15.5 C
Kocaeli
Pazartesi, Eylül 29, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1192

Ağla Makyavel Ağla

0

“Bu anayasa Allah korkusuyla hazırlanmış, besmeleyle yazılmıştır.”

1982 Kasım ayında yapılacak anayasa oylamasına evet oyu isteyen dönemin Anayasa komisyonu üyeleri, muhafazakâr ve İslami kesimlerinin kanaat önderleri sohbetlerinde böyle konuşuyorlardı.

“Bu anayasaya din eğitimini zorunlu hale getiren maddeyi koydurarak geleceğin nesillerini dinsizlikten kurtardık.” diyerek devam ediyorlardı.
O günlerde aynı bugün olduğu gibi seslerini duyurmakta zorlanan biz ülkücüler ise:

– Bu Kenan Evren değil mi bir kız çocuğunun başındaki başörtüyü çeken.

– Başbuğumuz hapiste, arkadaşlarımız işkence odalarında, ülküdaşlarımız darağaçlarında vatan sağ olsun diyerek can verirken, biz bu anayasaya evet diyemeyiz diyerek haykırıyorduk.

Sağduyu sözü o günlerde pek bir muteberdi. 12 Eylülün her türlü zorbalıklarına ve şiddetine karşı çıkmaya çalışanlar ise sağduyulu olmaya ve suhuletle davranmaya davet ediliyorlardı.

Rahmetli Mustafa Pehlivanoğlu bir solcuya karşılık;  Kenan Evren’in deyimiyle “bir sağcılardan bir solculardan” diyerek idam ediliyordu. Son mektubunda şöyle diyordu:

–    Mustafalar ölür, ALLAH davası ölmez, milliyetçilik yaşar. Kellemi verdiğim bu yolun zaferi yakındır .
İhtilalin henüz bir ayı bile dolmamıştı. Ne zaman soruşturulduğu, ne zaman yargılandığı belli değildi. Ama ne yapalım ihtilalin başı buyurmuştu bir kere “bir sağdan bir soldan” diyerek.

Tarih 21 Temmuz 2010 Başbakan Tayyip Erdoğan Mustafa Pehlivanoğlu ve Erdal Eren için T.B.M.M’ de gözyaşı döküyor. AKP sıraları da ona eşlik ediyordu.

1970’li yıllarda akıncılar ülkücülere ısrarla şu soruyu sorarlardı:

– Önce Türk müsünüz? Müslüman mısınız?

Hâlbuki o yıllarda beş bin ülkücü genç “ezan susmasın bayrak inmesin” dedikleri için kurşunlara hedef olarak şehit ediliyordu. Arkadaşları genç ülkücüler ise haykırıyordu:

– Şehitler ölmez vatan bölünmez,

Ülkücüler ile mertçe mücadele etmekten korkanlar bir şeyi iyi biliyorlardı. Bizans’tan devir aldıkları fitneyi. Ama ülkücü gençlerin cevabı hazırdı:

-Tanrıdağı  kadar Türk, Hira dağı kadar Müslümanız.

Ülkücüler böyle diyerek fitne tuzağını bertaraf ediyorlardı.

Aradan zaman geçti. Ülkücülerin bunları unuttuğunu sanan Tayyip Erdoğan şimdi demek istiyor ki:

-Ey ülkücüler bakın MHP 12 eylül anayasasına sahip çıkıyor.

Aklı sıra yeni bir fitne yaratacak. Dün sağcı, solcu gençleri birbirine kırdıran küresel güçlerin yeni temsilcileri olarak, anlaşılan yeni bir senaryoyu sahneye koymaya çalışıyor. Ülkücüyü ülkücüye düşürmek, ülkücüleri bölmek. Bu sefer sökmez.

Tayyip Erdoğan 12 Eylül anayasasının veled’i zina olduğunu söylüyor. Haklı da olabilir. Çünkü, o anayasanın babasının kim olduğunu bilmiyor olabilir. Ama Kenan Evren açıkladı:

– Anayasayı biz hazırlamadık, onu komisyon hazırladı. Biz birkaç ufak değişiklik yaptık. Kurucu mecliste onayladı.

Şimdi Tayyip Erdoğan 12 Eylül anayasasının babalarını öğrendiğine göre hesabını sormalı. Yani anayasayı Allah korkusu ile hazırladıklarını, besmele ile yazdıklarını söyleyenlerden.

12 Eylül darbesini yapanlar için zamanın ABD üst düzey yetkilisi şöyle demişti:

– Bizim çocuklar başardı.

Evet 12 Eylülün paşaları başarmıştı.

Yunanistan, Türkiye vetosunu kaldırdığı için NATO’ya dönebilmiş, Türkiye’nin AB için en büyük kozu General  Roger’dan asker sözü alındığı için heba edilmiş, Türkiye’nin  batı sermayesine ileride yem olacak şekilde alt yapısı hazırlanmış, ülkemiz yabancıların sofrasına hazır ve Atatürk’ün bağımsız Türkiye’si   artık bağımlı hale getirilmiştir. Bundan sonrasında iktidar değişiklikleri için ihtilal yapmaya da gerek kalmayacak, ekonomik krizler tetiklenerek iktidarlar el değiştirecektir. Sağduyu söyleminin yerini demokrasi söylemi alacaktır.

Şimdi Türkiye yeni döneme hazırdır.

Heybeliada ruhban okulu artık açılabilirdi. Hatta patrikhane ekümenik olabilir, nüfus cüzdanlarından din hanesi kalkabilir, zina serbest olabilirdi.
Abdullah Öcalan Bodrum’da turistik misafir olarak başıbozuk paşalığa terfi edebilir,  PKK militanları sınırlarımızdan zafer kutlamaları eşliğinde muzaffer işgal ordusu edasıyla girebilir ve başbakan tarafından güzel şeyler oluyor denilerek Türk milletine yutturulmaya kalkışılabilirdi.
Mehmetçiklerimiz PKK tarafından onar onar katledilirken başbakan;  kürt açılımı, olmadı demokratik açılım, yemedi milli birlik ve beraberlik projesi adı altında sanatçılar, futbolcular, imamlar eşliğinde yıkım projesini milletimize yutturmaya çalışıyordu.

Terör ile mücadele eden komutanlar hapishaneyi boylar, yandaş medya PKK’nın Türk ordusu tarafından kontrol edildiğini, hatta ordunun kendi askerini öldürttüğünü yazabilir, bunu yazan yandaş kalemler devlet televizyonunda yüksek maaşlı programlar yaptırılarak ödüllendirilebilinirdi.
Artık sıra anayasaya gelmişti. Kabul edildiğinden beri 16 kez değiştirilmesine rağmen 12 Eylül anayasası olmaktan bir türlü kurtulamamıştı. Adeta onu kurtaracak beyaz atlı prensini bekliyordu. Anayasa muhalefeti dışlayarak meclise sunuldu.  Maksat anayasa yapmak değil maraza çıkarmaktı. Netice de amaç hâsıl oldu. AKP’nin yöneticileri soruyorlar:

–    Darbeciden yana mısın?

–    Demokrasiden yana mısın?

Darbe anayasası yanlısı ilan ettikleri muhalefet milletvekilleri içinde 12 Eylül’de içeri alınıp işkence gören, yılları hapislerle çalınan kişilerle onların davalarını takip eden avukatlar var. 336 kişilik AKP grubunda ise 12 Eylül mağduru bir tek kişi var. O da eski bir solcu. Onun Avukatları ise muhalefet milletvekili olarak mecliste bulunuyor.  Pişkinliğin böylesi. Pes doğrusu.

12 Eylül darbesinde  bırakın mağdur olmayı  mağdurların yanında görünmeye bile cesaret edemeyenler, hatta darbe döneminden semirenler, darbenin besledikleri, darbecileri arkadan vuruyor.

12 Eylül Halk Oylamasında Türkiye’de Siyasi Parti ve STK’ların Paradoksu

AkParti, stratejisini hem Anayasa paketinin değişen maddelerini ön plana çıkarması, 12 Eylül 1980 dönemi ile hesaplaşma ve mevcut rejimden daha demokratik daha özgürlükçü, daha değişimci, daha bireysel hak ve özgürlükler temelinde iyileştirici, geliştirici yönlerini vurgulamayı esas aldığını görmekteyiz.

CHP yıllarca 12 Eylül 1980 darbeci Anayasa söylemleri ile gelmiş; Ancak eline bu yasanın bir kısmını değiştirme imkanı veren Referandumda “hayır” vermeyi kabul etmiş ve çok içeriği dolu olmayan AKP hükümetin icraatları üzerinden bir kampanya yürütmeye başlamıştır. Sloganvari stratejileri izlemektedir. ” Hayırda Hayır vardır” , “paketin dışı şeker içi zehir” gibi. Özellikle CHP’nin itiraz noktaları HSYK’nın yeniden oluşumu ile ilgili çekincelerini (Yargı bağımsızlığının ortadan kaldırılacağı ve iktidar yanlısı bir çoğunluk diktatöryasına gireceği anlayışının….) AYM(Anayasa Mahkemesi)’nin 7 Temmuz 2010 tarihli almış olduğu kararıyla, inandırıcılığı yitirilmiş oldu.(Çoğunluğu CHP milletvekillerinin  AYM referandumun iptali noktasındaki başvurular..) Dolayısı ile CHP’nin Bu durumda neye “hayır” diyeceğini bilememektedir.

MHP ise Stratejisini Etnik ayrışmayı vatanın bölünmez bütünlüğünü tehdit edici unsurların olduğu üzerine ve AKP hükümetinin 7 yıllık icraatları üzerine oturttuğunu görüyoruz. Halbuki Değişecek Anayasa paketine bakıldığında etnik bölücülüğü körükleyecek hiçbir madde ve cümle yoktur.

BDP ise Boykot stratejisi ile Güney doğuda ve doğunun belli bölgelerinde kendine tek rakip gördüğü AKP’nin o bölgede(CHP ve MHP o bölgelerde yok gibidir.) “Evet” oyunun çıkması siyasi olarak AKP’nin gücünü artıracağı hesabından o bölgede kısa ve orta vadeli bir hesap yaptığı gözlenmektedir.

Oysaki Demokratikleşme standartlarının artmasına neden olacak bu paket O bölgedeki sorunların çözümünde daha hukuka dayalı, yapısal, yapıcı çözümlerin oluşturulmasına katkı sağlayacaktır.

İlerleyen muhalefet parti stratejilerinin Anayasa paketinin içeriğinden daha çok, Halk oylamasını AK Partisinin 7 yıllık icraatının bir hesaplaşması gibi görülmesi Ak parti iktidarına karşı bir güvensizlik oylamasına dönüştürmek istendiği görülmektedir.

DİSK’in istenilen düzeyde olmasa bile sendikal haklarda iyileştirmesi noktasındaki hükümlere rağmen “hayır” demesi ilginçtir. Yıllarca 1980 anayasasını yerden yere vuran DİSK’in bu tutumunu anlamak zordur. Diğer STK’lar incelendiğinde de eski söylemleri ile çelişen birçok argümanla karşımıza çıktıklarını görüyoruz. Sizce daha önceleri söyledikleri düşünceler ne kadar gerçekçi ne kadar samimi.

Gözden kaçırılan bir gerçek var aslında. Ülkemizde insanlar eskiden sadece ekmek talep ederken şimdilerde hem ekmek, hem de daha özgür, daha demokratik, daha pozitif anlamda değişimi talep etmektedirler.

12 Eylül 2010 anayasa halk oylaması kısıtlı yapıcı değişikliklere rağmen, bundan sonra yapılacak olan değişikliklerin önünü açacaktır. Her şeyden önce vesayet anayasasının anti demokratik yaklaşımına bir nebze de olsa su serpecektir. Demokratikleşme adına güzel adımlar atılmış olacaktır. Daha kapsamlı bir anayasa yapabilineceğinin önündeki engellerin kalkması açısından da önemlidir..

Kaygı, korku politikaları üzerine oluşturulan kampanyalar bizim gibi ülkelerin kaderi olmamalı. Halkımız gerçek anlamda duygusal argümanlara itibar etmeden bu değişikliğin kendisine, ülkesine neler kazandıracağını iyice tarttıktan sonra bireysel tercihini yaparak vermelidir.

12 Eylül 2010 Halk oylamasının kabulü  Anadolu insanının önünü açacaktır. Yeni, daha demokratik bir ülkenin oluşumu için önemli bir kavşaktır.

Anayasada neler değiştiğini gösterir karşılaştırmalı tabloyu görüşlerinize sunuyorum.

TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASININ BAZI MADDELERİNDE DEĞİŞİKLİK YAPILMASI HAKKINDA KANUN TEKLİFİ KARŞILAŞTIRMA TABLOSU

 

 

Sol sütundaki kırmızı ile yazılı bölümler, teklifte yer almayan/iptal edilmiş olan ibare ve/veya cümleleri; sağ sütunda mavi ile yazılı bölümler, mevcut anayasada yer almayan ilave edilmiş ibare ve/veya cümleleri; fonunda kırmızı renk ile gölgelendirilen ibareler ise Anayasa Mahkemesi’nin iptal ettiği bölümleri göstermektedir.

 

 

1982 Anayasası

Teklif Metni

X. Kanun önünde eşitlik

Madde 10. – Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.

(Ek fıkra: 7/5/2004-5170/1 md.) Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.

Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.

Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.

X. Kanun önünde eşitlik

Madde 10. – Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.

(Ek fıkra: 7/5/2004-5170/1 md.) Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz.

Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz.

Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.

Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.

A. Özel hayatın gizliliği

MADDE 20. – Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz. (Mülga cümle: 3.10.2001-4709/5 md.)

(Değişik: 3.10.2001-4709/5 md.) Millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlâkın korunması veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması sebeplerinden biri veya birkaçına bağlı olarak, usulüne göre verilmiş hâkim kararı olmadıkça; yine bu sebeplere bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de kanunla yetkili kılınmış merciin yazılı emri bulunmadıkça; kimsenin üstü, özel kâğıtları ve eşyası aranamaz ve bunlara el konulamaz. Yetkili merciin kararı yirmidört saat içinde görevli hâkimin onayına sunulur. Hâkim, kararını el koymadan itibaren kırksekiz saat içinde açıklar; aksi halde, el koyma kendiliğinden kalkar.

A. Özel hayatın gizliliği

MADDE 20. – Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz. (Mülga cümle: 3.10.2001-4709/5 md.)

(Değişik: 3.10.2001-4709/5 md.) Millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlâkın korunması veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması sebeplerinden biri veya birkaçına bağlı olarak, usulüne göre verilmiş hâkim kararı olmadıkça; yine bu sebeplere bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de kanunla yetkili kılınmış merciin yazılı emri bulunmadıkça; kimsenin üstü, özel kâğıtları ve eşyası aranamaz ve bunlara el konulamaz. Yetkili merciin kararı yirmidört saat içinde görevli hâkimin onayına sunulur. Hâkim, kararını el koymadan itibaren kırksekiz saat içinde açıklar; aksi halde, el koyma kendiliğinden kalkar.

Herkes, kendisiyle ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sahiptir. Bu hak; kişinin kendisiyle ilgili kişisel veriler hakkında bilgilendirilme, bu verilere erişme, bunların düzeltilmesini veya silinmesini talep etme ve amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını öğrenmeyi de kapsar. Kişisel veriler, ancak kanunda öngörülen hallerde veya kişinin açık rızasıyla işlenebilir. Kişisel verilerin korunmasına ilişkin esas ve usuller kanunla düzenlenir.

V. Yerleşme ve seyahat hürriyeti

MADDE 23. – Herkes, yerleşme ve seyahat hürriyetine sahiptir.

Yerleşme hürriyeti, suç işlenmesini önlemek, sosyal ve ekonomik gelişmeyi sağlamak, sağlıklı ve düzenli kentleşmeyi gerçekleştirmek ve kamu mallarını korumak;

Seyahat hürriyeti, suç soruşturma ve kovuşturması sebebiyle ve suç işlenmesini önlemek;

Amaçlarıyla kanunla sınırlanabilir.

(Değişik: 3.10.2001-4709/8 md.) Vatandaşın yurt dışına çıkma hürriyeti, vatandaşlık ödevi ya da ceza soruşturması veya kovuşturması sebebiyle sınırlanabilir.

Vatandaş sınır dışı edilemez ve yurda girme hakkından yoksun bırakılamaz.

V. Yerleşme ve seyahat hürriyeti

MADDE 23. – Herkes, yerleşme ve seyahat hürriyetine sahiptir.

Yerleşme hürriyeti, suç işlenmesini önlemek, sosyal ve ekonomik gelişmeyi sağlamak, sağlıklı ve düzenli kentleşmeyi gerçekleştirmek ve kamu mallarını korumak;

Seyahat hürriyeti, suç soruşturma ve kovuşturması sebebiyle ve suç işlenmesini önlemek;

Amaçlarıyla kanunla sınırlanabilir.

Vatandaşın yurt dışına çıkma hürriyeti, ancak suç soruşturması veya kovuşturması sebebiyle hâkim kararına bağlı olarak sınırlanabilir.

Vatandaş sınır dışı edilemez ve yurda girme hakkından yoksun bırakılamaz.

I. Ailenin korunması

MADDE 41. – (Değişik: 3.10.2001-4709/17 md.) Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır.

Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilâtı kurar.

I. Ailenin korunması ve çocuk hakları

MADDE 41. – (Değişik: 3.10.2001-4709/17 md.) Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır.

Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilâtı kurar.

Her çocuk, korunma ve bakımdan yararlanma, yüksek yararına açıkça aykırı olmadıkça, ana ve babasıyla kişisel ve doğrudan ilişki kurma ve sürdürme hakkına sahiptir.

Devlet, her türlü istismara ve şiddete karşı çocukları koruyucu tedbirleri alır.

Referanduma Doğru -1

0

12 Eylül, 12 Eylül’e karşı

Rekabet güzeldir kaliteyi artırır.

Hindistan’ı bilirsiniz

Hindistan denilince aklınıza ne geliyor?

Hindistan’ın en önemli sosyolojik gerçeği nedir?

İnekleri mi?

Tapınakları mı?

Gandisi mi?

Çok şükür bizimde bir Gandi’miz oldu.

Ganj nehri mi?

Bilemediniz

Ne alaka dediniz. Değil mi?

Çok acelecisiniz.

Okursanız ne alaka olduğunu analarsınız,

Okumazsanız da keyfiniz bilir.

Fazla meraklandırmayalım.

Hindistan’ın en önemli sosyolojik gerçeği kast sistemidir.

Evet, kast sistemi..

Bunun konumuzla alakasını  yazının ilerleyen bölümlerinde anlatmaya çalışacağım.

Evet, yâda hayır 

Evette mi hayır var?

Yoksa hayırda mı hayır var?

Bu sizin kafa yapınıza,

Dünyaya bakış açınıza,

Saplantılı olup olmamanıza göre değişir.

Yarıya kadar dolu bir kâse su,

Evet, bardağın yarısı  boş,.

Ama diğer yarısı da dolu

Hepten boş olmaktan iyi değil mi?

Karar sizin…

Bakanlar bakış açısına göre ya boş tarafını görüyor, yâda dolu tarafını.

Avamıyla, havassıyla insanımız öyle bir saplantı içerisindeki,

Partisi, sendikası, cemaati kendisine bardağın neresini gösteriyorsa orayı görüyorlar.

Öyle değerlendiriyorlar.

Kendi aklı ve düşüncesiyle olaylara yaklaşan dinleyen anlayan akıl süzgecinden geçirerek yorumlayan sağduyu sahibi insanımız çok az.

Demek ki cehalet kalksa da taassup kalkmıyor.

Mevcut anayasanın darbe anayasası  olması benim umurumda bile değil.

Ben olaya şu açıdan bakıyorum.

Mevcut anayasa çağın gerçeklerine uygun mu?

Toplumun ihtiyaçlarına cevap veriyor mu, vermiyor mu?

Toplumun hiçbir kesimi mevcut anayasadan memnun değil.

Değişmelimi?

Evet..

Öğleyse değiştirelim.

Olmaz.

Ben değiştireyim,

Asla olmaz.

Nasıl olacak?

Referandum parti meselesi değil.

Milletin ve memleketin meselesidir.

Gelelim kast ve referandum meselesine…

Devam edecek

                                                                                     

 

Namaz Kılmanın Haram ve Mekruh Olduğu Vakitler

0

İslam’ın beş şartından biri olan namaz, günün belli zaman dilimlerinde yerine getirilmesi gereken bir ibadettir. Bu itibarla farz namazlar için vakit şart olduğu gibi, farz namazlara bağlı olan sünnet namazlar, vitir, teravih ve bayram namazları için de vakit şarttır. Bununla beraber namaz kılmak uygun olmayan, yani namaz kılmanın mekruh olduğu vakitler de vardır. Mekruh vakitler iki kısımdır. Bir kısmında hiçbir namaz kılınmaz, bir kısmında ise nafile namaz kılınmaz, kaza namazı kılınabilir. Bu vakitlerin bilinmesi namazın sahih olması bakımından büyük önem taşımaktadır. 

Mekruh Olan Vakitler:  

Namaz kılmanın mekruh olduğu vakitlerin üçü bir hadiste, ikisi bir başka hadiste zikredilmiştir. Üç tanesi Müslim’de rivayet edilen Ukbe b. Amir el-Cühenî hadisindedir: “Üç saat vardır ki, Hz. Peygamber bu saatlerde namaz kılmamızı, ölülerimizi defnetmemizi bize yasaklardı: Güneş doğduğu zaman yükselinceye kadar, güneş tepeye geldiği zaman zevaline kadar, güneş batmaya meyl ettiği zamandır.” Bu üç vakit iki duruma mahsustur: Ölü defni ve namaz kılmak. Diğer iki vakte gelince; bunlar da Buhari ile Müslim’de Ebu Said el-Hudrî’den rivayet edilen şu hadise dayanmaktadırlar: “Resulullah’ın şöyle buyurduğunu duydum: “Sabah namazından sonra güneş doğuncaya kadar namaz yoktur, ikindi namazından sonra güneş batıncaya kadar namaz yoktur.” Müslimin ifadesi şöyledir: “Sabah namazından sonra namaz yoktur.” 

Yasaklanmış olan vakitlerin toplamı ise beştir:

1. Sabah namazından sonra, göz kararıyla güneş mızrak boyu yükselinceye kadar.

2. Güneş  doğarken bir mızrak boyu yükselinceye kadar.

3. Güneş tam tepe noktasına geldiği zaman (istiva vakti) zevale kadar (yani öğle vakti girinceye kadar)

4. Güneşin sararma vaktinden güneş batıncaya kadar.

5. İkindi namazından sonra, güneş batıncaya kadar. 

Şimdi bu yasaklardan elde edilen farklı hükümlere gelince:

Hanbelîlere göre bu beş vakitte nafile namaz kılmak haramdır.

Malikîlere göre sadece üç vakitte nafile namaz kılmak haram olup, diğer iki vakitte namaz kılmak tenzîhen mekruhtur.

Hanefîlere göre beş vakitte de namaz kılmak tahrimen mekruhtur.

Şafiîlere göre üç vakit için tahrimen mekruh, diğer iki vakitte namaz kılmak tenzihen mekruhtur. 

Mekruh namazların  çeşitleri hakkında âlimler arasında farklı görüşler vardır, bunlar:

1. Üç vakit: Güneşin doğma, batma ve istiva halinde Hanefilere göre namaz kılmak tahrîmen mekruhtur: İster nafile, ister farz, ister vacip olsun bu hükme dâhildir. Ancak mutemet ve sahih görüşe göre Cuma günü bu hükmün dışındadır. Hanefîler buna rağmen şu görüşe de yer veriyor: Sabah vakti güneş doğarken, o günün sabah namazının eda edilmesi sahih değildir. Ancak halk bu şekilde namaz kılmaktan alıkonmamalıdır, alıkonurlarsa sabah namazını terk ederler.  

2. Sabah ve ikindi namazlarından sonra, sabah namazı ile ikindi namazının sünnetleri ya da tavafın iki rekât namazı yahut sehiv secdesi yahut bozulmuş bir nafile namazın kazası da olsa, nafile namaz kılmak tahrimen mekruhtur, kılınırsa geçerlidir. Bu iki vakitte namaz kılmanın mekruh olmasının sebebi, vaktin asıl sahibi olan namaz ile meşgul olmasından ötürüdür. Asıl farz yerine getirildikten sonra, başka bir farz ile meşgul olmak yahut vacip olan bir ibadeti yerine getirmekle meşgul olmak sebebiyle mekruhluk kalmaz. 

Malikîlere göre üç vakitte nafile namaz kılmak haramdır, fakat farz namaz kılmak mekruh değildir. İkindi namazından sonra güneş sararmadan önce namaz kılmak mekruh değildir. Belki menduptur.  

Şafiîlere göre üç vakitte namaz kılmak tahrîmen mekruh, iki vakitte de tenzîhen mekruhtur. Şafiîler namaz kılmakta kerahet bulunmayan aşağıdaki hususları istisna etmiştir: 

1. Cuma günü: Çünkü bu husus Beyhaki’nin Ebu Said el-Hudrî ile Ebu Hüreyre’den rivayet ettiği şu hadiste istisna edilmiştir: “Rasulullah, Cuma gününün dışında gündüzün ortasında namaz kılmayı yasaklamıştır.” Şafiîlerce, ister Cuma namazında bulunulsun, ister bulunulmasın bu vakitte namaz caizdir. 

2. Mekke Haremi: Çünkü Cubeyr b. Mut’im’den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Ey Abdi Menaf oğulları! Gece ve gündüz, hangi saat olursa olsun, bu beyti tavaf edip, namaz kılan hiçbir kimseye engel olmayın.” (Buhari-Müslim) 

3. Sebebi bulunan tehir edilmemiş namaz: Kaçırılmış bulunan namaz ile küsuf namazı, tahiyyetül mescid namazı, abdest sünnetini yerine getirmek için kılınan namaz, şükür secdesi namazı gibi namazların kılınmasında kerahet yoktur. Kaza namazı ister farz, ister nafile hangi vakitte olursa olsun kaza edilir. Bunun dayandığı delil, hadisin nassıdır. O da şudur: “Bir namazı uyuyarak yahut unutarak kaçıran kimse, hatırladığı zaman onu kılsın” (el-Muğni 1,107-122; Keşşafulkına, 1,529-531) 

Hanbelîlere göre yasaklanmış bulunan bütün vakitlerde ve diğer vakitlerde kaza namazları kılmak caizdir. Çünkü daha önce geçen ‘uyku ve unutma’ hadisi umûmidir. Bunun yanında Ebu Katade hadisinde şöyle buyrulmaktadır: “Uykudan ötürü kusur yoktur. Kusur ancak uyanıklık durumunda namazın kılınmamasındadır. Sizden biri bir namazı unuttuğu yahut uyuya kalarak kılmadığı zaman, hatırlayınca onu kılsın.” (Ebu Davud, Tirmizi) Yine Hanbelîlere göre nafile namazların yasaklanmış vakitlerde kılınması konusunda, Mekke ile diğer mekânlar arasında bir fark yoktur. Çünkü hadis umumîdir. Bunun gibi, zeval vaktinde, Cuma günü namaz kılmakla diğer günlerde kılmak arasında bir fark yoktur. 

Nafile Kılmanın Mekruh Olduğu Diğer Vakitler:

Hanefîler ile Malikîler, aşağıda zikredilen diğer vakitlerde namaz kılmayı mekruh kabul etmişlerdir. Hanefîlere göre kerahet tahrîmîdir. Bu vakitler şunlardır: 

1. Fecir doğduktan sonra sabahın vaktini kılmadan:

Hanefîlere göre, bu vakitte sabah namazının iki rekât sünnetinden başka bir namaz kılmak tahrîmen mekruhtur. Şafiîlerden bir kısmı bu vakitte namaz kılmanın tenzîhen mekruh olduğunu söylerken yine Şafiî de meşhur olan görüş bunun tersidir. Nitekim Hanbelîlere göre bu vakitte nafile namaz kılmak caizdir. 

Bu vakitte namaz kılmanın mekruh olduğu hususunda Hanefîlerle Malikîlerin dayandıkları delil İbn Ömer’de rivayet edilen şu hadis-i şeriftir: “Fecir vaktinin girmesinden sonra sabahın farzından önce iki rekâttan başka sünnet namaz yoktur.”  

2. Akşam namazından önce:

Hanefî  ve Malikîlere göre, akşam namazından önce nafile namaz kılmak mekruhtur. Şafiîlerde ise meşhur olan görüşe göre, akşam namazından önce iki rekât nafile namaz kılmak müstehaptır. Bu namaz sünnet-i gayri müekkededir. Hanbelîlere göre, akşam namazından önce iki rekât nafile namaz kılmak caiz olup sünnet değildir. Dayandıkları delil İbn Hibban’ın Abdullah b. Mugaffelden tahriç ettiği şu hadis-i şeriftir: “Hz. Peygamber, akşam namazından önce iki rekât namaz kılmıştır.” Enes (r.a.) de şöyle demiştir: “Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde güneş battıktan sonra akşam namazı kılınmadan önce iki rekât namaz kılardık.” ( a.g.e. s. 7 ) 

3. Cuma günü, bayram günleri imam hutbe okurken:

Hanefîler ile Malikîler’e göre imam hutbeye çıktığı andan itibaren Cuma namazını kıldırıncaya kadar herhangi bir nafile namaz kılmakla meşgul olmak mekruhtur. Malikîler bu görüşe ilaveten; Cuma namazından sonra da insanlar mescitten ayrılıncaya kadar nafile kılmak mekruhtur, demişlerdir. Şafiî ve Hanbelîlere göre, bu durumda iftitah tekbirinin kaçırılmasından korkulmuyorsa, tahiyyatül mescid namazı dışında bir nafile namaz kılmak tenzîhen mekruhtur. 

4. Bayram namazından önce ve sonra:

Hanefî, Malîki ve Hanbelîlere göre bayram namazından önce ve sonra nafile namaz kılmak mekruhtur. Hanbelîler buna ilave olarak; kişi bayram namazı kılınan yerden çıkıp ayrıldığı zaman nafile kılabilir, demişlerdir. Hanefîler ve Hanbelîlere göre, imam ve cemaat için kerahet eşittir. İster mescitte, ister bayram namazı kılınan yerde kılınsın fark etmez. Fakat Malikîlere göre kerahet bayram namazı kılınan yerdedir. Mescitte kılınmasında kerahet yoktur. Şafiîlere göre bayram namazından önce ve sonra imam için nafile namaz kılmak mekruhtur. 

5. Farz namaza durulduğu zaman:

Hanefîlere göre böyle durumda nafile namazla meşgul olmak tahrîmen mekruhtur. Ancak teşehhüde yetişeceğinden korkmaz ise bu durumda sabah namazının sünnetini kılmak müstehaptır. Çünkü sabah namazının sünneti çok kuvvetli bir sünnet olup teşvik edilmiştir. Şafiî ile cumhura göre, farz namaza durulduktan sonra nafile bir namaza başlamak mekruhtur. Bu nafile hangi nafile (farza bağlı olan, olmayan) olursa olsun değişmez. 

Bu sayılan vakitlerde namaz kılmanın ve nafilelerin haram kılınmasının hikmeti şudur: İlk üç vakitte namaz kılmanın yasaklanmasının sebebi Müslim, Ebu Davud ve Nesaî’de rivayet edilen Amr b. Abese hadisinde açıklanmıştır. Bu sebepler şunlardır:

a) Güneş doğarken şeytanın iki boynuzu arasında doğar. Bu zamanda güneşe kâfirler tapar.

b) Güneş tepe noktasına geldiği zaman cehennem ateşi yakılır ve cehennemin kapıları açılır.

c) Güneş batarken de yine şeytanın iki boynuzu arasında batar, bu vakitte güneşe kâfirler tapar. Yasaklamanın hikmeti ya güneşe tapan kâfirlere benzeme yahut zeval vaktinin gazab zamanı olmasındandır. Sabah namazı ile ikindi namazlarından sonra nafile namaz kılmanın yasaklanmasının hikmeti, vakitteki bir manadan ötürü değildir. Bu vakitlerin hüküm bakımından vaktin farzı ile meşgul olmasından ötürüdür. Vaktin farzını kılmak, hakiki nafileden daha faziletlidir. (Zuhayli,a.g.e. C.1. 402-412) 
 

 

Fuzûlî’nin Silivri Şikâyetnâmesi

Selâm verdim, rüşvet değildir diye almadılar,
Evrak gösterdim, hiç oralı bile olmadılar.

Görünüşte normal bir şeymiş gibi davrandılar
Ama hâllerinden çözdüğüm çok gariplikler var.

Dedim: Arkadaşlar; bu ne iştir, bu durum nicedir?
Dediler: Bundan sonra gayri âdet böyledir.

Dedim: Beni emekli etmişler ve maaş bağlamışlar
Ki üç ayda bir onu alayım da eve ekmek girsin.

Dediler: Ey zavallı, sana kuyrukta yer sağlamışlar
Ki üç kuruşluk ömrünü banka önlerinde geçirsin.

Dedim: Belgelerimin gereği niçin yapılmaz?
Dediler: Sigortada para yoksa mümkün olmaz.

Dedim: Koskoca sigorta hiç parasız olur mu?
Dediler: Masraf çok, hele bizden para kalır mı?

Dedim: Tüyü bitmemiş yetimin hakkını yemek vebaldir.
Dediler: Biz ihaleye girip almışız, bize helâldir.

Dedim: Yaptığınız bu işlerin hesabı yarın sorulur.
Dediler: Kıyamette sorulur, ondan da korkumuz yoktur.

Dedim: Dünyada da sorulur, Yüce Divanları çok işitmişiz.
Dediler: Ondan da korkumuz yoktur, hâkimleri razı etmişiz.

Gördüm ki soruma cevaptan başka bir şey vermezler,
Bunca yıllık hakkımı ve hukukumu görmezler;

Sonunda çaresiz mücadeleyi bir an için terkettim
Ve Silivri’deki hücremden size bu fotoğrafı çektim.

“Darbeciler Yargılanacak” mı dersiniz!?

Demokratik bir hukuk devletinde, ne askeri ne de sivil darbe düşünülemez.
Çünkü, demokrasi ve “hukukun üstünlüğü” bir yaşam biçimi olarak o toplumun tüm
genlerine oturmuştur.
Çünkü, böyle bir toplum “özgür bireylerden” oluşur.
Özgür birey; bir başka bireye ya da siyasal güce muhtaç olmayan, boyun eğmeyen bireydir.
Özgür birey; “kişilerin ya da cemaatlerin VESAYETİ” ile tercih belirlemeyen bireydir!
Özgür birey; eğitimi, işi, kendi alın teri ile elde ettiği kazanc , iş güvencesi olan ve yasal
haklarının bilincinde olan bireydir.
İnsan “birey” olmaktan uzaklaştıran, sürünün bir parças gibi güdebilen bir siyasal ve
sosyolojik güç varsa, o toplumda demokrasi nutuklar kocaman palavradan ibarettir!
Demokratik Hukuk Devleti’nde siyasal iktidarın “yargısal denetimi” temel bir hukuki
kavramdır.
Bir hukuk devletinde siyasal iktidar yargı gücü ile kavga etmez!
Siyasal iktidar, “mutlak bir egemenlik” değildir.
“Siyasal iktidarın KEYFİ tutumunu” önlemek için Yargı freni vardır.
Yani, bir siyasal iktidarın Başbakan ; “Ben Başbakanım, astığım astık, kestiğim kestik”
diyemez!
Daha ötesi, bir çocuğa böyle bir sakat eğitim veremez!
Şimdi; AKP iktidar , “sözde” sivil anayasa değişikliği yaptı !
“Yargıyı siyasal iktidarın güdümüne almak” ve bu engeli ortadan kaldırmak ihtirasından
kaynaklanan ve yalnızca AKP’nin Meclis çoğunluğuna dayanan, toplumun öteki kesimlerinin
onayını almayan bu değişiklikleri Referandum’la geçirebilmek için, “12 Eylül darbecilerini
yargı önüne çıkarmak” iddiasıyla, Anayasa’nın Geçici 15.maddesinin kaldırılmasını da bu
paketin içine kattı !
Şimdi, bu anayasa değişikliğine “hayır” diyenleri, 12 Eylül darbecilerini korumakla
suçluyor!
12 Eylül Darbesi’nin kurbanlar üzerinden duygu sömürüsü siyaseti yapıyor!
Ama, ac bir gerçek var ortada!
12 Eylül 2010’da 12 Eylül 1980 darbesinin 30. yılı doluyor!
Yani, “Türk Ceza Kanunu’nun 66. maddesine göre, zaman aşımına uğrayacak!”
Geçici 15. madde, Anayasa değişikliği ile ortadan kalksa bile, darbeciler yargılanamayacak!
Hoş, yargılasanız ne olacak?
Kültür ve Turizm Bakan Günay açıkladı ; “Kenan Evren, yaşlılık raporu alır, gene yargıdan
kurtarır!”
Oysa; Anayasa değişiklikleri Meclis’te tartışılırken hem CHP, hem MHP, “Darbelerin,
insanlığa karş işlenmiş suç kapsamına alınması ” ve bu suretle zaman aşımına
sığınılmasının önlenmesi için iki ayrı önerge verdiler!
Bu önergeler AKP oylar yla reddedildi!
Yani, AKP’nin amac darbecileri yargılamak, “12 Eylül’le hesaplaşmak” değil!
Yargı ‘yı siyasal iktidarın mutlak güdümüne sokmak ve yargısız bir siyasal iktidar
sürdürmek!
İşte, bu ülkenin “özgür bireyleri” bu gerçeği görmeli ve gözyaşlarının selinde
boğulmamalıdır!
Siyaset, açık-şeffaf ve dürüst koşullarda yapılıyorsa saygındır.
Halk aldatan siyaset, ne demokratiktir ne de hukukidir!
Bu ülkenin yurttaşlar artık uyanmalıdır!

Şehit Serdar Yeşilyurt ve Ötekiler

Adı Serdar‘dı, soyadı Yeşilyurt. Dördü kız, ikisi erkek altı kardeş ana babalarıyla birlikte briketten yapılmış iki odalı, çinko çatılı toplam 10 metrekare bir evde yaşıyorlardı. Baba Ümmet 55 yaşında. Bir narenciye bahçesinde bekçilik yapıyor. Bahçedeki ağaçları sulaması karşılığında bu evde oturuyor ve ayda yaklaşık 60 lira para alıyor. Engelli kızı Selma için de devlet 3 ayda bir 580 lira maaş veriyor. Bu para da kızının giyimi ve yiyeceğine ancak yetiyordu.

Bu evde ne yenir, ne içilir bilinmezdi. Ama ne giyildiği Serdar şehit olunca fark edildi. Van’ın Gürpınar ilçesinde operasyona giden birliğe teröristlerin taciz ateşi açması sonucu jandarma çavuş 20 yaşındaki Serdar Yeşilyurt’un şehit olduğu haberinden sonra olanlar bir başka dağladı yürekleri.

Serdar’ın ailesinin giydiklerini törene gelenler görseydi, utançlarından başlarını kaldıramaz diye düşünmüş olmalı Belediye Başkanı. Gece özel bir mağaza açtırılarak giydirildi Serdar’ın ailesi. Böylece gelen büyüklerin(!) yanına çıkabilecekleri kıyafetler tedarik edilmiş oldu.

Fakat bu hayırlı işi bile yüzümüze gözümüze bulaştırdık. Hayrı (!) yapanlar şehide karşı gereken görevi yaptığını duyurmak, bu suretle kendinin ve devletin vicdanını rahatlatmak istemiş olmalı ki, yardım gazetelere manşet oldu. Şehit Serdar’ın ailesi, belediye tarafından kendilerine yapılan yardımın duyulmasıyla rencide olduklarını söyledi. Baba Ümmet Yeşilyurt, “Serdar duysa üzülürdü. Kimseden yardım kabul etmezdi. Yoksuluz, ama o kadar düşmedik. İncindik” dedi.

Serdar, Adana’nın Kozan İlçesi Bucak Köyünde defnedildi. Sağlığında baba evinde de zaten bir mezar alanı kadar yer düşüyordu O’na. Devletine karşı içimizde en az borçlu olanlardan biriydi. Vatan toprağını korumaya çalışırken en aziz varlığını, canını verdi. Zaten verebileceği başka nesi vardı ki?

Oysaki çoğumuzun bu vatan için verebileceği candan çok daha değersiz, mallarımız, mülklerimiz, makamlarımız, şöhretimiz vardı. Vatan için, millet için, bu ülkenin şerefi ve namusu için bile olsa, maddi varlıklarımızın kılına dokunulmasını dahi gözümüze alamıyorduk.

Üstelik bu imkânlara sahip olanların bir kısmı, Serdar ve arkadaşlarının bir metrekaresi için canını verdiği, vatan topraklarının bir bölümünü verirsek huzura kavuşacağını düşünmekteydi. Bunun için “ver kurtul” pazarlıklarını tavsiye ediyorlardı.

Vatan toprağı pazarlık konusu yapılmaz” diyenler çağdışı kalmakla suçlanırken, çağdışılıkla suçlananların sesi sadece şehit cenazelerinde “şehitler ölmez, vatan bölünmez” derken duyulabilir hale gelmişti.

Hırant Dink’in cenazesinde “hepimiz Ermeni’yiz” sloganını kullananların, bir şehit cenazesinde ve hatta bir terörist cenazesinde “hepimiz Türk’üz” demesine şahit olabildiniz mi? Bırakın hepimiz Türk’üz demeyi, anayasamızda bu devlete “vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkesin Türk kabul edilmesine” karşı çıkmalarını neyle açıklarsınız?

Şehit Serdar ve arkadaşlarının yücelikleri yanında, bu kadar “çukur” insanların da olması Yaratanın bir hikmeti olsa gerek. Bu “çukur” adamlar Atatürk’ün muhteşem vecizesini de dağlardan taşlardan, okullardan, resmi binalardan silme gayreti içindeler.

Ne mutlu Türk’üm diyene” sözünden rahatsız olanlar sadece liberal ve sosyalistler değil. İslamcı kesimden bazıları da (belki farklı gerekçelerle de olsa) aynı görüşte. (Dikkat ediniz “Türk olana” değil, “Türk’üm diyene” denildiği halde.)

Bu görüşte olanlar çoğumuz gibi milli şairimiz Mehmet Akif’i çok severler. Sormak gerekir bu arkadaşlara. Mehmet Akif merhumun “Bedr’in arslanları ancak bu kadar şanlı idi” tarifi Şehit Serdar ve arkadaşları için geçerli değil mi? Hanginiz bu büyük şairimiz gibi “kahraman ırkım“, “Hakk’a tapan milletim” gibi kavramları kullanabiliyorsunuz?

 

Türkiye bu sıcak acılar içindeyken Devleti yönetenler 30 yıl öncesi yaşanan acılara ağlamak, müsebbiplerine hesap sorma aldatmacasından oy devşirmek hesapları yapmakta.

Bir yanda “Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ, Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ” diyen Serdar’lar, Mehmet’ler şehitlik mertebesine uçmakta… Diğer yanda “anaların gözyaşları dinsin” bahanesiyle 42 bin can kaybının faili teröristbaşı muhatap alınsın, onunla pazarlık yapılsın diyerek “ver kurtul” tezi savunulmakta… Hem de “verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı”    mısralarını okuyarak yetişen şimdiki “açılım“cılar tarafından.

Teröristlerin “hayâsızca” saldırılarına karşı “gövdesini siper eden” Şehit Serdar ve diğer mübarek şehitlerimizin hürmetine mübarek vatanımız için, elbette “Doğacaktır va’dettiği günler Hakk’ın.” Buna iman ediyoruz.

Şuna da inanıyoruz ki, beslendikleri manevi pınarlardan çok ayrı mecralara açılanların, mukadder akıbetlerini görmemiz de çok yakın.

Savaş Olmayan Toprakların “Barış Gönüllüleri”

“Amerikalı gençlerin savaş erleri olarak yetiştirilmesinden vazgeçilmeyecek; aynı zamanda onların barış elçileri olmaları da sağlanacaktır.”

J.F.Kennedy

Yukarıdaki cümleden de anlaşılacağı üzere, Amerikan Başkanları devlet politikalarını bu kadar açık beyan ederler.

Savaş zamanlarında silah satarlar, barış zamanlarında yiyecek ve giysi.

Onlar için tek bir “izm” vardır: Emperyalizm.

Emperyalizm bir yaşam biçimi, emperyalizm vasıtasıyla ele geçirilen kaynaklar ise haktır.

Emperyalist dünyanın ise tek bir felsefesi vardır:

“Süründürünceye kadar sömür, ama öldürme!”

Buna bağlı olarak şu tercihi yapmaya zorlarlar sizi:

“Ya benim yanımdasındır, ya da düşmanımsın!”

Emperyalist anlayışın en somut örneği olan ABD, kendileriyle aynı safta yer almanız için her yolu dener. Siz de övünürsünüz. Öyle ya, koca! Amerika sizinle ilgilenmektedir. Bazen sizin istediklerinizi yaparak, onlara hakim olduğunuz izlenimini bile vermekten kaçınmaz. Bazense başınıza öyle bir dert sarar ki mecburen onlara ihtiyaç duyarsınız. Amaçları sizin yerüstü, yeraltı, maddi, manevi vs. kaynaklarınızı hangi yolla olursa olsun sömürmek olan bu zihniyet, (emperyalist politikaları savunan tüm devletleri temsil eden zihniyettir bu) varlığının devamına aslında size borçludur.

Bu önermeyi doğrulayacak örneklerden biri de “Barış Gönüllüleri” Projesidir.

İkinci Dünya Savaşının başlamasıyla, Türkiye her ne kadar savaşa girmediyse de, İngiltere ve özellikle Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkilerini arttırmış, aslında politik anlamda bu iki devletin etkisi altına girmiştir. Bu gelişmelere müteakip çok partili hayatın daha başındayken, 27 Aralık 1949 yılında yapılan bir anlaşmayla ülkemizde “Amerikan Eğitim Komisyonu” kuruldu.

Bu anlaşmayla adı geçen komisyon,  “Türkiye’de Türk parası ile Türk hükümetinin himayesinde, her türlü Türk denetiminin dışında, Türk eğitimi hakkında araştırma yapması, bilgi toplaması, gerekli Amerikan memurlarının uzman ve araştırmacı olarak okul, üniversite ve bakanlıklara yerleştirmesi ve benzeri faaliyetlerini” dilediği gibi yaptı.

Denetleme mekanizmasından uzak bu çalışmalar, gelecek olan “Barış Gönüllüleri” için oldukça uygun bir ortam yaratmıştı.

Orijinal adı “Peace Corps” olan, bizim anlayacağımız şekilde “Barış Gönüllüleri” isimli programı ABD Başkanı J. F. Kennedy CIA desteğiyle 1 Mart 1961’de hayata geçirmiştir. Bu program sayesinde ayrıntılarını ilerleyen satırlarda aktaracağım “barış gönüllüsü” ordusu ülkemize gelmiş, (ülkemiz dışında onlarca ülkeye de gitmişlerdir) ülkemizden ise birçok lise öğrencisi AFS (American Field Service) bursu ile ABD’ye eğitime gitmişlerdir.

Ülkemizde “ABD Barış Gönüllüleri Adlı Amerikan Teşekkülünden Faydalanma Hususunda Türkiye Cumhuriyeti ile ABD Arasında Yapılan Anlaşmaya Ait Teati Olunan Mektupların Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna dair Kanun” ile yasal zeminde hayat bulan “Barış Gönüllüleri” programıyla, resmi kayıtlarda 1962-70 arasında 1200-1500 civarında gönüllü ülkemize gelmiştir. Gelenlerin yaklaşık 400 tanesi Ankara’da görev yapmıştır. Gönüllülerin merkezi ise Ankara Cinnah Caddesinde bulunan Amerikan Kültür Derneği olmuştur.

O günkü gerek resmi gerekse gayriresmi yazışma ve diyaloglarda bu gönüllülerin Doğu ve Güneydoğu Bölgelerine gönderilmeyecekleri belirtilse de, gelen gönüllülerin bir kısmı bu bölgelere gitmiş, diğerleri ise fırsat buldukça bu bölgelerimizi ziyaret etmişlerdir.

Ziyaretleri sonucu gittikleri bölgelerin demografik özelliklerini kendilerine özgü raporlama teknikleriyle CIA merkezine ulaştırmışlar, ülkemizin siyasi, ekonomik, sosyal politikalarını etüd etmişler, sosyolojik, dinsel ve etnik özelliklerimizi ileriki zamanlarda kendi politikaları için gerekli çalışmaları yapabilmek adına ayrıntılı incelemişlerdir.

Bu organizasyonda yer alıp “Barış Gönüllüsü” olmakta o kadar kolay değildir. Gerekli teknik beceri, psikolojik yapı, yasal mevzuat ve tıbbi yeterliliğe sahip olmanın yanı sıra Amerikan Devlet Politikalarına gönülden bağlılık şarttır.

İnsanın aklına gelen ilk soru şu:

“Savaşın olmadığı bir yerde “Barış Gönüllüleri”nin ne işi var?”

Ortada savaş yok ama Onlar barış için gönüllüler!

Duruma geniş açıdan baktığımızda, 1950 yıllarla beraber yoğun bir şekilde ABD’nin Sosyalist Blokla ilişkilerinin ülkemiz üzerindeki politikalarının belirleyicisi olduğunu görürüz. Sovyet Bloğunu kendisi için tehdit olarak kabul eden ABD, öncelikle Yunanistan ve Türkiye’yi kendilerinin tehdit coğrafyasındaki karakolları olarak belirleyip, gerek NATO çerçevesinde gerekse ABD olarak askeri ve mali yardımlarda bulunmuş, aynı zamanda adı geçen ülkelerin topraklarında üs sahibi olarak Sovyet tehditini kontrol altında tutabilmeyi amaçlamıştı.

Aynı tarihlerde olası Sovyet politikalarına yakınlaşma hareketlerine şiddetle karşı çıkmış, ülkemizin kendi içinde sorunlarla boğuşmasına sebebiyet verecek etnik, dinsel ve sosyal olayların baş göstermesinin hazırlayıcısı olmuştur. Anadolu’nun çeşitli yerlerine dağılan “Barış Gönüllüleri” aracılığıyla (Alevi-Sünni, Kürt-Türk, Sağcı-Solcu) gibi ayrımların yaratılmasında veya sorun haline getirilmesinde çaba sarfetmiş,  bugünkü sonuçlarına baktığımızda başarılı olmuştur.

Bir örnek vermek gerekirse; 1960’lı yılların ikinci yarısında Malatya’da çalışmaya! Başlayan “Barış Gönüllüleri”, öncelikle Alevi ve Sünnilerin iç içe yaşadığı ve yoğunlukta olduğu ilçelerde çalışmışlardı. “Barış Gönüllüleri”nin çalışmalarından kuşku duyan Akçadağ’ın köylerinden bir grup ortak bildiriyle seslerini duyurmaya çalışmışlar ancak tutuklanarak cezaevine konulmuşlardı. Malatya Ağır Ceza Mahkemesinde 1969/158 numaralı dosyayla yargılanan bu kişiler daha sonra beraat etseler de, yapılan muamelelerin ve örtülü baskının devam eden günlerde “Barış Gönüllüleri”ne gösterilmesi muhtemel tepkileri tırpanladığı aşikardır.

Ne acıdır ki, bugün bizler yurtdışında özellikle de ABD sınırları içinde okuyan çocuklarımızla ilgili,  hangi şartlarda ve nasıl bir eğitim aldıklarını bilmeden, bizlere doğru kabul ettirilen yurtdışı eğitim kavramından dolayı gurur duyar hale geldik. 1950’li yılların başında TED Ankara Koleji olarak isim alan okulumuzun yabancı dili eğitim dili olarak kabul etmesiyle üst düzeye çıkan yabancı dilde eğitime veya yurtdışında eğitime hayranlığımız sonucu eğitimimizin farklılaşması/Amerikanlaştırılması normal kabul edilmeye başlanmış, bu yaklaşım bugün toplumumuzun büyük bir çoğunluluğunun eğitim tercihlerinin olmazsa olmaz bir parçası olmuştur.

İlk zamanlarında gayet doğal görünen bu öğrenci değişim programları ve benzeri faaliyetler, gün geçtikçe ülkemize yasal yollarla dış istihbarat elemanlarının gelmesine imkan tanımıştır.

İlginç bir tesadüfü de burada sizlerle paylaşmakta fayda görüyorum. CIA’in Orta Asya ve Türkiye masalarında görev yapmış istasyon şefi Ruzi Nazar 1959 – 69 yılları arasında Ankara ABD elçiliğinde görev almıştır. Yine ilginç bir tesadüftür ki 1960-80 arasında ülkemiz sınırlarında bulunmuş bir çok Amerikalı’nın ülkelerine döndüklerinde irtibatını kesmedikleri kurum ve kuruluşlar ABD İstihbaratıyla direk veya dolaylı alakası olan kurum ve kuruluşlar olmuştur.

Görünen amacıyla, ülkemizi yakından tanımak ve ülkelerini tanıtmak olan bu gönüllülerin esas amaçları, kalkınmamış, kalkınmakta olan veya ABD dış politikası gereği ABD’nin işine yarayacak ülkelerde Amerikan dünya görüşünün yayılmasını, doğru kabul edilip desteklenmesini sağlamaktı.

Sadece ülkemize değil, dünyanın dört bir yanına dağılan “Barış Gönüllüleri”, gittikleri her yere de Amerikan değerlerini taşıyordu.  Amerikan Kongresine 669 sayılı “Barış Gönüllüleri”nin sayısının arttırılmasına dair yasayı sunan Sam Gejdenson “Hiçbir Amerikan Programı Amerikan değerlerini bu kadar güzel şekilde temsil etmemiştir.” Derken olayın onlar için ne kadar ciddi, bizim için ise ne kadar vahim boyutlarda olduğunu gözler önüne seriyordu.

Oktay Akbaş “Amerikan Gönüllü Kuruluşları: Barış Gönüllülerinin Dünyada ve Türkiye’deki Çalışmaları” isimli akademik çalışmasında şöyle diyor:

Kabul edilen Barış Gönüllüleri Yasası’nda üç amaç bulunmaktadır (Goldberg 1998)

  • 1- Hizmet edilen diğer insanlara ve dünyaya güçlü Amerika anlayışını kazandırmak. Diğer milletlerin Amerikalıları daha iyi tanımalarını ve onlara dost olmalarını sağlamak.
  • 2- Amerikan milletinin öteki ülkelerin insanlarını daha iyi anlamalarını sağlamak.
  • 3- İlgili ülkelerin ekonomik ve sosyal gelişmeleri için yetişkin insan gücüne olan ihtiyaçlarını gidermeye çalışmak.

İlk bakışta gayet masumane ve iyi niyetli bir amaç birliği gibi gözüken bu maddelerin pratikteki sonuçlarına göz atmakta fayda var:

  • 1- Barış Gönüllüleri gittikleri ülkelere öncelikle Amerikan yaşam tarzını götürürler.
  • 2- Barış Gönüllüleri gittikleri ülkelere daha sonra Amerikan ürünlerini götürürler.
  • 3- Barış Gönüllüleri gittikleri ülkelerin sosyal, siyasi, ekonomik gelişmelerini eş zamanlı olarak merkezlerine bildirirler.
  • 4- Barış Gönüllüleri gittikleri ülkelere dini inançlarını götürürler.
  • 5- Barış Gönüllüleri gittikleri ülkelere Amerikan siyaset felsefesini götürürler.

Bu maddeleri arttırmak mümkündür. Ancak bu beş madde bile nasıl bir emperyalist ablukaya alındığımızı ve hatta bunu anlamayacak derecede uyutulduğumuzun göstergesidir.

Bu maddelere karşı sormamız gereken sorularda şunlardır:

Bu program “Gönüllüler”i;

  • 1- Az gelişmiş veya gelişmemiş ülkelere şimdiye kadar nasıl ve ne kadar fayda sağlamışlardır?
  • 2- Eğitim formasyonu olmayanlar hangi izinler çerçevesinde eğitim verebilmişlerdir?
  • 3- Hangi ülkelerin yetişkin insan gücüne ne oranda katkı sağlamışlardır?
  • 4- Barış gönüllülerinin arasında ne kadar siyah vardır. (1999 rakamlarıyla sadece%2. Unutmadan bir de OBAMA!)
  • 5- Ülkemizde hangi yazarlar, akademisyenler ve siyasetçiler ilişki içinde olmuşlardır?
  • 6- Aslında Misyoner Ordusu mudur?
  • 7- Böylesi ulvi! bir göreve ABD şimdiye kadar kaç kişiyi göndermiş, kaç para aktarmıştır? Geri dönüşü ne olmuştur?
  • 8- Kimi eleştirileri de dikkate alarak modern çağın “Haçlı Ordusu” mudur?
  • 9- Günümüzde hala farklı ad altında faaliyet göstermekte midirler?

Açıktır ki, Amerikan yaşam tarzını diğer toplumlara aktarırken kullanacakları en önemli araç dildir. Bu yüzden gittikleri ya da gidecekleri ülkelerde İngilizcenin talep görmesini, mümkünse eğitim dili olarak kullanılmasını, eğer kullanılmıyorsa bunun için çalışmalar yapmaya çaba sarfederler.

Geçmişte Türkiye’de “Barış Gönüllüsü” olarak görev yapan kişiler www.arkadaslar.info isimli sitede halen irtibat halinde olup, ülkemize seyahatlerine, ülkemizden insanlarla ilişki kurmaya devam etmektedirler.

İstatistiklerden de anlaşılacağı üzere, “Barış Gönüllüleri” faaliyet alanlarının %40’ını eğitim alanı kapsamaktadır.

Eğitimden sonraki ikinci faaliyet alanının %16 olması eğitime verdikleri önemin ispatı niteliğindedir.

Eğitim konusundaki bu çabayı dünyanın en büyük gönüllü İngilizce öğreten grubu olarak taçlandırmışlardır!

Bir barış gönüllüsü olan Jonathan Pool (Akt. Özbalkan,1970) İngilizce’ye verilen önem, şu şekilde anlatmaktadır:

“En etkili sömürge araçlarından birisi dildir. Çünkü İngilizce bilen Amerikan radyo ve basınını takip ederek propagandaya açık hale gelir. Dil ile İngiliz Amerikan siyasetini benimseme ve mallarını satın alma başlar. Beyin göçünü sağlar. Bir insanın konuştuğu dil, o insanın düşünce ve davranışlarını etkiler. Bir yabancı dili öğrenip kullanan kişi yavaş yavaş o milletler gibi düşünmeye başlar.”

Araştırmacı-Yazar Aytunç Altındal’ın 03-12-1998 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yeralan şu cümleleri ise hayli düşündürücü:

“Şimdi sorumuz şudur: PKK ve ayrılıkçı Kürt hareketlerinin kiliselerle ne ilişkisi var? İlkin şunu belirteyim: Kiliseler 1965’ten bu yana Ortadoğu’daki Kürtçülük hareketleriyle ve 1983’ten sonra da PKK ile çok yakından ilgilenmekteydiler. Güneydoğu Anadolu’daki ilk gizli ve örgütlü etnik ve dinsel ayrımcılığı esas alan istihbarat faaliyetlerini 1962’de Barış Gönüllüleri adıyla bölgeye gönderilen, çoğunluğu Katolik ve Anglikan kiliselerine kayıtlı Amerikalı uzmanlar başlatmışlardı. Bunlar üç yıl süreyle bu bölgede yoğun misyonerlik faaliyetlerinde bulundular, birçok vatandaşımıza din değiştirme telkinleri yaptılar, inanılmaz vaatlerde bulundular ve etnik ve dinsel ayrımcılığı körükleyecek bölgesel inanç farklılıklarını “bilgi” haline dönüştürerek ABD’deki çeşitli istihbarat birimlerine aktardılar. Bu gönüllülerin hazırladıkları raporların bir kısmı da doğrudan doğruya kiliselere gitti.”

Amerikan Başkanı J.F.Kennedy, “Barış Gönüllüsü” adı altındaki Amerikancı eğiticilere, “Türkiye Müslüman bir ülkedir. Günde beş vakit Mekke’ye dönerler Allah derler, Muhammed derler… Sizler öyle çalışacaksınız ki Türkiye’de 7’den 70’e herkesi günde bir kere Amerika diyecek hale getirteceksiniz…” (Kalpaklı Mucize – Ali KAYA) der.

Başbakanlık Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu internet sitesinde “Barış Gönüllüleri” ile ilgili şu cümlelere yer verilmektedir:

Barış Gönüllüleri

27 Ağustos 1962 tarihinde Sağlık Bakanlığı ile Barış Gönüllüleri arasında kabul edilen protokol ile Barış Gönüllülerin Türkiye’ye gelmeleri ve çocuk bakım programlarında çalışmaları kabul edilmiştir. 1963 yılı Kasım ayı sonunda gelen gönüllülerden bir kısmı Sosyal Hizmetler Akademisinde, bir kısmı Çocuk Esirgeme Kurumunda çalışmaya başlamıştır.

1963 yılında 8, 1964 yılında 24, 1966 yılında 18 ve 1969 yılında 13 kişilik grup olmak üzere toplam 77 barış gönüllüsünün çocuk bakımı programında çalıştığı belirtilmektedir. (Gizli Belgelerle Barış Gönüllüleri) Gönüllüler bu çalışmalar sırasında Çocuk Esirgeme Kurumu yuvalarında çalışmıştır. Çalışmalar, oyunları yönetmek, küçük çocuklarla ilgilenmek, eğitim seminerleri düzenlemek, broşür, pankart hazırlanması, oyun araçları yapma, çocuk bakımında çalışacak gönüllüler bulma, özürlü çocuklarla ilgilenme gibi çalışmalarda bulunmuştur. 1969-1970 döneminde Çocuk Esirgeme Kurumuna bağlı kuruluşlardan Adapazarı Çocuk Yuvası, Ankara Keçiören Çocuk Yuvası, Balıkesir Çocuk Yuvası, İzmir Basmane Çocuk Yuvası, Mersin Çocuk Yuvası ve Bandırma Çocuk Yuvasında toplam 9 barış gönüllüsünün çalıştığı belirtilmektedir.

Kurumun 1964-1965 yıllarını kapsayan Çalışma Raporunda, “Amerikan Barış Gönüllülerinin Yuvalarımızda Çalışmaları” başlığı adı altına ; ” Geçen yıl, müteveffa Amerikan Cumhurbaşkanı Kennedy programı gereğince memleketimize gelen barış gönüllülerinden 18-20 si Kurumumuza verilmiştir. Bunlara göreve başlamadan önce Genel Merkezde müdürlerinin de katıldığı bir toplantıda Genel Başkan bir görüşme yaparak, kurumumuzun çalışma şartları ve şekilleri üzerinde kendilerine geniş bilgi verilmiştir. Bunlar esasen Amerika’da kısa veya uzun devreli bir kurs görmüşlerdir. Kendileri yuvalarımıza taksim edilmişler ve göreve de başlattırılmışlardır.

Üç dört aylık bir çalışmadan sonra barış gönüllülerini, kendi müdürleri Ankara’da toplamış ve çalışma sonuçlarıyla görüşlerini sormuşlardır. Genel Başkan ve Yönetim Kurulumuzun hazır bulunduğu ve birkaç gün süren bu toplantıda karşılıklı fikirler söylenmiş ve daha iyi sonuçlar alınması ve bunların çalışmalarının daha verimli olması için prensipler tespit olunmuştur” şeklinde çalışmalar özetlenmiştir.

1966-1967 yıllarını kapsayan çalışma raporunda; “Her yıl Amerikan barış gönüllülerinden belirli bir miktarı yuvalarımızda çalışmakta ve sürelerini bitirenler teşkilatları tarafından değiştirilmektedir. Bunların çocuklarımıza yararlı olmalarını temin maksadıyla gerekli kontrollerimizi yapmaktayız. Mesailerinde görülen kusurlar, müdürleriyle yapılan görüşmelerde düzeltilmekte olup kendilerinden raporlar da alınmaktadır. Bütün Türkiye’de çalışan bu kabil gönüllülerin, İstanbul’da yaptıkları toplantıya davet üzerine, Genel Başkan ve Genel Sekreterimiz katılmışlardır. Aynı toplantıda SSYB ve Milli Eğitim Bakanlığı temsilcileri de hazır bulunmuşlardır.

Barış gönüllülerinin kurumumuzdaki çalışmaları ve kendilerinden istenilen hususlar hakkında Genel Başkan, tasvip gören bir konuşma yapmıştır.” şeklinde barış gönüllülerinin çalışmaları aktarılmıştır.

1970 yılında yapılan 25. Genel Kurulda İstanbul delegesi Necati Ustaoğlu barış gönüllülerinin kurumda çalıştırılmamaları konusunda bir konuşma yapmıştır. Bu konuşmada barış gönüllülerinin Türk örf adetlerine ters düşen davranışlarda bulunduğu belirtilerek kuruluşlarda çalıştırılmaması istenilmiştir. Bunun karşılığında Genel Başkan konunun devlet makamlarınca incelendiğini, bu konuda şimdilik açıklamada bulunamayacağını belirtmiştir.

13-14 Mayıs 1972 tarihinde yapılan 16 Genel Kongre Tutanağında Barış Gönüllüleri ile ilgili ayrıntılı bilgilere girilmeden “Barış Gönüllüleri Kurum bünyesinden tasfiye edilmiştir” denilerek çalışmanın sona erdirildiği belirtilmiştir.

Bu cümleler devlet eliyle, durumun tehdidinin farkına varılmadan (varıldığı anda da yaklaşık 10 yıl geçmiştir.), ne kadar tehlikeli boyutlara ulaştığının delilidir.

27-12-2002 tarihli gazetelerde çok dikkat çekmeyen bir haber yayınlandı. Bu habere göre; Rusya iç istihbarat servisi FSB’nin Başkanı Nikolay Patruşev’in casuslukla suçladığı Amerikan “Barış Gönüllüleri” grubunun Rusya’dan çıkmasını istedi.

ABD’nin Moskova Büyükelçiliği tarafından yapılan aynı tarihli açıklamaya göre, Rus tarafı büyükelçiliğe, barış gönüllüleri ile ilgili anlaşmayı feshettiği bildiriminde bulundu. Rusya’nın 30 bölgesinde 200 kadar Amerikalı gönüllünün katıldığı program, kültürel çalışmalar yoluyla iki ülke halkları arasında yakınlaşma sağlanması amacını taşıyordu.

Patruşev, 2002 yılında 30 gönüllünün, Rusya’nın çeşitli bölgelerinde yerel yöneticiler, ekonomik ve toplumsal durum ile ilgili bilgiler topladıkları ve casusluk yaptıkları gerekçesiyle ülkeden çıkarıldıklarını belirtti.

Gittikleri her ülkede afişe oldukları tarihe kadar fazlasıyla bilgi ve belge toplayan bu gönüllüler toplumların içine sızan sosyal virüsler gibiler. Zamanında ve doğru tedbirleri almadığınız zaman virüs yapı toplumu değiştirmeye ve dönüştürmeye başlayıp, ilk halini reddeder hale gelmektedir.

Gazeteci yazar Uğur Yıldırım 2005 Mayıs ayı Jeopolitik dergisindeki yazısında bakın nelere dikkat çekiyor:

Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ilk Protestan Amerikan misyoner okulu 28 Temmuz 1824 tarihinde, Beyrut’ta Hıristiyan Arap, Tannus el Haddad’ın başöğretmenliği ve yedi öğrenciyle öğrenime başladı. Sadece bir yıl sonra, okuldaki öğrenci sayısı 90’a çıktı. Okulun ardından ilk Amerikan konsolosluğu da Beyrut’ta faaliyete geçti.

Osmanlı’nın parçalanmasında misyoner okulları büyük rol oynadı. Dinini değiştiren aynı zamanda, bağlı oldukları toprağı da reddediyor, sadakatle bağlı olduğu devleti ve parçası olduğu milleti de değişiyordu. Örneğin, Batı’nın casus okullarında “beyni yıkanarak katolikliği seçen Ermeniler, sadrazamın huzurunda bile ‘biz millet-i Ermeniyana tabî olamayız’ diyorlardı.”

Bulgar, Rum, Ermeni, Arap ve Arnavut milliyetçilerin kurdukları çetelerin lider kadrosunun çoğu bu okullarda yetişti. Örneğin Bulgaristan’ın “kurtarılması” davasını başlatan Robert Kolej’in kurucusu, misyoner Cyrus Hamlin. 1863 yılında ABD dışında denizaşırı bir ülkede açılan ilk Amerikan koleji, İstanbul’da açılan Robert Kolej’dir.

Birbirinden ayrılamayacak düzeyde iç içe geçmiş olan, misyonerlik faaliyetleri ve “Barış Gönüllüleri” faaliyetlerinin ne kadar geriye gitmiş olduğu dikkat çekici. (Tarihsel süreçte 1096-1270 Haçlı Seferlerini de iyi anlamak gerekmektedir.)

Son olarak;

3 Ocak 1921’de Atatürk İçişleri Bakanlığı’na gönderdiği yazıda Şöyle diyordu:

“Hiçbir hükümet kendi tebaasından olan on binlerce çocuğu kendi memleketi dahilinde bir yabancı heyeti tarafından her türlü teftişten azade olarak büyütüp onlara istediği gibi telkinlerde bulunulmasına müsaade edemez. Buna müsaade etmek çocukları yaşayacakları muhite düşman veya hiç olmazsa yabancı olarak yetiştirmek ve dolayısıyla onunla çarpışmaya mahkum eylemektir.

Bu ise gerek o çocukların gerek içerisinde yaşayacakları halkın felaketini hazırlamaktır. Bunu engellemek ise hükümetin vazifesidir. Bundan dolayıdır ki Amerikalılar tarafından numune çiftliği ve bir benzeri müesseseler husule getirilip buralarda kendi tebaamızdan olan binlerce çocuğun Türk Hükümeti ve milletine karşı dostane olmayan ve sadıkhane olmayan hissiyatla donanmış olarak yetişmelerine müsaade edemeyiz.” Atatürk diğer bir konuşmasında, “Çocuklarımıza her şeyden evvel Türkiye’ye düşman bütün uluslarla mücadele etmek öğretilmelidir.” der.

 

 

AKP hesaplaşmak değil, helalleşmek istiyor

Haftayı bitirdik yine.

‘Evet’ çilerin demokrasi şampiyonu ilan edildiği, ‘hayır’cıların da darbeci ilan edildiği bir tartışmadır aldı başını gidiyor.

Kadersizliğe bakın ki, darbe dönemlerinde darbeleri alkışlayanlar, darbecilere iltifat edenler, methiyeler düzenler, şimdi kalkmışlar darbecilerden yalandan hesap soracaklar. 

Kaç kez yazdım.

Tekrar yazıyorum.

12 Eylül’ü diline pelesenk etmiş olan darbe ürünü AKP, 12 Eylül’ü yapanlardan hesap soramaz.

Tekrarlıyorum.

So-ra-maz.

Zira bilinçli olarak, zaman aşımını ortadan kaldıran hüküm, ilave edilmedi AKP tarafından.

Ama diğer maddeleri gizlemek için 12 Eylül Darbesi’nin arkasına saklanıyorlar.

12 Eylülü geçmişte alkışladılar bunlar.

‘Alkışladılar’ diye özellikle yazıyorum

Bu iktidarın sırtını dayadığı Nur Cemaati’nin Lideri Fethullah Gülen Hoca Efendi’nin, 12 Eylül’ü izleyen günlerde, 12 Eylül Darbesi’ni yapanların cennetlik olduğuna dair demeçleri, arşivlerde hala duruyor.

Ne oldu da şimdi, hukuk tekniği açısından mümkün olmayan hesabı sormak hatırlarına geldi, anlayabilene aşk olsun.

Bu Anayasa değişikliğine karşı olanların hepsinin, üzerinde mutabık olduğu bir şey var.

O da, ülkeyi askeri vesayetten kurtarmaya kararlı olduklarını iddia edenlerin, aslında ülkede AKP vesayetini kurmaya yönelik ‘Tek Adam’ heveslileri, ‘Dikta Rejimi’ özlemi duyanlar olduğudur.

Anayasa değişikliğine “HAYIR” diyenlerin PKK ile aynı safta buluştuklarını iddia edenler, PKK ile Habur’da buluştuklarını ne çabuk unuttular.

Bu buluşmanın kendilerine verdiği mutlulukla, “iyi şeyler olacak” dediklerini ne çabuk unuttular.

Anayasa konusunda anlatacak düzgün hiç bir şeyleri yok aslında.

Anayasa değişiklik maddelerinden biri , Ekonomik ve Sosyal Konsey kurulmasına dair bir madde örneğin.

Yahu el insaf.

Bu konsey zaten var.

Ve kanuna göre her üç ayda bir, Başbakan tarafından toplantıya çağrılması lazım.

Bırakın her üç ayda bir toplanmayı, sekiz yılda üç kez toplandı mı acaba?

Toplanması için Anayasa değişikliğine mi ihtiyaç var?

Bu değişikliklerin bir tanesi de, kamu çalışanlarına ‘toplu iş sözleşmesi’ hakkı verilmesi.

57. Hükümet döneminde çıkarılan kanun, kamu çalışanlarına ‘toplu iş görüşmeleri’ hakkı veriyor zaten.

‘Görüşmesi’ yerine ‘sözleşmesi’ ibaresi gelince mi değişiklik olacak?

Tamam, sözleşmeye başladılar, anlaşamadılar.

Ne olacak?

Grev hakkı veriliyor da, kamu çalışanları da greve mi gidecekler?

– Hayır?

Grev hakkı getirilmiyor ki bu değişiklikle.

 Ne olacak peki?

– Uzlaşmaya gidecekler.

Uzlaşamayınca ne olacak peki?

– Hükümet karar verecek.

Ne işe yaradı peki bu değişiklik?

Ne değişti?

Yalandan yere yapılan bir düzenlemeden öteye geçmiyor bu değişiklik de.

Bu Hükümet’in en çok şikâyet ettiği kurumların başında YÖK gelmiyor muydu?

Bu YÖK değil mi 12 Eylül Anayasası’nın ürünü?

Kaldırılması gerekmez miydi bu Anayasa değişikliği paketi ile?

– Ne gezer.

Yusuf Ziya Özcan’ı seçtirince YÖK’e, varsın darbecilerin kurduğu bir kurum olsun.

Burada da darbecilerle kol kola olmuyor mu şimdi bu Hükümet?

12 Eylülden sonra kurulan kurumların içinde RTÜK vardı.

Ne oldu bu antidemokratik uygulamalarıyla Hükümet’in tepkisini çeken sansürcü RTÜK’e?

Başına Deniz Fenerci Zahit gelince,  demokratik bir kurum mu oldu bu darbecilerin icat ettiği kurum?

Burada da darbecilerle kol kola olmakta bir beis görmüyorlar.

% 10 barajı ne peki?

O da 12 Eylül ürünü değil mi?

Bırakın kaldırmayı, konusunun edilmesi bile rahatsız ediyor AKP lileri.

Ya dokunulmazlıkların kaldırılmaması konusundaki tavrını hangi demokratik anlayış ile izah edecek, haklarında yüzlerce dosya bulunan Başbakan, Bakan ve Milletvekili’ni uhdesinde bulunduran AKP Hükümeti.

Anayasa değişikliği demokratikleşme getirecekmiş.

Bekleyen bir ifade konusunda hâkim karşısına çıkarmak için, Türk Tabipler Birliği Başkanı’nı sabaha karşı otelden almak, demokrasi gereği midir?

Bunu mu kaldırıyor yapılan Anayasa değişikliği?

12 Eylülle hesaplaşacağız yalanları ile milleti kandıran AKP Hükümeti, 12 Eylülle hesaplaşmak değil, helalleşmek istiyor.

Gerçek budur.

 

“Dış Türkler” Neredesiniz ?

Dünyanın sorunu, akıllılar hep kuşku içindeyken aptalların küstahça kendilerinden emin olmalarıdır.   /  Bertrand Russel

“Dış Türkler” Neredesiniz ?

Türkiye nüfusunun büyük bir bölümü Türk Dünyasından anavatana yapılmak zorunda kalınan göçlerle oluşmuştur.
Bugün her ailenin en azından bir ferdinin, kökünün, çekilmek zorunda kaldığımız Türk topraklarına uzandığını çok rahatlıkla söyleyebiliriz.

Anavatana yapılan göçlerin en başlıca sebebi, Türk Devletlerinin hakimiyeti kaybetmeleri sonucu uğranılan; baskı, zulüm, tecavüz, katliam ve soykırımlardır.

Bu sebeple Türk Dünyasından yapılan göçler sonucu, benim “Dış Türkler” olarak adlandırdığım zümre, hazır bir vatan bularak Anadolu’ya gelmiştir.

Anadolu’ya binlerce yıl önce yerleşmiş bulunan Türkler de, Türk Dünyasının farklı coğrafyalarından gelen kardeşlerini bağrına basmış ve hiç çekinmeden malına ve sofrasına ortak etmiştir.

Türkiye;  “Dış Türkler” e ilişkin göçleri, Azerbaycan, İran, Irak, Suriye, Kıbrıs, Rodos, Girit, On İki Ada, Yunanistan, Bulgaristan, Kosova, Makedonya, Bosna, Sancak, Romanya, Ahıska, Kırım, Kafkaslar, Kırgızistan, Özbekistan, Kazakistan, Moldovya – Gagavuz Bölgesi, Türkmenistan, Nahcivan, Doğu Türkistan gibi Türk coğrafyasından almıştır.

Rusların, İngilizlerin, Almanların, Fransızların ve Yahudilerin oyunlarına yenik düşen “Dış Türkler” Anadolu’ya sığınmak gibi bir çaresizlik yaşamışlardır. Arkalarında bıraktıkları akrabaları halen kan ve gözyaşı içindedir.

Karabağ’da Ermenilerin, Doğu Türkistan’da Çinlilerin, Özbekistan’da Fergana ile Kırgızistan’daki son olayların, Irak Türklerinin, Enossis ile Kıbrıs Türklerinin, Yunanistan’da Batı Trakya Türklerinin, Bulgaristan’da 1989 göçü ile sonlanan trajik olayların, Ahıska Türklerinin ve Kırım Türklerinin sürgünlerinin ve daha nice örneklerin çok taze ve canlı olduğu bir tarihi süreci yaşıyoruz.

Yukarıda saydığımız coğrafyada yaşayan Türkler ve kendini Türk görenler veya düşmanlarınca Türk  gibi görülenler, canları bahasına ve dağları, çölleri, nehirleri  yürüyerek ya da yüzerek aşmak suretiyle kendilerini Türkiye’ye atmayı başarmışlardır.

Senin belki de daha henüz farkında olmadığın ama “dünyayı Türksüzleştirme projesi”nin mimarlarınca çok iyi bilinen ve Türk Milletinin üstün meziyetleri sebebiyle yürütülen, Türk’ü yok etme projesine 09 Eylül 1922’de İzmir’de düşmanın denize dökülmesi ile dur denilebilmiş ve bu durum Lozan anlaşması ve 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyetin ilanı ile hukuken tescil edilmiştir.

Şimdi yine dünyayı Türklerden arındırma projesinin mimarları; Türklüğün kalesi Türkiye’yi Türksüzleştirme çabalarını, devşirdikleri hainler eliyle uygulamaya koymuştur.

Bu planın legalleşerek hukuki bir nitelik kazanması 12 Eylül’de yapılacak olan Anayasa değişikliklerine dair referandumla gerçekleştirilmek istenmektedir. Bölücübaşı vekili Murat Karayılan’ın “PKK demokratik özerklik ilan edebilir” açıklamaları da yapılmak istenenin öncü işaretleridir.

Türk Milletine ısrarla “bu millet” demeyi sürdüren bir başbakanın sözde kürt açılımını, milli birlik ve demokrasi, kardeşlik açılımı olarak ortaya koyması ve STK’ların kadın temsilcilerine “açılımı sürdürmekten başka çaremiz yok” diyerek konuşması tam bir ibretlik  vesikadır. Başbakanın kendisi ve şürekası böyle bir acziyet içinde olabilir ama büyük Türk Milletinin, sorunların çözümünde asla bir çaresizlik içinde olması düşünülemez. Büyük Önder Mustafa Kemal bizlere böyle zamanlar için “muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur” diyerek yol göstermiştir ve sırf bu sebeple bile, Türk Milletinin karşılaştığı sorunları çözecek tükenmez bir gücü ve kudreti vardır.

Anayasa’dan Türk sözcüğünün çıkartılması gerektiğinin çığırtkanlığını yapan AKP’li milletvekillerini Türk Milleti çok iyi biliyor.

Türk Milletini 36 etnik parçaya bölmek mi milli birlik projesidir? Avşarları, Karakeçilileri, Yörükleri, Türkmenleri, Kürtleri etnik bir parça saymak mı kardeşlik açılımıdır?

Niye kürtlerin yabancı kaynaklarda bile kabul gördüğü şekilde Turani bir kavim ve bir Türk boyu olduğu bilimsel olarak ortaya konulmuyor? Neden millet olmanın sosyolojik ve psikolojik yanları üzerinde durulmuyor da, sorun ekonomik bağlamda ve işsizlik ekseni üzerinde değerlendiriliyor?

Dış güçlerin sonsuz desteği ile azan ve özerklik talep eden bölücü zihniyet ile Türkiye’yi masaya oturtmaya çalışan bir AKP iktidarı vardır. Bu iktidar bütün sorunların müsebbibi olarak büyük Türk milletini gösteriyor. Onlara göre Türklükten vazgeçince her sorun kendiliğinden sona erecek.

Soros Vakfının Türkiye uzantısı TESEV 24 Haziran 2010 tarihli kürt raporunda, Türk dili, Türk vatandaşı, Türk kültürü, Türk devleti gibi terimlerin kullanılmaması isteniyor. Anayasa’daki Türklük vurgusunun  tamamen ortadan kaldırılması gerektiği belirtiliyor. Öte yandan Diyanet İşleri Başkanlığı da Türklüğü öven hadisleri “Peygamberimizin Çağımıza Mesajları” adlı çalışmadan çıkarıyor. Milli günlerin kutlanması vesilesi ile camilerde Türk sözcüğünün geçtiği mahyaların kaldırıldığını da hatırlıyorsunuz değil mi?

“Dış Türkler” diye tanımladığım ve bu vatanın öz sahibi olan değerli kardeşlerim; Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Milleti kopup geldiğimiz coğrafyalarda sizinde geçmişte yaşadığınız benzer olaylar sebebiyle bugün tehlikededir.

12 Eylül referandumu bu gelişmelerin kilit noktasıdır. Türk düşmanları, hedeflediklerini Türk Milletini de kullanmak suretiyle legalleştirmek istemektedir. Bunun “hayır” oyları engellenmesi gerekmektedir. Bu bir parti veya siyaset meselesi değildir. Türk Milletinin varlığı bahis konusudur. O nedenle bu konuda en önemli görevlerden biri “Dış Türkler”e düşmektedir. Dış Türklerin bu memlekete ödemeleri gereken borçları vardır. Dış Türkler dediğimiz anavatana Türk Dünyasının dört bir yanından gelmiş olan kardeşlerimiz şimdi bu borcu ödemek üzere ayağa kalkmalı, ev ev gezmeli, gönüllere seslenerek geçmişte başına gelenler konusunda Türk Milletini uyarmalıdır. Dış Türkler bu vazifeden kaçamaz. Yoksa bu onların boynundaki en büyük vebal olur.

Ben bu “Dış Türkler” kapsamında ifade ettiğim kardeşlerimin gücünü kudretini biliyorum. Eğer onlar yani Kazak Türkleri, Ahıska Türkleri, Azerbaycan Türkleri, Kırgız Türkleri, Özbek Türkleri, Irak Türkleri, Kıbrıs Türkleri, Girit Türkleri, Batı Trakya Türkleri, Bulgaristan Türkleri, Kosova ve Makedonya Türkleri, Bosna Türkleri, Sancak Türkleri, Romanya Türkleri, Türkmenistan Türkleri, Uygur Türkleri, Kırım Türkleri, Türkiye ve Türk Milleti için ayağa kalkarlarsa, Türk Milleti birlik ve bütünlük içinde yaşamaya devam edecektir.

Hedef; hainleri düştükleri ihanet çukurunda boğmak ve ebediyen “Ne Mutlu Türküm Diyene” diyerek, başı dik, alnı açık, gururlu insanlar olarak yaşamaktır. Bunun yolu da referandumda “hayır” demekten geçiyor. Dış Türkler ses verin bakalım; neredesiniz?