatması ile karşılaşırsanız bunu asla kabul etmeyin” diye uyarmış.

***********************************

Uluslararası Bir Sorun Olmaktan Çıkarmak İçin

Yaşadıklarımızdan bu projenin Turgut Özal ve Tayyip Erdoğan’a da teklif edildiği anlaşılıyor. Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay karşı çıkıp istifa etmese, Özal, Türkiye’yi ABD’nin yanında Körfez Savaşı’na iştirak ettirecekti. Çünkü “Bir koyup üç alacağız” diye hayal ediyordu. “Federasyonu tartışalım” demiş tepkiler üzerine vazgeçmişti.

Erdoğan’ın bize çok pahalıya mal olan Suriye politikasını belirleyen şey “Şam’da Emevi Camisinde namaz kılma” hülyaları oldu.

İlk bakışta çok cazip gelen bu teklifin Türkiye’yi nihayetinde küçülteceğini göremeyenler hayallerini bakın ne gibi açıklamalarla pazarlamıştı:

Günümüz MİT Başkanı İbrahim Kalın, Zaman gazetesinde, “Yeni bir coğrafi tasavvura doğru” başlıklı yazısında neler yazmış bir bakalım.

“Yeni coğrafî tasavvur, küresel sisteme entegre olmuş ulus-devlet yapısının dar ve indirgemeci kalıplarını aşmamızı zorunlu hâle getiriyor. Osmanlı’nın yıkılış sürecinde ortaya çıkan suni Orta Doğu haritası, bir asırdır çözümden çok sorun üretiyor; istikrardan çok çatışmaya yol açıyor, barıştan çok savaşa zemin hazırlıyor. Aynı şekilde ulus-devletin empoze ettiği indirgemeci ve tek boyutlu etno-seküler birey ve vatandaşlık tanımları da inandırıcılığını yitiriyor. Bin küsur yıllık ortak tarihî tecrübeyi, kültürel etkileşimi ve medeniyet inşasını çatışmacı kimliklere dönüştüren bu paradigmanın bugünün gerçekleriyle örtüşmediği aşikârdır.”

“Terör, bölgesel geri kalmışlık ve kimlik siyaseti sarmalına dolanmış bir sorunu çözecek ulusal zemini inşa etmeden ve Türkiye sathında bir asgari müşterek oluşturmadan sınırın ötesine bir güven ve huzur eli uzatmanız mümkün değildir. Kürt sorununu bölgesel ve uluslararası bir sorun olmaktan çıkartmak için Türkiye cesur, özgürlükçü ve kararlı bir siyasî ve toplumsal irade göstermek zorundadır.”

***********************************

Planın Devamı Açıklanıyor

 “Öcalan” TBMM’de görüşsün” veya “DEM’liler Öcalan’ı İmralı’da hapishanede ziyaret ederek mesajını kamuoyu ile paylaşsın” gibi konuları “cesurca” gündeme taşıyanlar aynı hayallere kapılmış veya aynı planı benimsemiş gibi görünüyor:

MHP Genel Başkanı, Devlet Bahçeli, 5 Kasım 2024 konuşmasında, “Millî hedefimiz, tıpkısının aynısıyla Osmanlı Barışı’na benzer bir Türk Barış kuşağının kale duvarları gibi etrafımıza çekilmesi, Türk coğrafyalarının ve insanlığın tam bir huzura kavuşmasıdır.

Osmanlı İmparatorluğu yerel kültürleri ve etnik toplulukları bünyesinde nasıl bir arada tutup barış ve sükûnet ortamını tesis etmişse, ecdadımızın ayak izlerini takip ederek Türk Barış devrinde aynısı yaşanabilecektir” dedi.

İbrahim Kalın’ın yıllar önce söylediklerine ne kadar da benziyor, değil mi?

****

Bu hayaller satılarak, 1- DEM desteği alınarak Erdoğan’ın bir kere daha (ya da ömür boyu) Cumhurbaşkanı seçilmesinin yolu açılacak. 2- Yeni Anayasa ile “milli devlet” yapısı yerine federatif bir devletin temelleri atılacak.

Tayyip Erdoğan’ın “Milletin çeşitliliğini ve zenginliğini yansıtan bir anayasa hedefliyoruz” ifadesi sebepsiz değil.

Gerisini yukarıda bahsi geçen Abdurrahim Semavi’den okuyalım:

“Ortadoğu projesinde Kürtlerin Ortadoğu’daki coğrafyası anayasaya adil bir şekilde dahil edilecek ve tanınacak. Dünyanın dengesini değiştirecek bir proje inşa edilecek. Türkiye hükümeti, Türkiye devleti bunu göze aldı. Ne olursa olsun geri dönüş yapmayacak. Türkler bu projeden geri dönmeyecekler. … Rojava’nın statüsü yok edilmeyecek. Türkiye ile birlikte statüsü belirlenecek; anayasal ve hukuki müzakereler buna göre yürütülecek ve yönetilecek.” “…5 yıl içinde Ortadoğu’da Suriye diye bir devlet olmayacak, tarihte de var olmayacak.”

Peki, bunlardan halkımızın, Türk vatandaşların ne zaman haberi olacak?

Kurbağanın suyu yavaş yavaş ısıtılacağı için, haberi olduğunda da artık refleks gösteremeyeceği zaman.

Kıssadan Hisse

Hatırlatmak isterim;

Türkiye efsanesi Köy Enstitüleri, 1940 yılında iş ve eğitimi bir araya getirmek, öğretmenler yetiştirmek amacıyla Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel tarafından kurulan sistemdir. Köy Enstitüleri, tarıma el verişli bölgelerde, entelektüel öğretmenler yetiştirmek için köylülerin katkılarıyla oluşturuluyordu

Araştırmalara göre; Köy Enstitüleri sayesinde 1940 ve 1946 yılları arası 15 bin dönüm tarla tarıma elverişli hale getirildi ve bu tarlalarda üretime başlandı, 750 bin fidan dikildi, 1200 dönüm bağ oluşturuldu, 150 büyük çaplı inşaat, 60 işlik, 210 öğretmen evi, 36 ambar ve depo, 48 ahır ve samanlık, 100 km yol, 16 su deposu, 12 tarım deposu, 20 uygulama okulu ve 12 elektrik santrali yapıldı.

Tarım ve hayvancılığı darbe vuran; bugünkü ekonomik darboğazına girmemizin başlangıcı sayılacak Amerikan patentli zihniyeti kavrayalım:

Eğer Köy Enstitüleri kapatılmasıydı ülkemiz başta eğitim olmak üzere her alanda daha gelişmiş bir ülke olurduk.

Cumhuriyetin en başarılı eserlerinden biri olan Köy Enstitüleri sisteminden alınacak birçok ders vardır. Geçmişte başarıyla uygulanmış bu sistemden bugün de yararlanılabilir.

,

Serbest Pazar Ekonomisi/ Liberal Ekonomi adıyla seksenli yıllardan başlayıp bu iktidarın elinde ivme kazandırılan ekonomik yapımızın Üretimi değil Tüketimi esas alan; istihdam yaratmayan, liyakate önem vermeyen, Üniversite Mezunu Gençler arasında işsizliğin zirve yaptığı bir süreçten geçiyoruz.

Toprağı zengin Tarım ve Hayvancılığa elverişli topraklarımızın atıl bırakılarak ya da inşaat sektörüne açılarak Hayvansal ve tarımsal ürünleri ithal eder duruma düşürüldük. İthalat ve İhracat arasındaki dengesizlik cari açık vermemizde zirvededir.

*

Yıllarca. Genç Cumhuriyetimizin ürettiklerini, fabrikalarını satarak ayakta durmaya çalışıyoruz. Denildiğine göre bir Hollanda toprağı kadar Tarım Alanını betonlaştırmış ya da çorak duruma getirmişiz. Gittikçe küçülen ekonomik pastamızdan fert başına düşen kısmının azaldığını; adil paylaşımın dibe vurduğunu; ekonominin lokomotifi orta sınıfın fakirleşmesiyle yokluğu halk olarak birlikte yaşıyoruz. İstihdama, üretime dayanmayan İktidarın bel bağladığı İnşaat sektörü de dibe vurdu; Karadeniz yaylaları zengin Araplara kiralanmaya devam ediyor. Kısacası üretmeden varlıklarımızı satarak, kiraya vererek borçlanarak ayakta durmaya çalışıyoruz…

*

Netice de halkın tüketeceği her şeye zam üstüne zam yapılıyor; fırsatçılar kazanıyor sabit gelirli perişan….

Bu karamsar tablo, ABD ve İngiltere’de ilkokul çocuklarına okutulan, Rus kökenli bir halk masalını hatırlattı:

Kırmızı İbikli Küçük Tavuk.

Kırmızı ibikli küçük tavuk, gezinirken buğday tanesi bulur, o buğdayı tarlaya ekebilmek için çiftlikteki öbür hayvanlardan yardım ister, hiçbiri yardım etmez, kırmızı ibikli küçük tavuk mecburen iş başa düştü der, kendisi eker, kendisi büyütür, kendisi hasat eder, kendisi değirmene taşır, kendisi un yapar, neticede ekmek yapar. Mis gibi ekmek kokusu etrafa yayılır. Kırmızı ibikli küçük tavuk “Beraber yiyelim mi?” diye sorar. O hiç yardım etmeyen öbür hayvanların ağzı sulanır, “Eveeeet yiyelim” derler. Kırmızı ibikli küçük tavuk acı acı gülümser, “Yok öyle yağma” der, bir lokma bile vermez.

*

Bu masalı okuyan Amerikalı, İngiliz ve Rus çocuklar kıssadan hisse çıkarırlar, ders alırlar, çalışmayana, üretmeyene, karnını doyurmak için başkasından medet umana ekmek mekmek olmadığını kavrarlar.

E herkes çocuk değil tabii.

Büyüklerin de okuması için bu masalın bir başka versiyonu var.

Küreselleşme karşıtı aktivistler tarafından revize edildi, UNICEF’in sitesinde yayınlandı… Ki, büyükler de anlasın!

Kırmızı ibikli küçük tavuk, gezinirken buğday tanesi bulur, o buğdayı tarlaya ekebilmek için çiftlikteki öbür hayvanlardan yardım ister.

Ördek “Sen buğdayı filan boş ver, sana kahve tohumu satayım, acayip para kazanırsın, istediğin kadar buğday alırsın” der.

Domuz “Sen buğday yerine kahve ek, nasıl satarım diye merak etme, ben senin adına pazarlarım” diye seslenir.

Fare iyice cesaretlendirir, “Buğdayla uğraşma, kahve ekebilmen için istediğin kadar borç vereyim, ufak ufak ödersin” diye akıl verir.

Kırmızı ibikli küçük tavuğun aklına yatar.

“Kahve üretiminden anlamam ki, nasıl yapacağım” diye sorar.

Ördek “Sana gübre satayım, çok çabuk büyür” der.

Domuz “Böceklerden korumak için ilaç satayım” diye seslenir.

Fare gene finansal açıdan yaklaşır, “Gübre ve ilaç alabilmen için sana istediğin kadar borç vereyim, ufak ufak ödersin” diye akıl verir.

Neticede hasat vakti gelir.

Kırmızı ibikli küçük tavuk “Şimdi ben ne yapacağım bu kahveyi” diye sorar.

Ördek “Paketlemek için benim fabrikama getirebilirsin” diye akıl verir.

Domuz “Kusura bakma, herkes kahve ekti, fiyatlar acayip düştü, senin kahve beş para etmez” diye seslenir.

Fare ise “Borcunu öde artık” der!

Kırmızı ibikli küçük tavuk, ibiğini kaptırdığını fark edince…

“Aç kaldım, ekmek verecek yok mu” diye ağlar.

Ördek “Ekmek kolay da, alacak paran var mı” diye sorar.

Domuz “Herkes kahve ekti, buğday karaborsaya düştü, kusura bakma, istersen ekmek yapman için sana ithal buğday tohumu satayım” der.

Fare ise avukatıyla gelir, “Borcuna karşılık tarlanı haczetmek zorundayım, uslu tavuk olursan artık benim olan tarlamda yevmiyeyle çalışıp buğday yetiştirmene izin veririm” diye akıl verir.

Şimdilerde maalesef, kırmızı ibikli küçük tavuk, eskiden kendisine ait olan tarlada ırgat olarak çalışıyormuş.

Yevmiyeydi almaya gittiğinde, ördek, domuz ve farenin aslında senelerdir şirket ortağı olduklarını öğrenmiş.”

Böyle bu işler.

Dünyanın en bereketli topraklarına sahip olan, kendi kendine yeten yedi mucizevi ülkeden biri olan Türkiye’yi, kırmızı ibikli küçük tavuğa çevirdiler!..

Önce Farklılaştırır Sonra da Aynılaştırırız

Önce Farklılaştırır Sonra da Aynılaştırırız

Tuhafız hem de çok tuhafız. Okullarda yıllarca eğitim verilir. Neden? Kendini ifade edebilen, öz güvenli, yaratıcı, farklı düşünen, araştıran, sorgulayan, inisiyatif alabilen, aktif, lider vasıflı, ülküsü olan (özellikle yeni maarif modelinde vurgulanan bir nitelik) özgün bireyler yetiştirmeye çalışırız. Bilhassa özgün olacak ki var olan düzene yeni bir nefes yeni bir ses olsun. Sonra da korkarız o yarattığımız muhteşem eserden. Büyüyüp serpilip iş hayatına atıldığı zaman başlarız onu törpülemeye. Kısacası önce farklılaştırmaya sonra da aynılaştırmaya çalışırız. İp gibi nizamında duran hareketsiz bedenler, sessiz diller, ışığı sönmüş gözler isteriz. Korkarız farklı bir sesten, farklı bir bakıştan ve düşünceden. Korkarız dimdik duruştan. Dalgasızdır, dümdüzdür deniz. Hiçbir şey o hareketsizliği ve sessizliği bozmamalı. İtaatkâr bilinçler bu düzeni korumak için yargılamamalı, soru sormamalıdır. Sadece yapılanı onaylamalı ve önüne sunulanı kabul etmelidir.

Bu durum bana insanın biyolojik gelişim sürecini hatırlattı. İnsan doğar. Bebek olur, çocuk olur sonra genç ve yetişkin. Yetişkin çağına gelene kadar bilgi ve görgüsünü katlayarak tecrübelerle süsleyerek ilerler. Ve nihayetinde altın çağını yaşar. Sonra o malum dönem hazan mevsimi, yaşlılık gelir. Yapraklar, bilgiler, görgüler, kudret, heyecan, bellek, bilinç birer birer terk eder dalları. Kurumuş gövde yine bir çocuk saflığıyla ve güçsüzlüğüyle görmeye başlar dünyayı. O koca umman çekilir, kuru dere yatağına dönüşür. Göz görmez, kulak duymaz, akıl idrak etmekten yoksun kalır. İnsanoğlu hiçbir şey bilmeyen aslına, zayıflığına yeniden rücu eder. İşte eğitim sistemindeki onca çaba ve gaye iş hayatında hiç olur, heba olur. Yine aslına rücu eden nesiller peyda olur. Ülkem başlar gerisin geri gitmeye. Sinmiş insan; sesini, pırıltısını kaybetmiş neslim bırak üretmeyi, muasır medeniyetler seviyesine çıkmayı önünü görmekten aciz kalır. Düşmüştür ekmek davasına. Yasaklardan, sözde kurallardan, koltuk egosundan korkar. Farklılaşmaktan, bir işin ucundan tutmaktan ürker. Ve aşındırmaya başlar yatağını, siner kabına. Tutabilen ayakları tutmaz, görebilen gözleri görmez, duyabilen kulakları duymaz olur. Yaşlılıktaki gibidir. Ama bu defa meleke var iken yoktur. “Mış” gibi yapar. Bir türkü çalar uzaktan duyup da duymamış, görüp de görmemiş gibi yapar. İyidir böyle! En azından kafası rahattır. Hem köhne düzenin nizamı hem de yüreğinin huzuru bozulmaz. Keyfekeder talimatlara elifi elifine uymaya başlar. Uymayıp da ne yapacak. Sesi gür insan sevilmez ki. Yerini korumak zorundadır. Aksi halde barınamaz. Gün gelir bağırmak gelir içinden ama nafile! Zamanla sesini de kaybeder, şarkı söylemeyi unutur.

            Devletimiz ilmek ilmek yıldızlar dokuyup o yıldızları gökyüzüne yükseltirken derebeyi nitelikli koltuklar o ışıkları, neslin ışığını itinayla söndürürler. Emekle büyütülmüş, yeşermeye yüz tutmuş ağacı tam meyve verecekken kökünden keserler. Özellikle eğitimcilerin bu duruma düşmesi çok sıkıntılı ve tüyler ürpertici. Tüyler ürperticidir çünkü nesil, gelecek, ülke, vatan onlara emanet ve onların elinde şekilleniyor. Ve müthiş bir örnek teşkil ediyorlar. Öykü yazmak biraz da öykünmekle başlar ya. Öğrenciler de kendi öykülerini yazmadan önce öğretmenlerine öykünürler. Boynundaki ay yıldızlı kolyesinden tutun da yürüyüşüne, duruşuna kadar öykünürler. Bu durum engel olunmazsa daha da kötüye gidecek ve gün gelecek o öğretmen kendinde olmayan tavrı da veremeyecek “mış” gibi de yapamayacak. Onca emeğin kör bir kasabın kör bıçağında kurban olmaması için bıçağı tutan ellerin görülmesi ve iyileştirilmesi gerekir.

Prof. Dr. SÂDIK K. TURAL ‘ANLATMAK’ Kelimesinin Engin ve Derin Mânâlarını Anlattı.

(ÜÇÜNCÜ BÖLÜM)

OğuzÇetinoğlu: Hangi türden metinler tercih ediliyor?

Prof. Dr. Sâdık K. Tural: Geçmişte olmuş olayların bir kısmı, mit veya epos özellikleri taşıyan destanlar ile daha farklı bir düzeni bulunan masallardır. Din kavramına bağlı kişileri merkeze alan anlatma ihtiyacını karşılayan kıssalar ve menkıbeler ise muhatap edindiği kültür tabakasına göre farklı bir yapı ve dil kullanımı göstermektedir. Değer ve davranış aktarımını, insanlaştırıcı süreçleri semboller ve kavramlar üzerinden hayvanların dünyâsı üzerinden anlatan hayvan hikâyeleri (fabl) de ayrı bir gruptur.

Çetinoğlu: Anlatma işini meslek hâline getiren meddahlar vardı.

Prof. Tural: Bunların bir kısmı meddah veya kıssahan unvanlı kişiler tarafından başkalarına sunulmuştur; bir kısmı da içine manzum ve nağmeli parçalar konularak sunulan ‘âşık tasnifli hikâyeler’ hâlini alarak yaşayagelmiştir.

Yazarının şâhit olmadığı kişi, olay, durum, zaman ve mekânların anlatılması ihtiyacıyla var edilen Târih konulu tahkiyeli eserler (piyes, opera; roman, hikâye, senaryo; sinema, TV dizisi)  vak’aya dayalı anlatımlardır. Târih konulu modern tahkiyeli eserlerde, târihin gerçeğinden ayrılmak ihtimali çok fazladır; konusunu Târihten alan (?) roman, hikâye, piyes ve senaryolarda, romanesk veya novelette denilen, basite, bayağıya, ölme ve öldürmelere, bazı kişi ve grupları aklama inadına ve/veya cinselliğe teslim olan yapılar edebiyat bilimcinin değerlendirme alanı dışındadır.

Anlatmak ihtiyacının karşılanması anlatanın tespit ve tahlilleriyle öne çıkmasını sağlamakta; görülmesi, gösterilmesi, altının çizilmesi gereken değer ve davranışların iletilmesini gerçekleştirmektedir. Tahkiyeli eserlerdeki kişi, olay, durum ve çatışmalara bağlı unsurlar, yetersizlik, çaresizlik veya gizli olanı, bilinmeyenleri açıklama (itiraf), kendi olma kendi kalmada örnek alınacakları tercih et(tir)me özelliği, niteliği taşımaktadır.

İnsan anlatma ihtiyacına bağlı olarak niyetini veya gayretini planlamaya esas olan bir soru ve/veya bildirme cümlesiyle ortaya koymaktadır. Neyi/kimi, niçin ve nasıl anlatmalıyım? Bu anlatma niyeti ve gayreti bediî (estetikleştirme) işlemlerinden geçirilmeye bağlı gerçekleş(tir)meler, dil adlı malzeme alanını hem genişletir, hem zenginleştirir. NE anlat(mış)tı NİÇİN anlattı, NASIL anlattı sorularına ve cevaplarına bağlı işlemler, edebiyat yoluyla iletişim alanını oluşturuyor.

Hangi toplum tabakasında, ne zaman yaratılmış olursa olsun edebiyattan sayılan metinlerin dilin imkânlarıyla yansıtılan insanlaştırıcı, iletişim kurucu değer ve davranışlar olduğu açıktır. Malzemesi edebî dil olan anlatma ihtiyacını karşılayan sanat eserleri sapma ve sapıtmaları önleyen, marjinalliği durduran, insanlaştıran birer uyarıcıdır. Bu gerçekliğin diğer sanat dalları için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Edebiyattan sayılan metinler, zihniyet farklarına bağlı sürtüşme ve çatışmaların gösterilerek anlamlandırılıp anlamlandırılmasını isteyen bekleyen dilin özenle kullanıldığı ifade bütünlükleridir.

Çetinoğlu: Anlatma ihtiyacının kökeninde neler var?

Prof. Tural: İnsanlar, duyduklarını, bildiklerini, öğrendiklerini başkalarına nakletmek, bildirmek istiyor. Bu haber verme, bildirme, anlatma bir tebliğ yapısı ve üslubuyla değil, içinde vak’a bulunduran, hikâye(cik)ler aracılığıyla gerçekleştirildiği nispette ayrı bir ilgi görüyor. Hayatın sert akışı karşısında ona özel bir tat katma, bir tür güzelleştirme niyeti ve gayreti, anlatanı ve dinleyeni özel bir iklime taşıyor diyebiliriz. Bu güzelleştirerek anlatma çabası, farklı kişilere ait, fakat benzer özellikler üzerinden zihniyet çeşitlerinin yansıtılmasına aracılık ediyor. Duyguya dayanan, heyecanla beslenen, güzel ifade edilmeyle biçimlenen bu anlatma çabası hem iletişim sağlıyor, hem de toplumlaşmaya katkıda bulunuyor.

Vurgulanması gereken şudur: Özgün nitelikli, kalıcı özellikli sanat ve edebiyat eserleri, estetik hassasiyetle temellendirilip biçimlendirilen kompozisyonlardır. Edip unvanını  verdiğimiz insanlara ne yapıp ne yapmayacaklarını değil, kalıcı ve yaygınlaşıcı metinlerin temel özelliklerini söylemeye çalışıyoruz. Edebiyattan sayılan eserlere faydacı bir anlayışla yaklaşmayı değil, aslî özelliğe işaret etme anlayışıyla fikir yürütmeyi benimsiyorum. Şu örneği vermeyi uygun buluyorum: Su içmek elzemdir; ancak, kirlenmemiş, hastalık yapan bulaşmalara maruz kalmamış, temiz ve PH değeri insana uygun suları içmek hayatiyet için elzemdir. Edebiyattan sayılan eserlerin birer pınar olduğunu söylemek yanlış mıdır?

Malzemesi dil olan estetik uyarımlar yapabilen anlatma ihtiyacını karşılayan eserler, iç aynamıza yansıyan sorular, cevaplar, meraklar ve heyecanlar aracılığıyla benzeşirlik iklimi var etmektedirler, etmelidirler.

Çetinoğlu: Anlatma ihtiyacı karşılanırken dikkat edilecek hususlar olmalı…

Prof Tural: Anlatma adını verdiğimiz sözlü veya yazılı iletiye bağlı kompozisyon, anlatanın ilgi çekme niyetiyle yapılandırılmaktadır. İlginilmek, beğenilmek, başkalarının dikkatini üzerinde toplayarak saygı ve îtibar görmek her insan için -dozu farklı bir -beklenti ve çabadır. Söze dayanan kompozisyon var edenler anlatımı güzel ve etkili kılmak için özen göstererek bir iklim yapılandırırlar. Bu yapılandırma hayatın gerçeğinin yaşanmış veya yaşanmakta olanın aynen anlatılması değil gerçeğimsileştirilmesidir. 

Dinleyenin/okuyanın ilgisini çekip merakının giderilmesini sağlayan anlatma eylemi, şu vakitte, şu yerde, şu şahıslar’ın rol aldığı, şu hadiseler oldu veya olmuş veya olacakmış ögelerini taşımaktadır. Okutma, dinletme bekleyenler, bir olaycık, olay, olay örgüsüne dayanması gerekiyor; anlatma ihtiyacının da, dinleme ihtiyacının da temelinde olay ögesi var.

Bir vak’a etrafında anlatılan bilgilendirmeleri duygulandırmayla bezeyen tahkiyeli eserleri gelenekli tahkiyeli eserler, modern tahkiyeli eserler olmak üzere ikiye ayırmak gerektiğine inanıyorum. 

Bizde hikâye etme ve öyküleme kavramları kullanılmaktaysa da -doğrusu hikâyelendirmemeyle anlatım, hikâyelendirmeli metin olabilir- ben estetik hassasiyetin biçimlendirdiği gerçeğimsilikle bezeli olay(cık) taşıyan metinlere tahkiyeli eserler denilmesini savunageldim. 

Çetinoğlu: Batılı ülkelerde de aynı sanat var mı?

Prof. Tural: Batı dillerinde vak’a unsurunun ön plana çıktığı her türden anlatmayı karşılarken zaman içinde, yalnızca modern tahkiyeli eserlere ait anlatmaları karşılayan bir kavram var: Narration. Narrasyon kavramı, ilgiyi ve beğeniyi var etme çabasının ön plana çıktığı estetik heyecanların yapılandırdığı  olayların anlatılmasıdır.   

Mit, masal, destan, kıssa, menkıbe gibi anlatıcının önceden edinilmiş alışkanlıklara gelenek sayılan kuralsılara dayanan vak’alı metinler, gelenekli tahkiyeli eserlerdir. Üç yüzyıla yakın bir zamandır var olan novel, romans, roman, piyes, senaryolar ise modern tahkiyeli eserlerdir. Bunların yapılarının aslî unsurları ve yapılandırma gayretindeki incelikler konusunda telif, tercüme veya tercüme kokulu çeşitli teorik kitaplar bulmak mümkündür. 

Zaman ve mekân belirleyerek -çoğunlukla çok dar çevrede- gerçekleşmiş olaycıklardan en önemlisi sevdiklerimizin veya sevmediklerimizin hastalanması veya ölmesidir. Anlatma ihtiyacını var eden gerçekliklerden birincisi budur. İnsanın ezeli ve ebedi korkusu ölmektir, ölümdür. Ölüm dışındaki bütün gerçeklikler geçicidir ve ölmek dışındaki olay ve durumların tamamı bir rüyadan ibârettir. Ölmek mutlak kayıptır. Hastalık da sağlığın huzurun, mutluluğun kaybıdır. Kendisine, çok sevdiklerine ait ölüm ve ağır hastalık hâllerinin insanın iç dünyâsında ürkütücü, korkutucu, depremsi etkiler yaptığını bilmeyen yoktur. Sevdiği insandan mekândan çevreden ayrılma da bir tür kayıptır. Çok sevdiği insandan ayrılma da depremsi etkiler yapabilmektedir. Diğeri ise, herhangi bir konudaki başarı veya başarısızlıktır.

Çetinoğlu: Anlatma ihtiyacı, eğitim hâline dönüştürülebilir mi? Bir de anlatımda hikmetli sözlerin kullanılması meselesi var…

Prof Tural: Gerek olumlu gerekse olumsuz olay ve durumlar ile kişilere ait bilgi sunumu bir tür eğitimdir. Örgün eğitim öğrenme süreçlerinin içinden geçerken soru soran, sorularına cevap arayan bilinçli insan oluşturulması değil midir? Yaş guruplarını dikkate alarak kendi olma gerçekliğinin gerektirdiği hikmetleri kazanmak hem örgün eğitimin hem başta edebiyattan sayılan metinler olmak üzere yaygın eğitimin hedefi olmalıdır.

Her türden inançların ötesinde ve üstünde saydığım kavramlardan biri olan hikmet, ‘yaratılma sebebini arama’, ‘sevme adlı yönelişin ne olduğunu öğrenme’, ‘kendi olmanın sınırlarını idrak etme’ olarak sıralanacak değişim ve dönüşüm bilgisidir. Bu üç hikmete ulaştırıcı bilgi arayışı üzerinde düşünmemiş olanların yazdıklarının söylediklerinin ömrü kısadır. Hikmete ulaştırıcı bilgilerin kaynağı ve türleri konumuzun dışındadır. Hikmetli bilginin peşinde olma çabasının anlatma ihtiyacına, paylaşma arzusuna bağlı yansımaları, edebiyat metinlerini tahlil edenlerin bilmesi gerekenlerdir.

Hikmet kavramına sûfilerin yaklaşımına veya felsefecilerin süzülmüş imbiklenmiş bilgi olarak tanımlayışına yakın düşüncelerin sâhibiyim. Özlüce söylemeye çalışayım: Hikmet insana, insanla Rabbi arasındaki bağlara ait en derindeki sırlara doğru yönelmenin kazandırdığı bilgidir.

Vahyin muhatabı olma hakkı kazanan resuller ve nebiler o bildirimlerde yer alan hikmetli bilgilerin harfine dokunmadan nakletmek mecbûriyetindedir. O hikmetler ve onlara zemin oluşturan olaylar Rab katından gelen Ruhül-kuds da denilen Cebrail’in bildirimleridir. İlahî hüküm ve hikmetler tartışmazlık alanıdır; vahyin muhatapları iman sâhipleridir.

Çetinoğlu: Bilginlerin ve bilgelerin durumundan da söz eder misiniz?

Prof. Tural: Bilginler bilgeler ve şâirler ile tahkiyeli eser yazarları varlıklar dünyâsından kendilerine ulaşan bilgilerin uyarımların adlandırılmasını ve anlatılmasını farklıca yapmak hakkını kullanırlar. Bu onların hür irâdeleriyle gerçekleştirdiği bir adlandırma, anlamlandırma ve anlatmadır. Hürriyetlerinin kısıtlandığını söylemlerinin tehlike doğuracağını düşündüklerinde, anlatmak ihtiyaçlarını hayvanları aracı kılarak gerçekleştirmişler. İnsanların anlatmak ihtiyacının sonucu olan başkasıyla paylaşma dürtüsünü hayvan hikâyeleri üzerinden gerçekleştirerek istiare, telmih ve kinayenin hâkim olduğu metinler var etmişlerdir. En ünlüsü Kelile ve Dimne ile Tûtinâme’dir. Son devirde ise, G. Orwel’ın ‘Hayvanlar Çiftliği’ adlı yüz dile çevrilen eseridir.

Edebiyattan sayılan metinlerdeki adlandırma anlamlandırma ve anlatma ihtiyacı başka türden bir paylaşma alanıdır. Aynı olaya, duruma, varlıklara veya kişilere ait adlandırmalar anlamlandırmalar ve düşündürme inandırma nitelikli anlatımlar kişiden kişiye değişiyor. Anlatılanı ve anlatımı farklı kılan bu durum ise olay ve merak ögesine bağlı yapılandırmada heyecan ögesini öne çıkarmak niyetinden doğuyor. Dilin inceliklerinin kullanılarak var edilen estetik yapılandırmalar, vak’ayı ve onun unsurlarını bediî tefekkür adlı işlemlerin ürünleşmesine yol açıyor.

Şâirler vak’aya değil izlerine veya izlenimlerine dayanarak onlardan aldıkları çağrışımlara dayanarak duygularını düşüncelerini hayallerini kısaca tefekkürlerini ortaya koyuyorlar.

Tahkiyeli kompozisyonlar ise merak unsurunun biçimlendirdiği bir vak’aya dayanıyor. Merakı oluşturan ve geliştiren ise hikâyeyi anlatanın görüş açısıdır. Anlatan, hem dinleyenlerin kültürel birikimini dikkate alan, hem de onlara bilmedikleri, ilgilerini kesmedikleri bir hikâyelendirmenin parçası kılma işlemlerini gerçekleştiriyor. Gerek gelenekli tahkiyeli metinleri anlatanlar, gerekse modern hikâyelendirmeleri yazanlar, muhataplarının ilgi, takdir ve övgüsünü bekliyorlar.

Öncelikle şiir nitelikli bütünlükler hikmete dönük yanları ile bilgelik yansımalarıdır; tahkiyeli eser yazarları da bir bilgenin mırıldanması gibi dikkat edilmesi, duyarlılık gösterilmesi gerekenleri sezdiren tefekkür ettiren bilgelik tadı veren metinler yaratmaktadır.

Edebiyattan sayılan eserler, yazarların kendi hayatına gözlemlerine veya işittiklerine yahut okuduklarına dayanan vak’alardır. Bu vak’alar,  hem  metni var edenlerin yaşadıkları depremsileri, hem de başkalarını sarsan sevinç, kıvanç, mutluluk, övünç, haz, zevk ve ümit tablolarını,  hüzün, elem, üzüntü, kaygı,  korkuları  anlatmayı üstlenirler. Edebiyattan sayılan metinlerin her birisi iç dünyânın dışa taşınabilir olanlarının söze emânet edilmesidir.

(DEVAM EDECEK)

Seyfi üryan tutmak beyanı husumet midir?

Bakınız, bütün davranışları hemen kötülüktendir diye etiketlemeyiniz. Geçen yazımda Bonhoeffer’e atıf yaparak anlattığım gibi ters davranışlar kötülükten değil aptallıktan, cehaletten de kaynaklanabilir. 

Cehalet insanı yanıltır. Bilmediğiniz için kalkıştığınız yanlış işler, sarf ettiğiniz saçma sözler, kötü niyetinize yorumlanır. Onun için özellikle protokol ve gelenekler hususunda bilgilenmelisiniz. Mesela bilmelisiniz ki subaylar her zaman değil ama tören kıyafeti giydiklerinde kılıç taşırlar. Bu gelenektir. Yoksa birilerini tehdit için değildir. 

Subayların muayyen zamanlarda kılıç çekmeleri de tehdit için değildir. Tehdit sanmak paranoya denilen zihin çarpıklığına işaret eder. Mesela asker düğünlerinde yeni evliler, askerlerin çektikleri ve çatarak görkemli bir geçit kıldıkları kılıçların altından geçerler. O kılıçları damat veya geline, “Doğrarız sizi ha!” demek için çekmiyorlar. Onlara selam veriyorlar. Onları koruyacaklarına işaret ediyorlar. Onları kucaklıyorlar. 

Aksini düşünmek cehaletten midir… Hadi Bonhoeffer’e takılmayalım da cehalet demiyelim; kültür farkı diyelim, politik açıdan daha doğru olur. Ama bu kadar da olur mu? Hani 18. asırda, bilemediniz, biraz zorlayalım, 19. asırda olabilir. Ama 20. asırda! Epey bir zorlamak lazım. 

Paris neden büyük görünür?

Şimdi 18. asır nereden çıktı diyeceksiniz. Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin Paris hatıralarından çıktı. Meşhur Paris Sefaretnamesi’nde bulunan ve bulunmayan anekdotlar  var. Osmanlı, 18. asra kadar kimselere elçi göndermez. Çünkü yeryüzündeki tek devlet odur. Kendi kendine verdiği adla, Devlet-i Aliye’dir. Bu “tek devlet benim” tutumu Roma’dan mirastır. Osmanlı, Avrupa devletleriyle antlaşma yapmaz. Onlara ancak tek taraflı “Ahidname” verir. Kendi ahdidir, verdiği sözdür ahidname. Yoksa onlarla sanki eşitlermiş gibi karşılıklı oturup tartışacak, antlaşma imzalayacak değildir. Fakat 1699 Karlofça’dan sonra artık bu iddiayı sürdürmenin imkânı kalmaz ve elçi göndermeler başlar. İşte Osmanlı’nın Avrupa’ya yolladığı ilk elçilerden biridir Yirmisekiz Mehmet Çelebi. 

Çelebi anlatır: 

“Paris aslında İstanbul kadar büyük değildir. Fakat binaları üçer, dörder, hatta yedişer kat olarak yapılmıştır. Her katta çoluk çocuğuyla büyük bir kalabalık oturmaktadır. Sokaklarda da halk çok kalabalık görünür, bunun sebebi kadınların sokaklarda evden eve dolaşmalarıdır. Paris’te kadınlar katiyen evlerinde oturmazlar. Kadın erkek birbirine karıştığından, halk kalabalık görünüyor.   

“Dükkânlarda oturup alış veriş yapanlar da hep kadınlardır. Dükkânların içi ağzına kadar çeşit çeşit eşyalarla doludur.”

Çelebi doğru söylüyor. İstanbul o tarihte nüfusça Avrupa’nın en büyük şehridir.  Yılmaz Öztuna’ya göre Paris, ancak 1825’te İstanbul’u geçecektir. 

Davet edildikleri saraylarda da kadınları bir tuhaftır: “Sineleri üryan, bakışları davetkâr.” 

Çelebi’nin görevi Ramazan’a rastlamıştır. Heyet iftar yapacaktır. Kâfirler iftarı seyretmeyi arzu eder. Elden bir şey gelmez peki deyip davet ederler. Arkadan teravih namazını öğrenirler. Teravihi de seyretmek isterler. Çelebi pek de mutlu değildir ve anlatır: 

Çelebi’nin Fransız kadınlardan çektiği

“Akşama yarım saat kala bir de ne göreyim, altın ve ziynete batmış iki yüze yakın kadın konağımızı basıp,  içeri girerek karşılıklı sandalyelere oturdular. Konağımız âdeta kadınlar evine döndü. Dolup dolup taştı.  Arkadan, iznimizi duyan başka kadınlar da gelmeye başladılar. Bir anda birkaç bin kadın arasında kalıverdik; konağımız böylece bir düğün evi halini aldı.   

“Binlerce kadının azap verici bakışları arasında güç belâ iftar açarak yemeğimizi yedik. Daha sonra teravih namazını kıldık. Teravih kıldığımızı da ertesi gün duymuşlar, yine iftara yarım saat kala, iki bine yakın kadın kız konağımızı bastılar. Her birinin ellerinde şekerleme ve çörekler vardı. İftarımızı açıp,  yemeğimizi yedik. Muhterem misafirlerimiz bir türlü gitmek bilmiyorlar, gece ta saat üçe kadar yanımızda kalıp bizleri rahatsız ediyorlardı. Meğer teravih namazını kılmamızı bekliyorlarmış. Yapacak başka işimiz ve çaremiz kalmadı, mecburen kalktık abdest alıp teravih namazımızı kıldık.   

“İzin istemekte daha sonraki geceler de devam ettiler…    

“Biz de gece geç saatlere kadar oturup cemaatle ilâhi okuyor, tesbih çekiyor, sonra da kalkıp, Fransız kadınlarının hayran hayran bakışları arasında teravih namazını kılıyorduk.”   

Maksat ve algı

Rivayet odur ki Çelebi ve Osmanlı heyetinin karşılanma merasimi sırasında bir askerî birlik kılıçlarını çekip yüzleri hizasında, önlerinde tutarlar. Aynı selam bugün tüfekle veriliyor. Tüfek önde tutuluyor. “Silah takdimi – presenting arms” denilen bir merasim. Bu hareket muhtemelen, “Silahım sizindir, silahımla emrinizdeyiz.” etimolojisine sahiptir.

İşte bu selamla karşılaşınca Çelebi irkilir. Sonra durur, elini beline koyar ve kılıç çeken askerlere döner ve kükrer: “Seyfi üryan tutmak beyanı husumettir. Sokasız anları kınlarına!” (Kılıcı çıplak tutmak düşmanlık beyanıdır…)

Nedense bu günlerde tekrar hatırladım. 

Seyfi üryan tutmak beyanı husumet midir? – Milli Düşünce Merkezi

Prof. Dr. SÂDIK K. TURAL ‘ANLATMAK’ Kelimesinin Engin ve Derin Mânâlarını Anlattı.

(İKİNCİ BÖLÜM)

Oğuz Çetinoğlu: Maslov ‘Anlatmak ihtiyacı’nı basamaklarının hiçbirine yerleştirmemiş…

Prof. Dr. Sâdık K. Tural: Maslov’un yaptığı bu piramitte, sağlıklı sayılan her insanda ergenlikten ölünceye kadar bütün dönemler için geçerli olan muhtaçlıklar listelenmiştir… Temel ihtiyaçlar sayılan beslenme, sağlık, meslek sâhibi olma gibi Maslov’un alt basamaklarda yer verdiği ihtiyaçların birçoğu gerçekleştirilmeden zekâ merkezleri enerjilenemez. Beslenme, boşaltım, sağlık nasıl zorunlu ihtiyaçlar olarak görülüyorsa, özgüven, iş bitirmek, başarılı olmak da zorunlu ihtiyaçlar sayılmalıdır.  Maslov’un ihtiyaç saydıklarına ek olmak üzere ben de ‘anlatmak ihtiyacı’ maddesini eklemek istiyorum. Her yaşta farklı yansımaları olan anlatma ihtiyacı da her basamakta etkili birincil bir ihtiyaçtır. 

Edebiyattan sayılan metinlerin tahlilini yapmaktan sorumlu olan araştırıcıların Maslov’un ihtiyaçlar hiyerarşisiyle ilgili piramidinden haberdar olmalıdır.

Kelime denilen araçlar, ya soru veya hüküm bildiren ifâdeler yoluyla iletişim kurmaktadır. Genel olarak edebiyattan sayılan bütün metinler, özel olarak şiir, ‘hikmet’ nitelikli, ‘beyan’ özellikli ifâdelerin yansıma alanıdır. Şiir ‘hikmet’ nitelikli ifâdeyi özel bir beyan iklimine dönüştürürken örtülü söylemeyi esas almaktadır. Mazmun ve mecaz şiirin varlık alanının kurucu ögesidir. Faruk Nâfiz Çamlıbel’in ‘Şâire Kaside’ adlı nazmında

 ‘Eşyayı tanırken hepimiz sâde dışından 

Esrarına yol bulduk onun anlatışından

mısraları şiir ile hikmet bilgisi arasındaki ilişkiye işâret etmektedir.

Çetinoğlu: Bir de ‘hikmet’ meselesi var…

Prof. Tural: Hikmet, insanın iç aynasındaki isi, pisi, tozu temizleme, ruhun nefsin boyunduruğundan kurtarma niteliği taşıyan olumlu enerjilere kaynaklık eden bilgiler, hükümlerdir. Hikmet ahlâk, erdem, edeb kavramlarına bağlı değerler davranışlar kuran, geliştiren, koruyan her türden beyan nitelikli ifadelerdir.

Hikmet, inançların ötesinde ve üstünde bir hakîkat olan ‘Yaratılma sebebini arama’, ‘Sevme adlı yönelişin ne olduğunu öğrenme’, ‘Kendi olmanın sınırlarını idrak etme’ olarak sıralanacak değişim ve dönüşüm bilgisidir.

Hikmet kelimesini sûfilerin ‘arayış’ anahtarı saydığım yaklaşımını veya felsefecilerin süzülmüş imbiklenmiş bilgi olarak tanımlayışını unutmadan söyleyeyim:  Hikmet insanla ilgili en derindeki sırlara doğru götürücü ışıktır.

Ağıtlar, türküler, demeler ve nefesler ile ilâhiler hikmetli beyanlardır. Nazım, heyecan unsurunun üst seviyede öncü ve önder olduğu metinler olduğundan hikmet bir özel harç kıvamıyla örtüleri artırılmış bir yapı kazanan beyana dönüştürülmektedir.

Tahkiyeli eserlerde ise beliğ teşbih ve kinâye ögeleri başta olmak üzere, günlük iletişimin verdiği imkânlara bağlı söz ve mâna sanatları birer güçlendirici, bezeyici araç olarak kullanılmaktadır. 

En eski tahkiyeli metinler olan mit, masal, destan, menkıbe gibi eserlerde vak’adaki olay unsuru, mecazlı bir anlatıma aracılık etmektedir. Eski tahkiyede, gerek vak’anın yürütülmesini üstlenen varlıklar, gerekse zaman, mekân ile eşya nitelikli unsurlar, telmih, tevriye ve kinayeyle sunulur. Gelenekli tahkiyede ‘temsil’ et(tir)me anlayışı hâkimdir; bu temsil et(tir)me, gösterilmek istenen olumlu veya olumsuz değer ve davranışların tebliği ve telkinine aracılık etmektedir.

Gelenekli tahkiye alttan alta özgüven duygusu, iyi niyetli, hoşgörülü, ahlâklı, erdemli olmayı ve ilâhî adâlete inanmayı öğütlemektedir. Masal, halk hikâyesi ve destan metinlerini çokça okumuş olanlar, arka plandaki bilge konumlu anlatıcıyı idrak ederler, gerisi teferruattır. Gelenekli tahkiyede iç konuşmalar bulunur; bunlar iç çatışmalar, depresyonun gösterilmesi değildir.  Eserin başında atak, girişken, cesur, dürüst, merhametli, şefkatli, yardımsever, fedakâr ve tutkun olan da, tembel, korkak, aciz, yalancı, merhametsiz, insafsız, hasetçi, nefret taşıyan da, aynı rollerini, davranışlarını eserin sonunda da sürdürmüş olurlar. Gelenekli tahkiye trajik veya dramatik yahut komik olanı yakalama ve dinleyicide/okuyucuda etki yaratması konusunda abartıdan, olağanüstülüğe sığınmaktan çekinmez. O yapının gereği olan hikmet nitelikli bilgiyi hedefte tutmak ve okuyucuyu/dinleyiciyi ona ulaştırmaktır.

Halkın adâlet, güvenlik içinde çilesi az bir hayat yaşaması, sayıları bini bulan üst yöneticinin görevidir.  Üst yöneticilerin kibriyle halktan kopmasını önlemek için, hem de halkın ve ayarı bozulanların uyarılması için tahkiyeli eserler -özellikle de gelenekli tahkiye- çok önemli bir edebî, felsefî ve sosyolojik yaygın eğitim aracı olagelmiştir.  Kırk Vezir Hikâyesi gelenekli tahkiyenin temsilcilerindendir.

Modern hikâye, roman, piyes gibi metinlerde ise hırs, haset, riyâ ve kibirle bunlara bağlı iç ve dış çatışmalar vak’anın varlık sebebidir. Modern tahkiye gelenekli yapıdaki ayıklama ve arındırmayı tecrit ve temsil ögelerine bağlı yapılandırma hedefinden uzaklaşmıştır. Modern tahkiyeli eserler, İnsan denen varlığın her türden hırs, haset ve riyalarına bağlı örtülü ve açık mücadeleleri, sürtüşme ve çatışmalar üzerine kuruludur. Bu çatışmaların getirdiği çöküntü ve çirkinleşmeler ile insanlıktan uzaklaşmalar da ön plana çıkabilmektedir. Tezat, çatışma modern tahkiyeli eserlerin vazgeçilmezidir; bütün mesele bu tezadı hangi kelime ve cümlelerle anlatılacağıdır. Ahmet Mithat’ın Felâtun Beyle Rakım Efendi, Mizancı Mehmet Murat’ın Turfanda mı Turfa mı? Recaizade Ekrem’in Araba Sevdası adlı romanları bir şablon üzerinden gösterilecek karşıtlıklara dayanır. Psikolojik tahlillerin eseri derinleştirmesine rağmen Peyami Safa’nın Fatih Harbiye ve benzerleri çok fazla olan bazı eserler, tezatları anlatma üzerine kurulmuştur.

Çetinoğlu: Tezatlara muhalif misiniz?

Prof. Tural: Tezatlara karşı çıkmıyorum, dozuna işâret ediyorum. Sanatkârın hürriyeti vardır; bu ifâdeye katılıyorum. ‘Sanatkârın istediği veya ona tanınan nasıl bir hürriyettir?’ diye sık sık bana soruluyor. Edebiyat eseri veren ve bu işleviyle sanatkâr unvanı taşıyan ediplerin hürriyeti nasıl ifâde edilmelidir?

Roman, kısa hikâye yazarlığı ve şâirliği yanında,   edebiyat Târihçimiz Ahmet Hamdi Tanpınar’ın anıt eserlerden sayılan 19. Asır Türk Edebiyatı Târihi adlı çalışması, edebiyat bilimciler ve Târihçiler için bir başvuru kitabıdır. Eserin başındaki ‘Nev’ilerin Tekâmülü’ bölümündeki ve şahısları ele aldığı kısımlardaki tahkiyemizin geçirmekte olduğu değişim ve dönüşümleri sezdiren ifadeler, çok değerlidir.

 Sanatkâr doğup büyüdüğü, hayatın çeşitli yanlarının ve yönlerinin etkisiyle biçimlendiği bir kültürün parçasıdır. Onu saran bir kültür alanını yok sayamayız. O kültür alanı, farklı yansımalar da bulunduran bazı tabakalardan meydana gelmektedir. Edebiyat eseri veren insanlar, kültür tabakalarından birine veya bir kaçına hattâ geneline hâkim olan çözülmelere, çürümelere, yoksunluklara ve marjinalliklere karşı çıkmak hak ve yetkisine sâhiptir; bu konuda hürriyetinin kısıtlanmaması ortak tezimiz olmalıdır. Bütün mesele edebiyattan sayılan eserler verme niyeti taşıyanların, militanlık etmemesi, militanlık edilmesini hedef saymamasıdır. Hangi türden olursa olsun fanatizm,  grup kin ve öfkesine dönüştüğünde toplum ve istikrar yara alır, hastalanır. Sanatkârlar ahlâkın, erdemin ve kanunların belirlediği sınırlar içinde bağımsızdır. Onun hürriyeti bazı açılardan rind’in bağımsızlığına benzer. Rind, ‘hikmet’in kendisindeki çok etkili yansımalarıyla yaşamayı benimsediği için, Rab dışındaki bütün sınırlandırıcılara kat’iyen yüz vermediği için, tam hürdür, bağımsızdır. Onun hürriyetinin sınırları ahlâk ve erdemdir. 

İnsan olmanın en önemli özelliklerinden birisi bilgilenmeye bağlı olarak zihnin birçok bölümünün işlerliğe geçmesidir. İnsan, daha önceden kazanılmış bilgilerin yardımıyla, yeni durumları,  olayları ve varlıkları adlandırıp anlamlandırmaya çalışmasından sonra, anlatma basamağına geçmektedir. Israrla tekrarlayalım ki, beş duyusu veya onun ötesiyle algıladıkları karşısında insan, üç davranış gösteriyor: Adlandırma, anlamlandırma ve anlatma… Bu üç mutlak ihtiyaca ait yansımalar insandan insana değişiyor. Bu üç işlem dizisi bilginin kaynağı ve edinilmesine ilişkin çabaya göre çok değişiyor: Resuller, nebiler adlandırma, anlamlandırma ve anlatma işlemlerini yapma görevi üstlendiklerinden, üstte yer alanlardır; sonra bilgeler (veliler, sûfiler, hakîmler) sonra bilginler (temel bilimler, fen bilimleri, sağlık bilimleri, sosyal bilimler), sonra diğer insanlar.

İnsan bilgilerinin çeşitliği ve seviyesi, dile hâkimiyeti oranında zekâ adlı ana merkezlerin işlerliğini sağlamaktadır. Fıtrat denilen öz enerji, zekânın ana merkezlerinin işlevlerinin gereği olan işlerliğe kavuşturuldukça, insanlaşma boyutu ortaya çıkmaktadır. Zekâ adlı bilinmezleri bilinenlerinin yüzbinlerce katı olan merkezlerdeki işleyiş sistemlerindeki ışık hızına yakın işlerlik fıtrattan gelen bir özelliktir. Allah’ın var ettiği bilgi yansımalarından biri olan insan, insanın yansımalarının enerji merkezi zekâdır.

İnsanlaşma, fıtrat nitelikli öz enerjiye ulaşma süreçleri, var edilmişliğin sebebini aramaya açık bir zihin sâhipliği ile kendi olmaktır. Kişi ve toplum olarak kendi olmaya yöneltici süreçler, doğru, iyi, yararlı, güzel sayılan bilginin edinilmesini sağlayabilmektedir. Kişi, topluluk, toplum ve insanlık ölçeğindeki ortak bilgi ve benimsemeler önceki hatâların tekrarlanmasını önlemekte, eksiklerin giderilmesini hazırlamaktadır.

Daha önce yaşamış olan insanların biriktirdiği, soyut hükümler ile somut varlıklara ilişkin benimsemeler bilgi sayılmaktadır. Bir kısmı târihî kökence benzeştiklerimizin, bir kısmının ise, çeşitli toplulukların üretip benimsediği bu bilgiler, insan olup insan kalma amacına katkılarda bulunmaktadır. Bilgi edinme bir mecburiyet, bir mutlak ihtiyaçtır. İnsan bu ihtiyacın ve mecburiyetin gereğini yaptığı oranda toplumun bir üyesi, insanlığın değerli bir parçası, benzeşirliğin örneklerinden biri olmaktadır.

Önceki nesillerin miras bıraktığı atasözlerinin, deyimlerin her biri, bildirmek, bilgilendirmek, uyarmak, benzeşerek bir arada tutmak değil midir?

Çetinoğlu: İnsanoğlu hayatının her safhasında ihtiyaç hissettiklerini karşılamak durumundadır. İnsan ve ihtiyaç bağlantısından söz eder misiniz?

Prof. Tural: Her insan daima ihtiyaç ile bağlı, bağlantılı ve sarılıdır. Her insan, zamana, yaşına, cinsiyetine, bilgi birikimine, sosyal ve kültürel konumuna göre başka varlıklara bağlı ve bağlantılıdır Arapçadan alınıp Türkçeleştirdiğimiz kelimelerden biri, ‘ihtiyaç’ adını taşıyor. İhtiyaç, eksikliği duyulan, edinilmesi mutlaka beklenen, yokluğu ve/veya yoksunluğu için tepki verilen maddî veya mânevî varlıklar anlamına gelmektedir. İnsan tür ve işlevleri farklı varlıklara, eşyaya, durumlara ve davranışlara ulaşmak erişmek istemekte, bunları ihtiyaç saymaktır. Modern psikoloji, biyolojik ve psikolojik sağlıklılığın ihtiyaçların karşılanmasıyla doğru orantılı olduğunu gösteren araştırmalar ortaya koydu. Buna karşılık ihtiyaçların giderilmesinde kişinin çabasının derecesi ve doymazlık yüzünden oluşan hırs, haset, riyâ üzerinde nedense durulmadı. Muhtaç olan, ihtiyaç duyan insan,  istediklerinin, beklediklerinin elde ettiklerinin sınırını bilmezse, ahlâksızlaştıran erdemsizleştiren doymazlıktan doğacak tehlikeler araştırılmadı. Ahlâk ve kanun tanımazlığın, benzeşirlikten sapmanın kaynağında doymazlık, hırs, haset, riya olduğu araştırma ölçütlerinden ve hedeflerinden sayılmadı. Vahiy nitelikli dinler ile ahlâk temeline dayalı inançların, insanın doymazlığını ve nankörlüğünü, kendinin dışındakinin hak gasbını aklîleştirme eğilimine bağlı uyarıları görmezden gelindi.

Türkçedeki muhtaç olmak deyiminin içinde, bağlı hattâ bağımlı olmak anlamları bulunmaktadır. İnsan bedenindeki her hücre birbiriyle oranları farklı ilişkiler kurduğu gibi, bazıları bağlı bazıları bağımlı bağlantılarla organların işlevlerinin sürdürmesini sağlıyor.

Sistemin canlılığını devam ettirmesi için, başka varlıklardan aldıklarının ölçüsü, miktarı ve zamanı farklı olması gereken enerjilere ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaçların karşılanmasında ahlâk, erdem ve kanun tanımazlığın örneği olan sapma sapıtma ve alışkanlıklar bir yönüyle edebiyattan sayılan metinlerin yapısını oluşturmaktadır.

Çetinoğlu: Turgut Özel merhum, kurduğu partinin üç hürriyeti yaygınlaştıracağını beyan etmişti: 1-Teşebbüs hürriyeti, 2- Düşünce hürriyeti, 3-Düşünceyi yayma hürriyeti. Anlatma ihtiyacı, bir bakıma üçüncü hürriyet olabilir diye düşünüyorum.

Prof. Tural:   

İnsan, dil adlı aracın tanıdığı imkânlar oranında bilgi edinip, hem kendi gerçekliğinin, hem diğer varlıkların ne olup ne işe yaradıklarına ilişkin gerçeklerin bilgisine ulaşıyor. İnsan, kendisinin, benzerlerinin diğer varlıkların ve eşyanın işlevi, işlerliği konusundaki adlandırma ve anlamlandırma çabasının sonucu olan bilgiyi, anlatmak ihtiyacı ile donatılmış bir varlıktır. Anlatmak ihtiyacı Maslov’un piramidinin her basamağında farklı yansımalarla varlığını, işlevini sürdüren bir mutlak muhtaçlıktır. Merhum Özal Maslov’dan ilham almış olabilir. Renklendirilmiş cümle uygun değilse siliinebilir.

Bu adlandırma, anlamlandırma ve anlatma ihtiyacı bir yanıyla bilim ve bilgelik, bir yanıyla siyâset ve ticâret, bir yanıyla da sanat adı verilen alanlarda geniş kitlelerin paylaştığı kompozisyonlar hâlinde yansıtılmaktadır. Sanat alanındaki anlatarak yansıtmaların büyük bir kısmı da SÖZ adlı malzemeyle var edilenlerdir. Söz adlı, beyan nitelikli anlatma ihtiyacına dayanan kompozisyonlara, edebiyattan sayılan metinler adını vermeliyiz. Edebiyattan sayılan metinlerin çok serbest bir söz ikliminde gerçekleştiğini sanmak yanlıştır. Çünkü anlatma ihtiyacına bağlı işlemler, yaşanılan kültürün içinde, bilinen dilin imkânlarıyla gerçekleştiriliyor.

Adlandırma, anlamlandırma ve anlatma ihtiyacı bir sanatkârın görüş/bakış açısıyla biçimlendirilerek başkalarıyla paylaşır hâle getiriliyorsa edebiyattan sayılan metinler ortaya çıkmış oluyor. Bu metinler ister nazım, ister nesir olsun heyecanı esas alan duygulandırmaya dayanan bir tefekkür zemininde var ediliyor.  İnsanı tanımlamak adına şu hükmü ileri sürebiliriz: İnsan, heyecanlarına bağlı dürtü ve davranışları hayvanlaşmak yerine insan kalmak düzleminde güzelliğe bağlı etkilendirme niyetiyle sözle ve yazıyla anlatma çabası gösteren bir varlıktır.

Anlatma ihtiyacı duyanlar öncelikle işittiği, gördüğü, gözlemlediği, yaşadığı; sonra da okuyarak kazandığı bilgiyi paylaşmaya dayalı bir dürtünün yönlendirmesi altındadır. Birikimlerindeki olumlu veya olumsuz kişi, olay ve durumları anlatmayanlar, anlatamayanlar veya gizleyenler bir süre sonra çeşitli rahatsızlıklarla karşılaşmaktadırlar.

Anlatma adlı durum, edinilmiş bilginin -kendi yorum penceresinden görülenlerin- başkalarına sunulmasıdır. Çeşitli alanlara ait bilgiler farklı sunum yollarıyla başkalarına iletilmektedir. Yakın veya uzak geçmişe ait kişi, olay, durum ve kalıntılara ait bilgiler farklı bilim dalları aracılığıyla meraklısına sunulmaktadır. Târih, arkeoloji ve sanat Târihi başta olmak üzere çeşitli alanlar geçmişte var edilmiş olay, durum ve eşya ile bunların öznesi olan kişi ve toplumlar konusunda araştırmalar yapıp hükümler üretiyorlar. Bu türden hükümleri de, bir hukukî veya tıbbî araştırmaya, soruşturmaya bağlı olan mecburluk ile sınırlanmış anlatmaları da -şimdilik- bir kenara bırakalım. Vak’a unsurunun anlatanın vazgeçilmez saydığı metinlerden, gerçeğimsileştirmelerin öne çıktığı anlatmalar, ayrı bir alan oluşturur. Anlatmak ihtiyacı, işittiğinden emin olunan varlıklarda etkiler yapması, değişim ve dönüşümler uyandırması, benzeşmeyi ve bütünleşmeyi artırması beklentisine ait söze dayalı yansımalardır.

Türk soylu halklar, coğrafyanın zamanın ve şartların değişim ve dönüşümlerine bağlı bir sonuç olmak üzere kendi dilleri konusunda bilinçli bir tutum göstermemiş olsalar da, BEN ve O; kendim ve öteki arasındaki ayrıştırmaya bağlı bir bilinç sâhipliği ile Târih içinde kendine özgü bir yer kazanmıştır. Bir ‘nebi’ olduğunda neredeyse birleşilen Oğuz Kağan adının merkezde olduğu tahkiyeli metinde benlik, kimlik ve erdemi önceliyen bir anlatım görüyoruz. Diğer yandan henüz Avrupa’daki dillerin klanlara ait dilcikler olduğu Târihlerde, bir devlet adamının ağzından anlatılan Orhun Yazıtları 1350 yıl öncesindeki kendilik bilinci ve öteki bilgisinin apaçık yansımalarıdır. Bu iki ulu metne, Korkut Ata metinlerini, Manas destan kolları ile Gur/Gor, Kör oğlu kollarını eklemeliyiz.

(DEVAM EDECEK)

Yalan Değil Aptallık

Bazen Atatürk’e, bazen laikliğe, her zaman Türkçülüğe saldıranların yalan söylediklerini düşünüp kızıyordum. Öyle ya, insanın en incindiği hâllerden biri kendine yalan söylenmesidir. Bir kere bana yalan söylenmesi, aptal yerine konmak, manipüle edilmek anlamına geldiği için hakarettir. İkincisi, karşımda insan kılığında bir canlı vardı fakat yalan söyleyerek aslında o kadar da insan olmadığını gösteriyordu. Buna üzülünmez de neye üzülünür! Çifte yara!

Yalana tepki, insanın fıtratında var. Evrim psikolojisi bunu gösteriyor. Biz toplum hâlinde yaşamaya mecburuz ve yalan, toplumu yıkan bir ahlaksızlık cinsi. İnsan, en çok toplumu tahrip eden davranışlara karşı tepki göstermeye kurgulu. Yalana, adaletsizliğe, şiddete. Toplum dürüst, adil ve gereksiz şiddete eğilimi olmayan bireyler istiyor. Böyle olmayanlara karşı da yapımızın çok derinlerinden gelen bir tiksinti duyuyoruz. Bunlar, milyonlarca yılın genetiğimize işlediği duygular. 

Bir karış toprak vermedi

Sonra başka bir şeye uyandım. Belki insanların günahını alıyordum. Yalan söylediğini sandıklarım belki yalan söylemiyordu. Hezeyanlarının doğruluğuna, gerçekliğine inanıyorlardı. 

Sultan İkinci Abdülhamid bir karış toprak vermedi. Bunun müzikalini de yapmışlar, “Bir karış toprak vermedi.” diye bitiyor. Vikipedia’ya bakıyorum. Ansiklopedide, “II. Abdülhamid Döneminde Toprak Kayıpları” diye madde var: “II. Abdülhamid, Osmanlı İmparatorluğu’nun 1.592.806 km² toprak ile en çok toprak kaybeden padişahlarından biri oldu. 1878’den 1908’e kadar Mısır, Sudan, Habeş vilayetleri (Eritre, Cibuti, Kuzey Somali toprakları), Tunus, Sırbistan, Karadağ, Dobruca ile birlikte Romanya, Bulgaristan, Girit, Kars, Batum, Ardahan, Artvin, Bosna-Hersek ve Kotur şehri, onun döneminde kaybedildi. Yemen’de 1904 sonrasında İmam Yahya ve Şeyh İdrisi isyanları, Lübnan’da Ammiya Ayaklanması baş gösterdi, Kuveyt özerk hale gelip İngiliz kontrolüne girdi, Arabistan’da döneminin başında sağlanan kontrol 1902 ve sonrasında İbn Suud isyanı ile kaybedildi.”

Büyük âlim

Daha neler var. Mesela, 9 Eylül’de Yunan denize dökülmedi. Tek kurşun atılmadı. Yunan alacağını alıp 6 Eylül’de Türkiye’yi terk etti. Hatta Millî Mücadele hiç olmadı- Yunan tarihlerinde yok. Mesela bakınız, bir milletvekilinin bir komisyondaki konuşması: “…Biz milli güvenlik akademisinde oralardaki şehitlikleri dolaştık. Bütün şehitlikler temsilî. Bunlar çok önemli, anlayış olarak bir yere gelmek istiyorum. Burada Ankara Hükümeti’nin meşruiyetiyle bazı şeyler yapılmış süreç içinde bazı şeyler…” (Ak Parti Ordu Milletvekili İhsan Şener, 28 Kasım 2011, TBMM İnsan Hakları Komisyonu zabıtları. 

Buyurun, bu da iktidarımızın yere göğe sığdıramadığı, isminin önüne “üstad” koymadan adını ağzına almadığı, hangi icadından ve keşfindense “büyük âlim” sıfatını tevcih ettiği Kadir Mısıroğlu’nun bir konuşması: Bizim efeler, Yunan’ı altı ayda Anadolu’dan atacakken Atatürk ve İnönü gizli bir anlaşma yapıp harbi, iki buçuk yıl uzatmışlar. Kiminle yapmışlar? Gizli dedik ya. Niçin uzatmışlar? Böylelikle büyük adam, büyük kurtarıcı olup Türkiye’nin yönetimine el koyacaklarmış; öyle de yapmışlar. Aslında ne Atatürk’e ne  arkadaşlarına ne de ordu teşkiline gerek varmış. Buradan izleyebilirsiniz.

Bu ve bunun gibi niceleri ve bunlara inanan, bunları tekrarlayan bir sürü de insan var. Dediğim gibi bunlar yalan söylüyor diye kızıyordum, sinirleniyordum. Sonra bende bir aydınlanma meydana geldi. Fark ettim ki ilk uyduranlar, saçmalıkları ilk inşa edenler yalancıydı muhakkak. Fakat onların peşine takılanlar yalan söylemiyordu. Akla, mantığa, her türlü bilgiye sığmaz bu hezeyana gerçekten inanıyordu. Bu bir hainlik, yalancılık ve riya meselesi değil cehalet ve aptallık meselesiydi. 

Bonhoeffer bize sesleniyor

Tam bu sırada, tevafuk denir ya, bir arkadaşım bana Bonhoeffer’in “Aptallığın Teorisi”nin tercümesini attı. Dietrich Bonhoeffer, Nazi Almanya’sında muhalif bir papaz. Tutuklanıyor, hapsediliyor ve 1945’te asılarak öldürülüyor. Sonra ne göreyim, Karar’da sütun komşum Salih Cenap Baydar, Bonhoeffer’in aynı konudaki fikirlerini yazıyor; Ahmaklık Teorisi: Direniş ve Teslimiyet başlığıyla yayımlanan kitaba da işaret ediyor. Baktım, kitap bir buçuk yıl önce yayımlanmış. Bizim birdenbire ve hep birlikte Bonhoeffer’i keşfetmemizin bir sebebi olmalı. Öyle anlaşılıyor ki aptallık denizinin yükselişi, alarm noktasını aştı!

Bonhoeffer özeti: 

Siyasi veya dinî otokrasi, bendelerini, takipçilerini aptallaştırıyor. 

Gözlerinin önündeki gerçekleri görmez oluyorlar. 

“Onlarla konuştuğunuzda bir insanla değil, sloganlarla konuşmaya ayarlanmış bir robotla konuştuğunuz hissiyatına kapılıyordunuz. Büyülenmiş gibiydiler. Değil kötülük yaptıklarını, ne yaptıklarını bile bilmiyorlardı.”

Kötülükle mücadele edersiniz. Böylesine aptallığa karşı ne yapabilirsiniz? “Kalpleri vardır anlamazlar, gözleri vardır görmezler, kulakları vardır duymazlar.”

Bonhoeffer’in aptallığın yaratıcısı diye nitelendirdiği otorite belli: Naziler. Bizimkileri aptallaştıran hangi otoriteler diye sormamız, araştırmamız lazım. Bizdeki öyle son yirmi-otuz yılla sınırlı değil. 

Yalan değil aptallık – Milli Düşünce Merkezi

Prof. Dr. SÂDIK K. TURAL ‘ANLATMAK’ Kelimesinin Engin ve Derin Mânâlarını Anlattı.

(BİRİNCİ BÖLÜM)

Oğuz Çetinoğlu: ‘Anlatmak’ kelimesinin kökeninden başlayabilir miyiz Hocam?

Prof. Dr. Sâdık K. Tural: Türk dilinin en eski kelimelerinden birisi ANG kökünden üretilen ang -la-mak fiilidir; ANG (damak n’si) kökünden doğan anlamak kelimesinin uyandırdıkları zengindir: Bu kökten, öğrenmek, bilmek, ilgilenmek kavramak, bir konu etrafında duygusunu düşüncesini yoğunlaştırmak, sezmek, merak etmek anlamlarına gelen kelimeler türetilmektedir.  Ang-la-dığını başkalarına an-lat-mak ve an-la-ş-mak kelimeleri aynı kökün türevlerindendir.

Çetinoğlu: Sizin târifleriniz Farklı, zengin ve renkli oluyor. Anlamak’ kelimesinin ifâde ettiği mânâyı da lütfeder misiniz?

Prof. Tural: Anlamak aklın, sezginin, ilhamın, hayal kurmanın, duygulanmanın, fikir yürütmenin, bilinçli olarak değerlendirebilmenin işlerliği ile oluşan bir sonuçtur.

Anlamak fiili, beş duyu ve diğer özelliklerin işlerliğe geçerek merakların giderilmesi, karşılaşılanın tanınıp, kavranıp değerlendirilmesi (hükme bağlanması) işlemidir.

Ang kökünden türeyen kelimelerden biri -anlam vermek- anlam’dır. Kavrayarak bildiğimiz, kesin saydığımız hüküm (yargı) nitelikli bilgiler anlam (Arapça, ma’na) sayılır. Bilgi, anlama yoluyla kazanılanlardan oluşan ve bedenî ve ruhî tepkileri biçimlendiren hükümlerdir. Bil- kökünden türetilmiş bilgi,  anlama işleminin tamamlanmasıyla oluşmaktadır. Bilgilerin hem her biri, hem de tamamı, adlandırma, anlamlandırma, benzerliği, ayrılığı ve karşıtlığı kavrayabilme, hükümler verebilme gücü ve yetkisi kazandırmaktadır.

Arap dilinden alıp kullandığımız ilk üçü fehim (mefhum) zekâ, (tezkiye), idrak(müdrike) kelimelerinden türeyen en az on beş kelimenin karşılığı olmak üzere ang kökünden bir çok kelime üretilebilirdi.  Türkçenin kelime yapma imkânlarının kullanılmamış ve medrese ve enderun baskısının Türkçeye verdiği zararların karşısında durulmamış olması çok üzücüdür. Kaşgarlı Mahmut’u, Ali Şir Nevâî’yi, Vankulu sözlüğünün var edicisi Vankulu Mehmed Efendi’yi, ansiklopedik bir eser yazan Ahmet Vefik Paşa’yı, Şemseddin Sâmi’yi ve bu konudaki bilgi ve bilincini Geometri terimleri konulu sözlüğü ile örneklendirip Dil Kurumu’nu kuran Mustafa Kemal Atatürk’ü rahmetle minnetle anmayanlar, hem bilgisiz, hem bilinçsizdir. Bu bilinç anıtlarına Gökalp’ı, Ömer Seyfeddin’i, Gaspıralı İsmail ile Mirza Fethali Ahundzade’yi eklemeliyiz. 

Dil bilgisi bilgileri aktarmak yerine bir küçük hatıramla konunun başka bir yanına işaret edeceğim:

Kırıkkale’de ilkokulun 4. sınıfına başlayacaktım; okulların açılmasına iki hafta kala, babaannemin ‘emri’ üzerine, annem beni götürüp onlara bırakmıştı.

Merhum babam, iki ortalı ( 2 forma, 32 sayfa demek) sayfaları çizgisiz, saman sarısı bir defter almış ve “Mektep açılınca tahrir dersinde, öğretmen, ‘yaz aylarında ne yaptığınızı anlatın’ diyecektir, hazırlığın olsun. Her gün ne olduysa, ne duyduysan bu deftere yaz.” demişti.

Babaannemde olduğum günlerden bir öğle üzeri olanları defterime yazmıştım. Babaannem 1900 (?) doğumluymuş; ondan 3-4 yaş daha büyük olduğunu sandığım bir hanım, ‘misafirliğe’ gelmişti. O hanım babaanneme adıyla hitap ediyordu. Hanım avluyu geçip eve girdikten sonra oturur oturmaz,  sert bir ses tonuyla ile önce halamdan ayran istedi, sonra, babaanneme,

Gel hele bacım, ne duyduysan sen ağnat diğneyim, ne bellediyisen söyle belleyim. Ağnat ki haberim ossun.’ dedi. Bu cümleleri defterime nasıl bir imlâ kullanarak kaydettiğimi hatırlamıyorum; ama kulaklarımda duruyor.  Halam yetişkin kadınlar için elbise dikerdi. Gençler, orta veya yaşlı hanımlar gelirler bir şeyler anlatırlardı. Yaşlı teyze babaannemin duyduklarından, gördüklerinden, işittiklerinden söylenmesi gerekenlerin kendisine anlatılmasını bekliyor olmalıydı. Babaannem cevap vermeyince ‘Ağnatırsan ağnarım, kele ağnat’ diye tekrarladı. Babaannem de -O  da sert bir kadındı- ‘Hele hoş geldin, soluhlan da ben soruyum. Sen daha çok geziyon; kele ağnat biz diğniyek. diye karşılık vermişti.

Babaannem ile misafir kadın arasındaki konuşmaların anlamı, edinilmiş bilgilerin aktarılmasını, bu yolla da ortaklıkların sürdürülmesini sağlamak değil midir? Eve gelince merhum babama o sayfaları okumuştum.

Çetinoğlu: Unutmamışsınız, bütün teferruatıyla hâfızanızda…

Prof Tural: Önceki nesillerden dinleyerek kazandığım bilgiler benim servetimin önemli bir kısmını oluşturuyor.

Çetinoğlu: Taraflardan birinde anlatma, diğerinde bilgi edinme ihtiyacı varsa uyum sağlanır. Fakat anlatılanlar, doğru bilgi olmayabilir…

Prof. Tural: Târih toplumların birbirini sindirmek, baş eğdirmek üzere yaptığı mücâdeleler ile üstünlük sağlayıcı bilgi ve teknoloji üretim yarışlarını anlatan bilgi kaynağıdır. Târihte yaşamış toplumların birbiriyle dostluklarının veya düşmanlıklarının kaynağında, ‘benim anlattığım gibi anla, düşün, yaşa, anladığım gibi anla’ tezi yer almaktadır. Toplumlar arasındaki soğuk ve sıcak savaşların arkasında, ‘üstün’ akıl, bilgi, gelir, mülk ve silah sâhibi olanların anlatma ve dinletme hakkına ilişkin dayatmalar bulunmaktadır. Anlatma hak ve yetkisi birikim’e dayanmaktadır; kişi veya toplumdaki bilgi ve tenoloji birikimine ait azlık, ilkellik ise, yoksulluğun, güçsüzlüğün sebebi olmaktadır.  

İnsan bilgi öğrenmeye mecburdur. Bilgi, yanlış adlandırma ve yorumlamayı önlemekte, hatâ yapmayı veya yanlışı, zararlıyı tercih etmeyi azaltmakta, engellemektedir. Bedenini, aklını, emeğini, malını, mülkünü, diğer insanlardan ve varlıklardan korumak için bilgi öğrenmek en önemli ihtiyaçtır. Bilgi, kendi için en iyi olanı seçmeye, güvende olmaya ilgi ve itibar görmeye yol açan hüküm nitelikli cümleler toplamıdır. Bilgisizlik, bilgi yetersizliği, tehlikelere ve sömürülmeye açık olmaktır. Bilgi kendine özgü bir güç olup konum (statü) ve işlev (rol, fonksiyon) belirleyici bir servettir. Bilginin değerlisi ve beğenilir olanı, seviyeli meraklarla bulunanıdır. Seviyeli bilgi edinip hayatını düzenleme konusundaki yetersizlikler, kişilerin ve toplumların başkaları tarafından beden ve zihin bakımından sömürülmesini kaçınılmazlaştırmaktadır.

Kazanılmış bilgilere dayalı maddî ve manevî tepkiler ile basit refleksleri birbirine karıştırmamak gerekir. Çeşitli kaynaklardan gelen çok çeşitli uyarımların bilgiye dayalı olarak değerlendirilip tepki verilmesi kendi olma gerçeğinin temel göstergelerindendir. Bilgi, kendine gelmeyi, kendini bulmayı, kendi olmayı sağlamaktadır. İnsan, iyi ile kötüyü, yararlı ile zararlıyı, ahlâklı ile ahlâksızı, güvenli ile tehlikeliyi, güzel ile çirkini ayırt edemediği zaman kendinde değildir. Kendinde olmayanlar bilmenin var ettiği beklentileri, yeterliliği gösteremezler. Kendinde olanlar, hem kendini güçlü ve yeterli kılan bilgiye dayanan konumlanma ve tepkilerde bulunmakta, hem de başkaları için kendilik ve benzeşirlik ile ötekilik alanlarının sınırlarını kurmaktadır. Bilgi nitelikli hükümlerin bir bölüğü yaşanmışlıklara bağlı tecrübe veya gözlemlerden, bir kısmı okuyarak veya dinleyerek elde edilmektedir. Bilgi sayılanların derinliği, genişliği, özgünlüğü ve zenginliği, hem anlatma ihtiyacı duyana özgüven duygusu veriyor, hem de, anlatılana paydaş olanların ilgisini ve sayısını artırıyor.

Allah, her varlığı, ömür ve kader ve yaratma sebebi ile var etmiştir. Her varlığın bir işlevi ve bir başka varlıkla mutlaka bağ ve bağlantısı olduğu bir evrenin içindeki zerreleriz. Halık (var eden) olan Allah varlıkları ömür, işlev ve işlerlik ölçütleriyle yazılımlı (kaderli) kılmıştır. Bu yazılı ait en önemli incelik her varlığın her parçasının birbirine ve başka varlıklara bağlı, bağlantılı ve muhtaç olmalarıdır.

Çetinoğlu. Taraflar arasında sizin tâbirinizle ‘benzeşirlik’ yoksa…

Prof. Tural: Genel olarak varlıkların, özel olarak insanın ömür, işlev, kader, işlerlik ve bağlantılanma zincirine ait bilgi toplamına fıtrat deniliyor. İnsanın fıtratı, varlıklar âleminin en özel yapılarından biridir. Fıtrat adlı öz-enerji ve onun yansıma alanı olan iç ben/ iç ayna Allah’ın insana verdiği bir armağandır. Fıtrat adlı öz-enerji, iyilik, dürüstlük, yararlılık ve güzellik ölçütleri ile bezenmiş bir yapı hâlinde yansımalara dönüştüğünde öz-güven oluşuyor. Öz-güven bilgiyi mutlak ihtiyaç saydığı oranda sapma ve sapıtmalardan korunuyor.

İnsanın fıtratında tıyn(et)inde sınavdan geçirilerek arıtılması gereken dört mutlak olumsuz enerji var: Hırs, haset, kibir ve riya… İnsan bu dört enerjinin etkilerinde kurtulduğu oranda, huzur (dinginlik) ve mutluluk kazanıyor. İnsanın öz-yazılımı fıtratını arıtma konusunda duyarsız ise eğilimleriyle bozduğunu bilmeyen yoktur. Güvenli bilgiden, bilgilenme ihtiyacından uzak insanların ihtiyaç anlayışları kirlenmeye başlıyor. İyilik, dürüstlük, güzellik ve yararlılık kazandırıp artıran bilgilere ihtiyaç duymayanlar öncelikle yetersizliğin sonra insan fıtratına aykırılığın içine düşüyorlar. Hırs, haset, kibir ve riya adlı dört kanser benzeri virüsten uzaklaştırıcı bilgilere yönelenler,  bedenini, canını ve ruhunu korumuş oluyor. Bu dört virüsten uzaklaştırıcı bilgiler ve yaşantılar, öz-enerjinin işlevli ve işler konumda olmasına yol açıyor. Öz-enerjinin işlevli ve işler olmasının kılınmasını sağlayanlar edindikleri bilgileri anlatma ihtiyacı duyuyorlar. Allah’ın armağanı olan fıtrat adlı öz-yazılımın, öz-enerjinin yansımalara dönüşmesi bilgi ile doğru orantılıdır. İç-ben fıtratın yansıtılmasına aracılık eden bir özel yapıdır. İç beni hırs, haset ve riya ile kirletenler akıllı görünümlü hastalıklılardır. Onlar huzur (dinginlik) tatmin (doygunluk) ve sekinet (iç denge) ile mutluğun kırıntılarına veya sahtelerine teslim olmuş açgözlülerdir. Onların sevgilerindeki hastalıklı durum, şefkat, merhamet ve yardımseverliği bir vitrin malzemesi hâlinde yaşamalarına yol açmaktadır. Hırs, haset, riya sâhipleri, sevmenin derecelerini ve tiplerini birer maske ve rol malzemesi olarak kullanmaktadırlar. 

Bir kadını, bir erkeği, bir çocuğu sadece ve sadece kendisi için sevenler, kendisi için isteyenler, bunu hırs hâline getirenler, iç aynası kirli yaratıklardır. Sevmek, ne köleleştirmek, ne de köleleşmektir. Sevmek derinlerdeki gerekçeyi bilme ölçüsünde enerji aktarımlarına yol açan, sadakat, fedakârlık ve sabır adlı besleyicilerin var ettiği iklimdeki an’ların tadına varmaktır.

İnsan Allah ile bağlantı kurma hakkı verilmiş cüz’i olmakla birlikte değiştirme dönüştürme yetki ve yeterliliği taşıyan irâde(ler) adlı bir enerji türüne sâhiptir. O, fıtratındaki bu enerji türlerinden birini yansıtabilmek için kendini bilmeyi ve sevmeyi öğrenecektir. Rabb’ın yakınlığını istemek niyeti ve gayretiyle, kendisini Yaratan adına sevmek kendi olma için bir zorlu basamaktır. Bu bilgi ve anlayışla da bir başkasını -kendisinden çok fazla etkilendiği için- Allah için sevmek muhabbet denilen hâldir. Hakk’ın istediği gibi olmak şartı ile kendini sevmek iç aynanın, iç ben’in hırs, haset, kibir ve riyâdan kurtulması oranında bir haktır. Bu şartı hangi oranda olursa olsun yerine getirmek bedenî ve rûhî depremlerden kurtulmayı veya sarsıntıların şiddetini azaltmayı sağlamaktadır.

Çetinoğlu: Dolaylı olarak bakıldığında büyük kayınpederiniz olarak kabul edebileceğimiz rahmetli İbnülemin Mahmut Kemal İnal; ‘Hak edebildiklerine râzı olanlar, Hakk’ın kendilerinden râzı olduğu kullar gibi nadirdir.’ Buyurmuş. Cenâb-ı Allah’ın nimetlerinden bereketinden ve ihsanından hisseyab olabilmenin şartları vardır. Sizce o şartlar nelerdir?

Prof. Tural: ‘Kendisi olma’, bilinçli (meşru, saldırgan olmayan, haddini bilen) bir gerçekleşmeye dönüştüğünde insana olumlu enerjiler ve yönlenmeler kazandırmaktadır. Bu konuda felsefecilerin, psikolog ve psikiyatri hekimlerinin birbirinden çok uzak olmayan görüşleri bulunmaktadır. İslâm sûfilerinin ‘nefsin hakikatine sâhip çıkmak’ dedikleri bilinç seviyesi, arınmanın ön şartıdır. Kendi olmak, Rabbın sırlı emâneti olan ruhun bedenin ve canın esirliğinden kurtulup bağımsızlaşması, zaman ve mekân sınırlamalarından kurtulması demektir. Ruh beden ve can olmak üzere iki uçmayı önleyicinin etkisi ve tehdidi altındadır. Rûhun hürriyetine kavuşması -bir rindin veya sûfininki kadar değilse bile- her insanın ulaşabileceği bir konumdur. 

Hırs, haset, riyâ ve kibir adlı virüslerden arındıran bilgilerin dışındaki yansıma ve yansıtmaların, insanların gözlerini boyayanların anlattıklarının hiç birisi özgün de kalıcı da değildir.

İnsanda, İç ben, iç ayna dediğimiz insana özgü çok özel bir dünyâ var.   İÇ BEN, çeşitli uyarıcılar ile karşılaşınca yenileri adlandırıp anlamlandırmaya, eskileri hatırlamaya çalışıyor. İç ben, ruh adı verilen varlığın yansıma alanı olmalı; ruh,  bilinmezliğine rağmen üzerinde ileri geri konuşanların çok fazla olduğu Rabbin çok özel armağanlarından biridir, diyebiliriz. 

İnsan ve idrak edebildiği varlıklar üzerinde derinlemesine düşünmekten kaçmayanlar, metafizik alanın sınırına ulaşıyorlar. Bu evren ve içindeki varlıklar kendi kendine oluşmadığına göre bunları düşünüp programlayıp yaratmış bir sınırsız bilgiye ve yaratma erki ile onları kaderlendirme kudretine, iktidarına sâhip Allah vardır.

Çetinoğlu: ‘İnsan’ denilen varlık ne kadar güçlü ve muktedir olsa da mutlaka bir şeylere muhtaçtır. İnsan yaratılma sebebini bilmesi ona bâzı avantajlar sunar mı? 

Prof. Tural: Her hücre başka bir hücreye, her organ başka bir organa her canlı başka bir canlıya ve/veya cansıza muhtaçtır, bağlı, bağlantılı, hattâ bağımlıdır. Tek ve benzersiz olan Allah, samet’tir. Samet hiçbir varlığa hiçbir şekilde bağ ve bağlantısı, ihtiyacı olmayan anlamına gelen bir sıfat isimdir. Yaratma (halk) gücüne sâhip olan Rab, bütün varlıkları kaderlendirmiş (yazılımlandırmış) olarak kâinattaki yerine ulaşma irâdesinin mâliki olan Allah’tır. Varlıkların hepsi, Allah’ın ilim ve irâdesiyle ömürlü, işlevli ve işlerlikli olma ve bu özelliklerini sürdürürken de muhtaçlık ile biçimlendirilmiştir.

Allah’ın insanı yaratmasının mutlaka bir sebebi vardır; insan yaratılma sebebini, öz kıvamını aramayı, bulmaya çalışmayı, buna ait bilgilere ulaşmayı istediği oranda, hayvanlıktan kurtulur. İnsan öz kıvamına ulaşma çabasını nisbetinde, kendi ruhu ile güçlü bağlar kurabilme, bütünleşme ve bilgi edinme yeteneğinde özel enerjilenme (keşf, ilham, istidraç, keramet vb) kazanır. Öz kıvamını arama ve bulma çabası heyecanlarının ve dürtülerinin arınmış tefekkürle bezenmesini hazırlamaktadır. Bilgiye dayanan, akıl yürütmelerle, ilhamlarla zenginleşen fikir üretmeler iyi, faydalı, güzel ve ulvî olanı seçmeyi, güvende olmayı hazırlamaktadır.

Çetinoğlu: Tefekkür kabiliyeti sınırlı olanlar için insanın ihtiyaçları hakkında neleri hazırlatırsınız?

Prof. Tural: Abraham Maslov adlı ünlü psikolog ‘İhtiyaçlar Hiyerarşisi’ adını verdiği bir piramit oluşturmuş. Maslov tarafından, beş ana bölüm/basamak üzerinden ihtiyaçların önde gelenleri gruplandırılmış; ihtiyaçlar bu piramitteki basamaklarda en alttakinden üste doğru şöyle sıralanıyor:

1-Fizyolojik (nefes alıp verme, su, yemek, dışkılama, uyku, yediğini sindirme, cinsiyete bağlı ihtiyaçlar)

2-Güvende olma (Beden, âile, ahlâk, inanç, iş, mülkiyet güvenliği)

3-Sevme/sevilme, âit olma (âile, arkadaşlık, kardeşlik, beğenilme arzulama, arzulanma, bütünleşme, mahrem ihtiyaçlar)

4-Değerli olma, saygınlık/itibar görme, beğenilme (Kendini beğenme, kendini en önde sayma, beğenilme, takdir edilme, saygı görme, saygı duyduğunu ifâde etme, statü ve rol)

5-Kendini Gerçekleştirme (Kendi için yeterli, problem çözücü, samîmi, dürüst, erdemli, yasa tanır; başkalarının ihtiyacını karşılık beklemeksizin karşılama) 

(DEVAM EDECEK)