12.8 C
Kocaeli
Cuma, Ekim 3, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1123

Arkadaşlık

Arkadaşlar, sadece senin sevdiğin kişiler değildir.

Sen, çünkü senin tanıdığın, senin yaşındaki kişilere muhtaçsın.

Bir ihtiyacın olursa kimde varsa ondan alırsın. Çünkü senin ona ihtiyacın vardır.

İşte bu anlattığım paylaşmaktır. Sen kiminle ya da kim seninle ihtiyaçlarını giderirse bence o senin arkadaşındır.

Belki onu diğer kişilere göre çok sevmiyorsundur. Ama o iyi kötü arkadaşındır.

Birisi sana arkadaşlarını söyle dese sevdiklerini değil tanıdıklarını söylersen iyi olur.

Beygir, Merdiven, Kaset eşittir Siyaset

0

Bu üçlüye birde mert ile namert sosu ilave ettiniz mi tadına doyum olmaz.

Miting meydanındaki kalabalıklar cuşi naşa gelir

Hakikaten öyle oluyor.

Bu da kültür ve seviye meselesi

Hani meşhur bir söz vardır.

“Eğitim Şart” deriz ya

Sanki bütün olumsuzlukları eğitimsiz insanlar yapıyormuş gibi,

Herkes eğitimli olunca bütün olumsuzluklar düzelecekmiş gibi,

Aslında bazen bu “Şart” kelimesini tersinden okumak doğru olur.

Tersinden okuyunca ne olur?

Eğitim Traş” olur.

Birincisi yani eğitim şart ideal olanı yansıtır.

İkincisi yani bunun tersi reel olanı yansıtır.

Şimdi gelelim bunun konumuzla ilgisine,

Kavgayı sadece maç öncesi ya da sonrası fanatikler yapsa,

Cehaletlerine verirsiniz.

Yeterince eğitim ve kültürü olmayan insanlardan başka ne beklenir ki dersiniz.

Eğitimle bu olumsuzlukları düzeltebileceğinizi düşünebilirsiniz.

Belki de haklısınız.

Fakat aynı ya da benzer kavgaları mecliste ve miting meydanlarında,

Ülkeyi yöneten ve yönetmeye talip olan üniversite bitirmiş akademik kariyer yapmış,

 İnsanlar yaparsa nasıl çözüm üretirsiniz?

Hala eğitim şart mı dersiniz?

Yanlış hatırlamıyorsam 50 li yıllarda bir miting meydanında ,

Merhum İnönü için rahmetli Menderes asker kaçağı demişti kalabalık coşmuştu.

60 sene sonra aynı anlayış hala devam ediyorsa,

Üstelik bunlar liderler tarafından yapılıyorsa ülke ve millet olarak kaç arpa boyu yol aldık

dersiniz?

Miting meydanlarında bir partinin seçmeni diğer partilerin liderlerini yuhalıyor.

Mevcut liderde buna sessiz kalarak onay veriyor.

Yâda zevkten dört köşe oluyorsa…

Halkta da siyasilerde de dolayısıyla siyaset anlayışımızda ciddi sorunlar var demektir.

Bu sorundan da öte bir hastalıktır.

Tedavisi gerekir.

Bu durum aynı zamanda tuzun koktuğunun göstergesidir.

İstiklal savaşı yıllarında bizim askerimizin yaralı düşman askerlerine gösterdiği merhamet ve

Saygıyı…

Bu gün siyasiler bir birlerine göstermiyorlarsa

Yazık hem de çok yazık !

İnsanlık adına üzülüyorum.

Bu gün siyasette hâkim olan zihniyet “Muaviye mantığıdır”

Yani ölçü, sınır yok .

Hedefe varmak için her yol mubah…

Bunun çözümünü de bu aziz millet bulacaktır bulmak zorundadır.

Siyasi liderlerimiz birbirlerine sataşmaya harcadıkları enerjinin yarısını

Milet ve memleket meseleleri için harcasalar,

İnanıyorum ki ülkemiz güllük gülistanlık olmuştu.

Ekonomi terör işsizlik ve eğitin halledilmiş olurdu.

Rekabet dili unutuldu siyasete hakaret dili hâkim oldu.

Sen beygire binmesini bilmiyorsun,

Sen merdivenden inmesini bilmiyorsun derken,

Kasetler havada uçuşmaya başladı.

Bir seçim sürecide böyle sona yaklaştı.

13 Haziran itibarıyla beygir merdiven ve kasetten sonra akılda kalacaklar şunlardır.

BDP için Kürt halkını tenzihen söylüyorum.

Çünkü ben BDPyi Kürt halkının temsilcisi olarak görmüyorum.

Güneydoğu için ayrı bir başbakan yani bölünme,

MHP için hilal kart,

CHP için hanımlara 600 lira maaş,

AK PARTİ için çılgın proje,

İktidar kim olursa olsun.

Bunların hiç birisinin gerçekleşme ihtimali hemen hemen yok gibi !

Kısa zaman sonra unutulup giderler.

Peki, halkın gerçek gündemi bunlar mı?

Size gerçek gündemi de söyleyeyim:

Tarım, 

Hayvancılık ,

Üniversite mezunu işsiz gençler,

Hala atanamayan öğretmenler,

Vasıflı vasıfsız işsizlik,

Eğitim,

Terör ,

Ekonomi .

İhracat 25 milyar dolardan 125 milyar dolara çıktı.

Elbette ki güzel ve sevindirici bir durum,

İşveren karını beşe ona katladı .

Peki ya işçiler !

Onlarında geliri ihracatla paralel olarak arttı mı?

İşsiz sayısı azaldı mı?

Çalışanlar Müteahhide devredildi .

Kadrosunu kaybetti.

Sözleşmeli ya da 4 – c li duruma düştü.

Asgari ücrete mahkûm oldu.

Emekli memur işçi esnaf halinden çok mu memnun ?

Kirada oturup ta iki ya da üç çocuk okutan bir memurun durumu nasıldır acaba?

Bu saydıklarım bardağın boş tarafı,

Dolu tarafını da unutmamak gerekir.

İşte size halkın gerçek gündemi ;

BBP- SAADET VE HAS PARTİ halkın gerçek gündemine daha yakın,

Ama merkez medyada yer bulamadıkları için,

Yeterince halkın gündemine gelemiyorlar.

Son söz olarak ;

İktidarı ve muhalefeti ile tüm partileri,

Bu halkın gerçek gündemiyle meşgul olmaya davet ediyorum.

Unutmayınız ki dünyada olmazsa bile ahrette işiniz haraptır.

12 Haziran seçimlerinin ülkemize bölgemize ve tüm insanlığa,

Barış huzur ve adalet getirmesi temennisiyle…

“Kürt’ün Kafasını Türk’e Kırdırmak”

80 öncesinde olgunlaştırıla olgunlaştırıla çekilen ‘Kardeş Kavgası‘ filminin seslendirme yönetmeninin meşhur repliği idi “İti ite kırdırmak“. Netekim Big Boss‘un dediği oldu.

Bir tarihçi olarak ben bu filmi tarih boyunca defalarca gördüm. Sonuncusundan günümüze daha 1 yüzyıl bile geçmedi. 1000 yıllık Selçuklu – Osmanlı birlikteliğindeki Ermeniler emperyalizm lunaparkındaki tüm âletlere bindiler ve eğlencenin hazzıyla kendilerinden geçtiler. Ayıldıklarında coğrafyadan silinmişlerdi.

 Herkes soykırımım masal bile olmadığını, kendi edenin kendi bulduğunu ve provakatif Müslüman katliamlarıyla nefsi müdafaaya geçen halkla Ermeni çeteler arasında ciddi bir mukatele yaşandığını bilir. Ve bunun da çoğunluğu Doğu‘da Kürt alay ve aşiretleriyle..

Bir taşla yarım düzine kuş:

1-PKK hareketi 84’ten bu yana hem Kürt’ten hem de Türk’ten intikam almıştır.

2-Apo’nun Ermenistan Yazarlar Birliği üyesi olması tarihi çelişkilerdendir.

3-Büyük Ermenistan olmadı, yerine aynı yerde eşdeğer Büyük Kürdistan verelim.

4-Ama Kürdistan İsrail ile Ermenistan hattının boşluğuna tampon olsun.

5-Ermeni kelimesinin tedaisi olumsuzsa Kürt kelimesine ne diyeceksiniz?

6-Yoksa Kürt Meselesi Şark (Kurnazlığı) Meselesi midir?

Türk Milleti‘nin varlığının tehlikeye girdiğindeki insiyakî davranışı tavuğun civcivlerine yılan dadansa da, çakal dadansa da değişmez tavrıdır. Bunun için insanların milliyetçi olmasına bile gerek yok. Çoğunluk galeyana geldi mi mantık savuşur. Gen mühendislerimiz bunu çok iyi bilir.

12 Haziran sonrasında pandoranın kutusu iyice açıldığında asıl tepkiler Doğu‘dan değil Batı‘dan gelecek. Birlikte yaşamanın çivisini çıkaranlar o çivinin tekrar yerine çakılmayacağını biliyorlar. Bu filmin de rejisörü son 60 yılın tamamında olduğu gibi Amerika‘dır. İsrail‘le zaten eşgüdümüz, e halkımız da temayül temayül epeyi Yahudîleşti.

Saf çocuğu masum Anadolu’nunsandıktan domates seçerken Türk Milleti‘yle birlikte İslâm Âlemi‘nin kaderinin de çizeceğini bilmeli. Sonra Neşe Karaböcek‘in ‘Kırılsın Ellerim‘ şarkısına kaset bulamayabiliriz.

Ne demiş X şahsiyet; “İster mermi olsun, ister oy pusulası. İyi nişan almalı insan; kuklayı değil kuklacıyı vurmalı.

Kaderini küresel efendilerin şer şampiyonluğuna iliştirenler olduğu gibi Hakk’ın hatırını her dem âli tutanlar da olacaktır. Habil‘le Kabil‘in savaşını iyi okuyanlar 15 bin km. uzaktaki Avustralya‘dan bile millete birlik mayası sunabiliyorlar. Sağduyu her zaman galip gelmelidir.

Vallahu hayr’u-l makirîn“. Güçler dengesinde gücü yaratanı unutanlara hatırlatıyoruz. Ve diyoruz; 2011 seçimleri Allah‘ın ‘Basîr‘ sıfatına tecelligâhtır. Yada 1915 model bir eyvahtır.

Seçime 5 Gün Kala Anlaşılamayan Bazı Hususlar

•1-    “Yeni Anayasa” vaat eden AKP’nin nasıl bir anayasa istediği anlaşılamadı.

Yeni Anayasa’da ilk dört madde yani devletin temel nitelikleri değişecek mi?

Yeni Anayasa’da Başkanlık sistemi olacak mı?

Anayasa’dan Türk kelimesi çıkarılacak mı?

Devletin kurucu unsuru olarak, “etnisitesi ne olursa olsun hepimizin ortak kimliği olan Türk Milleti kavramı” yerine etnisite isimleri zikredilecek mi?

Eyalet sistemi olacak mı? Eyalet başkanları (Valiler) seçimle mi gelecek?

Mali özerklik, anadilde eğitim, öz savunma gücü olacak mı?

Federasyon öngörülmekte mi?

Genel af söz konusu mu?

Öcalan siyasi haklarını geri alacak mı?

Kürdistan Eyaleti Başkanı Öcalan” hayallerini kuranlar başarılı olacak mı?

Bu ve benzeri hususlar açıklığa kavuşmadı.

•2-    CHP’nin “yeni Anayasa” taslağının ve “yerel yönetimlere özerklik” projesinin (ilk maddede zikrettiğim) BDP/PKK taleplerine ne ölçüde paralellik arz ettiği veya ters düştüğü anlaşılamadı.

•3-    Başbakan Erdoğan, Adnan Menderes ve Demokrat Parti mirasına sahip çıkıyor. Bu siyasi çizginin 1964 sonrası dönemine damgasını vurmuş (12 yıl Başbakanlık, 7 yıl Cumhurbaşkanlığı yapmış olan) Süleyman Demirel’e saldırarak bu mirası sahiplenmesinin mümkün olup olmadığı anlaşılamadı.

•4-    Darbe planları yaptıkları gerekçesiyle hapisteki general sayısının karargâhtaki general sayısını geçti. Buna rağmen 27 Nisan 2007 e-muhtırasını “bizzat kaleme alan” Genelkurmay Eski Başkanı Yaşar Büyükanıt’a Bakanlar Kurulu’nun onayı, Cumhurbaşkanının tevcihi ile T.C. Üstün Hizmet Madalyası ile taltif edilmesi ve trilyonluk zırhlı araç tahsis edilmesinin hikmeti anlaşılamadı. Büyükanıt, 5 Mayıs 2007’de de Başbakan Erdoğan ile Dolmabahçe Sarayı’nda bir görüşme yapmış ve içeriği sır olarak saklanmıştı. Erdoğan “Bu görüşme benimle mezara gidecek” demişti. Bu sır da hala açıklanmadı.

•5-    Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanına “van minut” diyerek gönlümüzü serinleten Başbakan’ın yönettiği AKP hükümeti, 6 ay sonra Uluslararası Atom Enerjisi Kurumunda İsrail’in nükleer silahlarının sorgulandığı toplantıda İsrail’e destek verdi. Ayrıca İsrail’in OECD üyesi olması AKP hükümetinin olur’u ile gerçekleşti.

“İsrail’in 1967 yılından sonraki en büyük siyasi başarısına” (OECD üyesi olmasına) AKP hükümetinin neden destek verdiği anlaşılamadı.

•6-    Türk Silahlı Kuvvetlerinin hesaplarının -haklı olarak- Sayıştay denetiminden geçmesini sağlayan Hükümetin, Toplu Konut İdaresi’ni (TOKİ’yi) Sayıştay denetiminden muaf tutmasının ve Kamu İhale Kanunun kapsamı dışına almasının sebebi anlaşılamadı. MHP’nin TOKİ’de yolsuzluk ve AKP siyasetinin finansmanına TOKİ katkısı iddiaları açıklığa kavuşmadı.

•7-    Ünlü Yahudi işadamı Sami Ofer öldü. Ancak 4 Mart 2005′ te bu Siyonist işadamına Tüpraş hisselerinin yüzde 14.76 sının sessiz sedasız satılmasının arka planı öğrenilemedi. Ofer’e 446 milyon dolara satılan Tüpraş hisselerinin, (Tüpraş’ın Koç’a satış değeri olan 8 milyar 156 milyon dolara göre) değeri 1.2 milyar doları geçti. Bu “ballı alışverişin” sırrı anlaşılamadı.

•8-    The Economist dergisi 12 Haziran seçimlerinde CHP’ye oy verilmesi gerektiğini yazmış. Başbakan buna çok kızdı. Erdoğan, “CHP Genel Başkanı’nın İsrail’e verdiği selamın karşılığını bu yazıyla aldığını” ileri sürdü. CHP Genel Başkanı da 2007 seçimlerinden önce aynı derginin “AKP’ye oy verin” dediğini hatırlatarak,  “Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanı Başbakan değil miydi? Amerika’da Yahudi ödülünü alan nasıl oluyor da kaplan kesiliyor?” cevabını verdi.

İsrail’e ve Yahudilere verilen selamın Türk siyasetinde ne kadar belirleyici olduğu tam anlaşılamadı.

•9-    MHP’ye yapılan kaset operasyonunun “okyanus ötesinin mi”, iç siyaset aktörlerinin işi mi olduğu anlaşılamadı. Ama bu kadar profesyonelce yapılmış iğrenç operasyonun bir fazilet mücadelesi ürünü olmadığı, siyaseti dizaynetmek (tasarımlamak) isteyen “profesyonellerin” işi olduğu iyi anlaşıldı.

•10- Anketçilerin “yüzde falan ile filan bandında” ifadelerinden ne demek istediği anlaşılamadı. Kendilerini sağlama almak ile firmalarına iş yaptırıp para aktaranlara yaranmak gibi bir aralıkta kalan anketçilerin icat ettiği bir kavram olarak algılandı.

Anlaşılmadığını söylediğim hususları “anlayanlar oy kullansın” desem herhalde tarihimizin en düşük katılımlı seçimi olurdu.

 

İzmit’in Ucubeleri

Sanayi ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün, İzmit Belediyesi’nin Saraybahçesi  altında yaptırdığı “Şelale” açılışında; “Karşıda Çin Seddi gibi duran Merkez Bankası’yla KYÖD’ün bulunduğu binalar yıkılacak”  demiş.

KYÖD’ün bulunduğu binanın adı “METROPOL İŞ MERKEZİ” dir. O binada yalnızca KYÖD yoktur! MÜSİAD ve Tanyıldız Düğün Salonu da vardır.

Ayrıca bu yapının bir parçası olarak; akaryakıt istasyonu ve çevresindeki diğer iş yerleri ve bir de otopark bulunmaktadır.

Edindiğimiz bilgiye göre; Ergün’ün yıkılmasını istediği yerler, öncelikle KYÖD’ün bulunduğu kat ve bir altta MÜSİAD’ın bulunduğu üçüncü kat ve Merkez Bankası binasının üstten iki katıdır.

Öncelikle ve altını çizerek belirtmeliyim ki; bu iki yapı da bu kente yakışmayan binalardır. Bu noktada Ergün’le aynı düşüncedeyim.

Ancak, bu kente yakışmayan binalar sadece bu iki bina değildir!

Önce, “Aman Merkez Bankası gelsin” çabasıyla Ertuğrul Ünlüer’in Belediye Başkanı olduğu dönemde Merkez Bankası binası yapılmış, daha sonra da Sefa Sirmen döneminde Metropol İş Merkezi “Kat karşılığı” yaptırılmış, belediyeye sadece üstten iki kat kalmıştır.

KYÖD, 1993’de, “dört duvar” olarak kiraladığı katın iç mimarisini sıfırdan inşa etmiş, tefrişi için de çok büyük harcamalar yapmıştır. O boş alana “değer katmış” ve kent sosyal yaşamına çok yönlü bir katkı sunmuştur.

Restoran hizmetlerinde onlarca insan ekmek yemiştir ve halen onlarca aile buradan geçinmektedir.

Bir çırpıda, bugünden yarına oranın tahliye edilmesi demek, KYÖD’ün uğrayacağı büyük maddi zararın yanı sıra, oradan ekmek yiyen onlarca insanın ekmeksiz kalması demektir.

Kimileri KYÖD’e olumsuz bir gözle ve önyargılarla bakmaktadır. Bunu biliyoruz.

Ancak, unutulmasın ki, 1947’de kurulan KYÖD, bu kentin 64 yıllık bir saygın kurumudur.

Üniversiteli gençlere eğitim bursu vermekte, içeriği dolu sosyal ve kültürel etkinlikleriyle önemli bir hizmet yapmaktadır.

KYÖD’ün üyeleri sadece CHP’liler değildir!Farklı siyasi görüşlerden insanlar bu kuruma üyedirler. Büyükşehir Belediye Başkanımız İbrahim Karaosmanoğlu, İzmit Belediye Başkanı Nevzat Doğan ve Saraybahçe eski belediye başkanı Halil Vehbi Yenice de kendi istekleriyle bu derneğe üye olmuşlardır.

KYÖD, özellikle İzmit ve Kocaeli’nin belli başlı sorunları karşısında “duyarlı” ve “kamu yararına” tutumlar göstermiş, düşünce ve seçeneklerini ortaya koymuştur.

Belli ki KYÖD, kimilerini de rahatsız etmektedir! Bu kentle ilgili bir takım kararlar alınacaksa, yıkılıp yapılacaksa, KYÖD’ün de görüş ve katkılarına saygı gösterilmelidir.

Çünkü, Türkiye Cumhuriyet’i bir “Hukuk Devleti” dir! Bireylerin, sahip oldukları siyasal güce dayanarak; “İktidar benim, ben ne istersem onu yaparım” anlayışı ne hukuk devletine ne de demokrasi kültürüne sığmaz.

Öte yandan; bu kentte, “kent estetiğine yakışmayan yapılar” sıralanırsa, KYÖD’ün bulunduğu binaya en sonlarda sıra gelmelidir!

Bu kente yakışmayan ve bir oldu bittiye getirilerek, her dönemin iktidar sahiplerince birer kazık gibi batırılan nice yapı vardır.

İşte, aklıma gelen örnekler;

1-    Vali Konağı: Tarihi Saraybahçesi içinde, bir eşi eski Savcılık binası olarak halen o alanda bulunmakta olan tarihi bir yapı yıkılarak konak dikilmiştir.

2-    Yeni Cuma önündeki köprü: Son dönemde, “tarihe saygısızlık” örneği olarak ve tüm uyarılara karşın inşa edilen bu köprü, Yeni Cuma Camii’ni yapan Mimar Sinan’ın kemiklerini sızlatıyor olmalı!

3-    Cedid Erenler Ölüm Rampası: Uzman kuruluşların tüm uyarılarına rağmen, akla ve tekniğe aykırı olarak inatla yapılan bu bulvarda ard arda bir çok kaza yaşandı. Şimdi, yine bizim paramız harcanarak, “ek önlem projesi” ile düzeltilmeye çalışılıyor!

4-    Real Kavşağı: D-100 İzmit geçişi projesinin bir parçası olan bu akıl almaz kavşakta iki yıl içinde 9 kaza meydana geldi. Ama yanlışı kabul eden yok!

5-    Dubai Port İnşaatı:  Eski Yarımca Seramik önünden denizi 500 metre doldurarak yapılacak bu limanı Büyükşehir Belediyesi istemiyor, HALK istemiyor, YARGI “yürütmeyi durdurma” kararı vermiş, ama inşaat hızla sürüyor!? Bir “Hukuk Devleti” böyle bir hukuksuzluğa nasıl göz yumar? Siyasi iktidar boyun eğerse!

6-    POSKO Çelik Fabrikası: Alikahya’da inşa edilecek bu fabrikayı Alikahyalıllar, işsiz gençler, doğaya saygılı kişi ve kurumlar istemiyor. Ama siyasal iktidar kimseyi dinlemiyor!

7-    Uzunçiftlik’te 1.sınıf tarım alanlarında kurulan fabrikalar: Merak edenler gidip görsün, o bereketli topraklardan ürün elde etmeye çalışan insanları bir dinlesin!

8-    Körfez İlçe’de 3 mahalle arasında asfalt şantiyesi: Mahalleliler ayağa kalkmış ama siyasi iktidar sahiplerinin umurunda mı?

9-    Cephanelik Alanı: 800 dönümlük bu cenneti beton yığınına çevirecek 1150 yataklı Sağlık Kompleksi kuruluyor! Ne çevreyi ne de ulaşım sorununu takan yok! Büyük sermayeli bir şirket, “yap-işlet-devret” modeli ile inşa edecek! Bu olayla Başbakan’ın eşinin ortağı olduğu şirketin ilgilendiği söyleniyor!? Doğru mu? Oysa bu alanın, tüm halkın yararlanacağı, çocukların görerek eğitim alacağı bir Botanik Bahçesi, Spor ve Kültür Merkezi yapılması için projeler sunuldu. Büyükşehir Belediye Başkanı Karaosmanoğlu da bu projeleri çok beğendi. Ama galiba bu iş, O’nun iradesini de aşıyor!

10-   TOKİ Konutları: Yasal İmar mevzuatının dışında, akıllarına esen her yerde konut yapıyorlar. Kent planına, estetiğine aykırı, kalitesiz ve özellikle izolasyon sorunları ile sahiplerini bezdiren bu yapılar, siyasal iktidarın ucubeleri değilse nedir?

11-  Taş Ocakları: Son yıllarda taş ocağı ruhsatı almak ve yerleşim alanları yakınlarındaki doğal alanları tahrip ederek taşocağı işletmek ve çevredeki halkı rahatsız etmek moda oldu! Galiba birileri bu işten çok para kazanıyor! Ama, kentin orası burası kel kafalara döndü!

İşte, bir çırpıda benim aklıma gelen, bu kentin kentsel gelişimine aykırı, halkın ve kurumların itirazlarına rağmen, “siyasal iktidar olmanın güç ve pervasızlığı ile yapılan ucubeler” bunlar…

Şimdi, Nihat Ergün, bütün bu ucubeleri görmezden geliyor ama gözünü KYÖD’ün olduğu binaya dikip “tez yıkıla!”kararı veriyor!

Mustafa Kemal padişahlığa son vereli bir asır oldu! Ergün, hala Mustafa Kemal’i ve bu halkı anlayamadı galiba!

Uzlaşma Kültürü – Çatışma Kültürü

İnsanlar dünya üzerinde yaşarken değişik problemlerle karşılaşırlar. Bu problemlerin çözümü için insanlar, ya anlaşıp uzlaşacaklar veya çatışarak birbirlerine üstünlük sağlayacaklardır. Hoşgörü ve uzlaşma arzulanan bir yoldur. İnsanlar birbirlerine hoşgörülü olmalı ve çatışma yerine uzlaşma yollarını aramalıdırlar.

Hoşgörü ve uzlaşma özlenen, arzulanan bir yoldur. Ancak bununda bir sınırı olması gerekir. Hoşgörü ve uzlaşma tek taraflı olmayacağı gibi korkutarak, yıldırarak, baskı atlana almak suretiyle de uzlaşma sağlanamaz olsa da adı uzlaşma olmaz.

İnsanlar çok değişik kültür ortamında yetiştikleri için değişik fikirlerde olabilirler. Çatışma yaratmadan herkesin fikrine saygı duymak erdemini göstermeliyiz. Burada hemen VOLTAİRE’nin bir muhalifine söylediği sözünü hatırlatalım. ” müdafaa ettiğiniz fikirlerin başından sonuna kadar hepsine karşıyım. Fakat hayatımın sonuna kadar da bu fikirleri müdafaa etmek hürriyetinizi temine çalışacağım” demiştir. İşte uzlaşma kültürü, fikirlere saygı budur.

Değişik dinde, değişik ırkta insanlar vardır. Dünya üzerinde birçok devlet kurulmuştur. Dinleri aynı, ırkları ayrı devletler vardır. Bu devletlerin çok gelişmiş olanları geri kalmış olanları vardır. Ama her devlet kendi milletini daha güçlü, daha medeni yapma gayreti içindedir. Bu sebeple de dinler arası diyaloglar kurulduğu gibi milletler arası anlaşmalar yapılarak milletler arasında her konuda uzlaşma sağlanmaktadır.

Bir devletin içinde de insanlar belirli konularda ayrı düşünebilirler. Ancak bu ayrılıkları çatışarak değil uzlaşarak çözmeliyiz. Peki, her konuda uzlaşma olabilir mi? Uzlaşamayacağımız konular nelerdir?  Diye bir soruya muhatap olursak mutlak ve kesinlikle uzlaşamadığımız konular vardır. Ve bu konularda devletin bölünmez bütünlüğüne karşı, Cumhuriyetin temel ilkelerine karışı eylem ve başkaldırı hareketleri uzlaşma konusu yapılamaz. Bu başkaldırı hareketleriyle, eylemlerine devam eden bölücülerle de, uzlaşanlarla da hiçbir zaman aynı safta olunamaz.

Uzlaşma konusu ne olursa olsun inançlarımıza, dinimize, kutsal değerlerimize saldıranlarla uzlaşmayız.

                                                                                         

                                                                    

 

Anadolu’da Türklerin Son Yüzyılı (1)

0

“Bir milletin, yurt edindiği coğrafya parçasını elinde tutması, üremesine ve üretmesine bağlıdır” desek yanlış bir şey söylemiş olmayız herhalde.

Üremek yaşamaktır. Yaşamak ise hayatın gereklerini yerine getirmektir.

Nedir hayatın gerekleri? İnsan olmanın erdemiyle donanmak; aklına bilgiyi, kalbine sevgiyi, bedenine sanatı kuşanmak. Hepsini ahlakla ölçülendirip yurdun imarına katılmak, medeniyet ve kültür üretmek, hayata yeni değerler katmak ve hayatın ahengini tesis etmektir. Hava, su, taş, toprak, insan ve tüm varlığın hakkını koruyup gözetmek… Yaşa ve yaşat ilkesinden taviz vermemektir.

Şimdi bu teorik ölçüleri, hayatımızın gerçeğine vuralım ve görelim hayatımızın gerçeği bu çerçeveye ne kadar denk düşüyor.

Bu alanda bir profil çıkarmak üzere özellikle 15-35 yaş arası gençlerle görüşüyorum:

– Kaç yaşındasın? – Otuz.

– Evli misin? – Hayır.

-Evlenmeyi düşünüyor musun? – Hayır.

– Peki, neden? – Ne evlenmesi abi!  Asgari ücretle taşeron firmada çalışıyorum, bekâr evinde kalıyorum. Ne zaman işten atılacağım belli değil. Kendimi geçindiremezken, aile kurup çoluk çocuğa kavuşmayı hayal bile edemem.

– Evliyim bir çocuğum var. -İkinciyi düşünüyor musun? -Delirdin mi abi! Birisiyle baş edemiyoruz. Ev kira, otomobilin taksidi var. O bitince kredi çekip ev almayı düşünüyoruz. Allah bu çocuğumuzu bağışlasın yeter. Bu devirde kolay mı çocuk büyütmek?

-28 yaşındayım, bir şirketin muhasebesinde çalışıyorum, geçen yıl ilk eşimden geçimsizlik nedeniyle ayrıldım. İkinci evliliğimi yaptım. Her ikimizin, ilk evliliğimizden birer çocuğu var, yeni bir çocuk düşünemiyoruz. Karı koca çalışınca çocuğun bakımı sorun oluyor.

Gençlerle konuşuyoruz. Çoğunun işi yok. Bir kısmı üniversiteyi kazanmayı hayal ediyor. Üniversite mezunları ise; üniversiteyi bitirdik de ne oldu? Hala ana baba eline bakıyorum. Kendimden utanıyorum. İktisat mezunuyum diyorum, sana göre iş yok diyorlar. Bir başka işi de ben yapamıyorum zaten yapsam da onlar işe almıyorlar.

Lise çağında bir grup gençle internet kafeden çıkarken karşılaşıyoruz. Huzursuz ve huysuz bir haldeler. Üç saate yakın internette kalmışlar. Edebiyattan, kitaplardan söz açıyoruz. Sınavlardan bıktık, bize, kitaplardan bahsetme diyorlar. Yeni ve eski edebiyatçılardan söz açıyorum; sadece Mehmet Akif’i tanıyıp İstiklal Marşının şairi diyorlar. Namık Kemal’i Atatürk’ün silah arkadaşı olarak biliyorlar.

25 yaş üstü evli Türkler, tek çocuk ve iki çocukla aile sınırını dondurmuşlar. Nüfus genç fakat niteliksiz ve evlilik yaşı gittikçe yükseliyor..

El bebek, gül bebek büyüyen gençler. Hayatın gerçeklerinden uzak kalmışlar. Ailelerinin fedakârlığını hayattan bekliyorlar. Bedel ödemeden her şeye sahip olmak istiyorlar ve genç Türkler şoförlüğü, inşaat kalfalığını, aşçılığı, fırıncılığı, kaynakçılığı, marangozluğu hiç düşünmüyorlar. En çok arzu ettikleri şey masa başında bilgisayar ortamında yapılan bir iş.

İlköğretim, lise, üniversite… Eğitimleri ne olursa olsun, herkes bir başkasının yanında iş peşinde. Gençler, girişimcilik ruhunu kaybetmişler.

Çocukluk ve gençlik dönemlerini ailenin ve çevrenin zorlamasıyla; doktor, mühendis, hâkim, subay gibi bir hayalin peşinde ve meslek sahibi olmanın faziletini anlayamadan tüketen gençler, gelecekten umutsuz ve gelecek onlardan…

Türklerin evlilik yaşı yükseliyor. Boşanmalar artıyor. Yetişen yeni nesiller niteliksiz ve hayatın gerçeklerinden kopuk. En önemlisi doğurganlık oranı binde eksi onlarda seyrediyor. Türkiye’de Türk nüfus hızla düşüyor. 1940-1960’lı yıllarda 5-8 çocuklu aile yapıları 2000’li yıllardan itibaren bir çocuklu yapıya dönmüş. Bu gidişle 2050’lerde kendine bakamayan yaşlı bir Türkiye uçurumuna doğru koşar adım gidiyoruz. (devam edecek)

 

Milli Genetik Kot

0

 

Cumhuriyetle demokrasiyi uyuşturmak millici siyasetin ön şartı…

“Demokrasi” deyip insanları aldatmak, uygulamada teokrasiye özenmek, belki karanlık amaçları için demokrasiyi “binilen tren” olarak görenler bir süre yol daha alabilir; fakat millet, karanlık niyetleri anladıkça, kendini basamak yapanları gördükçe onlara haddini “seçim” yaparak bildirecektir…

Milletin sırtından “sülük” misali geçinip demokrasi aracını kullanarak hedefe ilerlemek büyük bir aymazlık…

Bunu da takiye yaparak başarmak…

Sonuç da siyaset cambazları ve kalpazanları için büyük marifet…

 

**

MHP şahlanır…

 

Türk milletinin kaderini tayine yönelik milli ülküleri ve hedefleri olan millici siyasetçiler hiçbir zaman demokrasi trenini “araç” olarak kullanmazlar, demokrasiyi milli ülkü için ana hedef olarak algılarlar…

Toplumu kandırmaya yönelik bu nevi “kalpazanlıkların” yaşanmadığı bir anlayışla yoluna devam eden, halkıyla bütünleşen, özüyle sözüyle bir olan toplumun kabullendiği anlayıştır MHP’nin kimliği…

MHP işte, bu toplumsal iz-düşümdür…

Onun için MHP her zaman Türk milletinin çekirdek düşünce sistemini temsil eder… Bu düşünceden taviz verdiği takdirde yok olur…

Arada, beyazsinek tarafından bırakılmış “iç kurdu” nedeniyle çürüyerek dibe düşen elmalar misali imalat hatalarını de ayıklamak, bu düşüncenin temsilcilerinin görevidir…

Çünkü MHP, Türk milletinin inanç ve ülkü felsefesine inanan çekirdek kadrolarını yetiştirir…

Bu kadrolar Türk milli ülküsüne inanır, ona hizmet eder…

Bu millici ülkü düşünce sistemi, Kur’anî inanç ve imanla Turanî kültürle yoğrulmuş “mermer” yapı olarak ilelebet var olacaktır…

Bu gün MHP çatısı altında, başka bir zamanda farklı bir çatı altında fakat aynı ülkü etrafında bu ülküye hizmet edecek ve Türk varlığını ilelebet sürdürecek olan bu düşünce sistemini yaşatacaktır… MHP şahlanacaktır…

 

**

“Burası dar-ül-harptır çalmak mubahtır” diyenler, Türkiye’yi toz-pembe içinde olduğunu söyleyerek bir süre daha idare ediyor gibi vatan toprağında milli zenginlikleri semirebilirler…

Ve alabildiğine devletin kaynakları, milletin serveti birilerin yararına seferber-peşkeş- ediliyor olabilir…

Sonuçta milletin özü olan milli ülküye hizmet eden düşüncenin hizmet kadroları ülkemin demokrasi kaderine sahip olacaklardır…

 

**

Devleti tartışmaya açmak…

 

Bir süreden beri Türk Devleti’nin kuruluş felsefesi tartışılmaya açılmış, devletin sorumlu erkin umurunda bile değil…

Büyük bir felaketin eşiğindeyiz…

Önce vatan ve hürriyet, ardından ekmek önceliklerine inanmış kadroların kurtarıp kurdukları milli devlet “kerkenezlere” doğru itilmektedir…

Milli devletin bekası için mücadele veren parti sadece MHP kaldı…

Ordu yıpratıldı…

Yargı siyasallaştırıldı…

Adalet arayışı ilçe parti koridorlarında aranmaya başlandı…

Üniversiteler susturuldu…

İşçi sendikaları bitirildi…

Sivil toplum örgütleri “yok” sayıldı…

Tek ifade ile devleti devlet yapan kurumlar yıprandı…

“Devlet yoksa millet vardır…”

İfadesini kullanmak mecburiyeti hâsıl olmuştur…

Devletin asil sahibi millettir…

Çünkü Devleti kuran millettir…

Demokrasiyi de benimseyip inşa edecek olan yine millettir…

Milletsiz demokrasi olmaz…

 

**

Milli genetik kot uyanmalı…

 

Tanrı ile kul arasında bir mutabakat olan inanç sistemine üçüncü bir kişi ya da kuvvet müdahale ederse, bireyin inanç sistemi yozlaşır…

Kulluk görevlerini eksiksiz ve katıksız yerine getiren müteyeddin insanımızın yanı sıra, cumadan cumaya ya da bayramdan bayrama namaza gelenlere “namaz tazeleme” denildiğinde, “alınganlık” olabilir; bundan kaçınmak gerek…

Nasıl ki dindar vatandaşın saf ve samimi sosyal yaşamına “dincilik” sıfatıyla müdahale etmek zararlı ise, “çakma milliyetçilik” tavrı takınan naylon milliyetçiler de milli ülküye zarar vermektedirler…

Milletin milli genetik koduna uymayanlar olacaktır…

Bunu istismar edip bölücülük yapanlar çoğunlukta dahi olabilir…

Tanıyıp ayıklamak gerek…

Bunun için millici kıstasların bilinmesi ve anlatılması gerekir…

Milletin genetik kodunda kayıtlı olan “milli kot” uyandırılmalıdır…

Ana hedef bu olmalıdır…

İçindeki milli ruhu uyandırmak gerek…

Milli bilinci uyandırmak ve geliştirmek gerek…

Eğer bu milli bilinç (şuur) uyandırılmazsa, sonucu bilinmeyen badirelere sürüklenmek sürpriz olmaz…

O tekdirde iki alternatif olacaktır; ya teslimiyetçi, ya da milliyetçi olmak…

Diğer bir ifade ile ya “Torosçu” ya da “Sorosçu” olmak…!!!

Milli marşımızda ifadesinde yer bulun “…Sönmeden yurdumun üstünde en son ocak…” örneğinden hareketle; Toros’lardaki kıl çadırlarda duman tütüyorsa eğer Türk milletine zeval olmaz temel yaklaşımı esas alındığı için “Torosçu” seçeneği de vardır…

İşte MHP’nin farkı burada; “Sorosçu” değil Torosçu düşüncenin temsilcisidir…

İlahiyatçı Prof. Dr. Hasan ELİK İbâdet ve Dua Konusunda Bilinmeyenleri ve Yanlış Bilinenleri Kuyumcu Titizliğiyle Büyüteç Altına Alıyor

Bugün, 2 Haziran 2011 Perşembe. Hicrî Takvim’e göre Cemâziyel-i Âhir Ayı’nın 30’u. Yarınki 3 Haziran 2011 Cuma günü, Hicrî takvime göre, Receb Ayı’nın ilk günü başlıyor. Âlimlerin ve takvimlerin bildirdiğine göre; Receb Ayı’nın ilk Cuma gecesi, yâni Perşembe gününü, Cuma gününe bağlayan gece, Regaib Kandili’dir. Aynı zamanda İslam âleminde mübârek bir dönem sayılan; Receb, Şaban ve Ramazan olarak isimlendirilen Üç Aylar başlamış oluyor.
Receb, özellikleri olan bir aydır. Receb, saygı duyulan anlamında bir kelimedir. Savaşmanın haram kabul edildiği 4 aydan biridir. (Diğerleri: Zilkade, Zilhicce, Muharrem)
Allah (c.c) katında zamanların değerleri birbirine eşittir. Ancak öyle zamanlar vardır ki o zamanlarda öyle hâdiseler olur ki, o vakte, diğer zaman dilimlerinden daha üstün bir değer kazandırır. Receb-i şerîfin ilk Cuma gecesine isabet eden Regâib Gecesi de bu müstesna zamanlardan biridir. Cuma geceleri de böyle kıymetli vakitlerdir.
Kur’an-ı Kerim’de ‘Receb’ kelimesi geçmemekle birlikte, muhtelif âyetlerde haram aylardan söz edilerek bu aylara saygı gösterilmesi emredilmektedir. İslam âlimleri ittifak hâlinde; haram aylarda yapılan iyiliklere ve kötülüklere başka zamanlardakinden daha fazla mükâfat ve ceza verileceğini beyan etmektedirler.
Recep ayı için ve diğer mukaddes aylar ve geceler için özel bir ibâdet şekli yoktur. Bâzı kitaplarda bu konuda yer alan bilgiler genel kabul görmüş bilgiler değildir. Bütün zamanlarda olduğu gibi Müslümanlar, Recep ayında da kendi kendilerini sorguya çekmek ve kötülüklerden arınmak, iyiliklere yönelmek için içerisinde bulundukları her dönemi değerlendirirlerse, elbette yaşadıkları dünya ve ahret için kazançlı çıkacaklardır.
Receb Ayı’nın ilk Cuma gecesi, Regaib Kandili’dir. Regaib kelimesini sözlükler; ‘Kendisine rağbet edilen şey, bol ve değerli bağış anlamındaki ragibe kelimesinin çoğulu’ olarak açıklıyorlar.
Regâib kelimesi de Kur’an’da geçmemektedir. Ancak kelimenin kökü olan ‘reğabe’den türemiş olan çeşitli kelimeler, Kur’ân’da sekiz yerde geçmektedir.
Ayrıca, Tevbe Suresi 36. âyette: ‘Şüphesiz Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısına göre ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte bu, Allah’ın dosdoğru kanunudur. Öyleyse o aylarda kendinize zulmetmeyin.’ Buyruluyor.
Regaib Gecesi için de özel bir ibâdet emredilmemiştir. Hatta bâzı âlimler, bu gece özel bir ibâdet yapılmasının da yasaklandığını belirtiyorlar. Âlimlerin çoğunluğu ise genel anlamda fazileti âyet ve hadislerle belirtilen Receb ayının bir gecesi olması sebebiyle, Regaib’in de faziletli gecelerden sayılacağını belirtiyorlar. Namaz en üstün ibâdettir. Bu sebeple âlimler, Regaib Gecesi’nde, akşamla yatsı arasında Kur’an-ı Kerim okunmasını, kaza namazı kılınmasını, namaz borcu olmayanların ise nâfile namazı kılmalarını tavsiye ediyorlar.
Regaib Gecesi’nde, üç aylarda ve bu aylardaki diğer mübârek gecelerde ve özellikle Ramazan Ayı’nda, diğer zamanlara göre daha fazla ibâdet edilmesi, bütün Müslümanlarda gelenek haline getirilmiş bir alışkanlıktır.
Bu aylarda başlayan alışkanlıkların, bütün bir yıl ve bütün bir ömür devam etmesi niyazı ile ibâdetlerin Cenab-ı Allah katında daha makbul olabilmesi şartlarını, ilahiyatçı Prof. Dr. Hasan Elik Hocamızla konuştuk.
Okuyucularımın Mübârek Regaib Gecelerini tebrik eder, nice mukaddes gelelere, sevdikleri ve sevenleriyle sağlık ve huzur içinde erişmelerini niyaz ederim.
Oğuz ÇETİNOĞLU
Oğuz ÇETİNOĞLU: Hocam, Mübârek Üç Aylar’a giriyoruz. Bilindiği gibi bu dönemde Müslümanlar, her zamankinden fazla ibâdete yönelirler. İbâdetlerin yaşayışımıza rehber olabilmesi için şuurla yapılması gerekir. Hayra vesile teşkil etmesi niyazı ile ibâdetler konusundaki noksanlıklarımızı konuşalım. Siz diyorsunuz ki; ‘Kur’an-ı Kerim’i anlayarak okumak gerekir. Kur’an-ı Kerim’i anlamaktan maksat, uygulamaktır.’ Anlamak ve uygulamak için okuduklarımızın künhüne varmamız gerekir. (1) Eûzu besmele’den başlayalım: Açıklar mısınız?

Prof. Dr. Hasan ELİK: Eûzü besmele; insanlığın ufkunu açan, insanlığın gelişimine katkı sağlayan fevkalâde önemli bir ilahî paroladır.
Evet! Yatışımızda, kalkışımızda, hiçbir iş ve hareketimizde dilimizden düşürmediğimiz eûzü besmelenin anlamını şöyle açıklayabilirim:

Eûzü billahi: Allah’a sığınırım, Allah’a dayanırım, Allah’a güvenirim, O’na yönelirim. Yöneldiğim güç Allah, sığındığım güç Allah.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Neden, kimden sığınıyorsunuz Allah’a?

Prof. Dr. Hasan ELİK: Şeytan’dan… Eûzü bi’llâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm: Allah’ın huzurundan kovulmuş, lânetlenmiş şeytandan Allah’a sığınırım. Ondan uzaklaşır, Allah’a yaklaşırım.

Böylece şunu demek istiyoruz: Ben şeytandan korkmam, çünkü Allah’a inanıyorum, güveniyorum. O beni korur.

Şeytan; Kur’ân-ı Kerim’de geçen İblis adlı cinin bir niteliğidir. Şeytanlık vasfı; cinlerden olan İblis’in insanları aldatmak ve yanıltmak için kullanmış olduğu bir keyfiyettir. Onun için, ‘şeytan gibi adam’ deriz. Şeytan nitelik belirtir; asıl adı İblis’tir.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Şeytandan niçin Allah’a sığınıyoruz?

Prof. Dr. Hasan ELİK: Çünkü şeytan bizim düşmanımız. Şunu kesinlikle anlamamız lâzım. Zannediyorum Müslümanların büyük çoğunluğu şeytanı; ‘Allah’a karşı alternatif bir güç’ olarak algılıyorlar. Yani şeytan, ‘Allah’ın iradesine rağmen hareket edebilen bir güç’ olarak kafamızda bir yer işgal etmiş olabilir. Adeta Allah hayırların; şeytan ise serlerin kaynağıymış gibi bir algılama var çoğumuzda.

Oysa hiç de böyle değil…

Oğuz ÇETİNOĞLU: Nasıl?

Prof. Dr. Hasan ELİK: Şeytan Allah’ın karşısında bir şer odağı değil. Şeytan Allah düşmanı değil, olamaz. Buna gücü yetmez. Bütün varlık Allah’ın eseri olduğuna göre, bu varlıkların içerisinde bir varlığın adeta Allah’a kafa tuttuğuna inanmak, daha peşinen tevhit inancını sarsar.

Onun için, şeytanı Allah’a karşı alternatif bir güç, O’na kafa tutan bir varlık olarak görmek daha baştan şirke düşmek demektir. Nitekim müşrikler bunun için müşrikti. O halde, şeytan Allah’ın düşmanı değil, insanın düşmanıdır.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Peki, Allah şeytana niçin öfke duyuyor? Neden onu lanetliyor?

Prof. Dr. Hasan ELİK: En çok sevdiği, ‘sanat eserim’ dediği, ‘gaye ve mucize varlığım’ dediği insana kafa tuttuğu için kızıyor. Onun için lanetliyor. Yoksa şeytanın direkt olarak Allah’a herhangi bir isyanı, kafa tutması söz konusu olamaz. Bu anlayış, ‘Her şeyi yaratan Allah’tır; her şeyin güvenip dayanacağı varlık da O’dur.’ (Zümer 39/62) sırrının parçalanması, varlıkta güçlerin bölüşülmüş olması sonucunu doğurur ki, daha biz işi baştan kaybetmiş oluruz.

Şeytanın Allah tarafından kovulmasının sebebi, şeytanın Allah’a kafa tutması, ona karşı alternatif bir güç olması değildir. Aksine, insanın oluşuna, inkişâfına, gelişmesine, tevhit gayesine gidişine bir engel teşkil ettiği için, yoluna taş koymaya çalıştığı için Allah şeytanın düşmanıdır.

Şeytan, Allah’ın düşmanı değildir. Çünkü yeryüzünde ve bilmediğimiz âlemlerde O’na alternatif bir güç, bir düşman, bir husumet söz konusu olamaz.

İşte ‘Eûzü bi’llâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm’ demek, ‘Ben, Cenab-ı Hakk’ın rahmetinden kovulmuş, insana âsi olması dolayısıyla lanetlenmiş şeytanı önemsemiyorum ve ondan korkmuyorum. Allah’a ve O’nun yardımına güveniyorum!’ diyebilmektir ve hayatta tek başına yürüyebilecek bir manevî donanımla, güçlü bir imanla mücehhez olmak demektir.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Besmeleyi tamamlamak için devamla; ‘Bismillahirrahmanirrahim’ diyoruz.

Prof. Dr. Hasan ELİK: ‘Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla’ anlamına gelen bir âyettir. Her hayırlı işe besmele ile başlanmalıdır. Besmele ile başlanmayan işler bereketsiz olur.
Besmele çeken insan; ‘Başka bir varlık adına değil, sâdece Allah adına, O’nun rızâsı için ve O’nun izniyle başlıyorum.’ demiş olur.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Şeytanın yaptırım gücü var mı?

Prof. Dr. Hasan ELİK: İnsanın hiçbir maddî değere mağlup olmadan nihaî hedefine ulaşması, kendisinden kopup geldiği yüce Allah’a gitmek için hiçbir engele takılmaması gerekir. Ama insanın buna namzet olabilmesi için birtakım imkânlara, nimetlere ihtiyacı vardır. Söz-gelimi namaz kılabilmek için sağlıklı olmamız lâzım. Cenab-ı Hak bize önce sağlığı veriyor, sonra: ‘Namaz kılın’ diyor. ‘Zengin olursan zekât ver.’ diyor. Fakire, zekât vermek farz değildir. Yani sizden herhangi bir şey istemeden önce size o imkânı hazırlıyor. O halde, insan bu ilahî hedefe ulaşmak için bütün maddî-manevî sebeplerle donatılmıştır.
Maddî-manevî sebeplerle donatılan insan bir işe başlarken besmele çektiğinde şöyle demiş oluyor:

‘Allah’ın huzurundan kovulan, iyiliğe gitmeme engel olan düşmanım şeytandan Allah’a sığınıyorum. Rahman, Rahîm olan, esirgeyen, bağışlayan, yaratan, yaşatan, benden yana olan ve beni kendisine çağıran Rabbimin adıyla başlıyorum. O’nun emir ve tavsiyelerine uyacağım; O’nun gösterdiği yoldan gideceğim.’

Bir başka ifadeyle eûzü besmele; kulun Allah’la iyilik, güzellik ve doğruluğa varmak için yapmış olduğu biz sözleşmedir. Eûzü besmele çeken insan: ‘Ya Rabbi! Ben düşmanımı tanıyorum. Ben bu şeytanı biliyorum. Dolayısıyla, ondan sana sığınıyorum; onun tuzağına düşmeyeceğim. Sana söz veriyorum. Seninle bu mukaveleyi yapıyorum.’ demektedir.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Dua konusuna gelirsek…

Prof. Dr. Hasan ELİK: Besmeleyi bu idrak içerisinde söyledikten sonra duamızı da bu idrak ile yaparsak, bunların verdiği manevî güç ve enerjiyle hayatın bütün sıkıntılarının üstesinden gelebiliriz.

Fakat yine de her şeyi Allah’tan bekleme zihniyeti değişmeli. Üç aylardayız. Üç aylara anlam katmanın yolu, insanın olumlu davranışlarıdır. Ama o bunları Allah’tan istiyor: ‘Allah’ım! Şunu da ver bize, bunu da ver; bizi iyilerden eyle…’

İnsanın kendisi iyi olmalı. Kendisi iyi değilse, Allah’tan iyilik istemesi boşunadır. Allah’ın verdikleri insana yeter. Hz. Peygamber Allah’tan çok şey istememiştir. ‘Beni insan olarak yarattın. Bir de peygamberlik görevi verdin. Bu görevi yapma konusunda bana azim ver.’ demiştir.
Dua, görevin bilincinde olmaktır. Bugün, kendi yapacağımız bir şeyi Allah’a sipariş etmenin adı dua olmuştur.

Ziya Paşa Adana valisi iken, yağmur duasına çıkmak isteyen ahali Paşaya gelip;
-Valim! Bizimle beraber yağmur duasına çıksanız da, duamız daha bereketli, huzurlu olsa. diyorlar.
Vali, ‘Peki’ diyor, kafileye katılıyor. Seyhan ve Ceyhan nehirlerinin üzerinden geçerlerken Paşa;
-Ben yağmur duasına gitmiyorum. diyor. Sebebi sorulduğunda;
-Efendiler, bu kadar su boşa akarken, dağın başına çıkıp ‘Allah’ım! Bize yağmur ver’ diye dua etmeye utanırım. Gelin bu sudan istifade etmeye bakalım… Cevabını veriyor.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Dua edilmeyecek mi?

Prof. Dr. Hasan ELİK: Dua, nimetin sahibini idrak etmektir. Nimetleri fark etmektir. Nimetlerin sahibini anlayıp daha çok istemek değil, verdiklerine şükretmektir.
Her bir nimete şükredilmesi, takdir edilip değerlendirilmesi lâzım geldiğini, bunların tamamından mesul olduğunu bilen biri; ‘Ben bu kadar nimetin altından nasıl kalkarım?’ diye düşünerek olur-olmaz her şeyi istememeli.

Öyle dualar var ki: ‘Yapma Ya Rabbi, yıkma Ya Rabbi! Ya Rabbi, Cehennemine atma!’ diyor.

Cehennem insanın kendi Cehennemidir!.. Allah’ın Cehennemi değil ki… Kendi ateşini kendisi yakar. İllâ ‘gidip yanacağım’ demedikten sonra, o Rahim, Vedûd Allah kulunu neden yaksın?
Böyle dua olmaz. Kur’ân’da böyle bir dua yoktur.

Böyle bir dua anlayışı bizim derdimize, yaramıza merhem olmaz. Sadece konuşuruz…
Farklı konuşmalar da oluyor: Diyorlar ki; ‘Efendim 5 vakit namaz kılmayan cumaya gelmesin.’ Sana ne kardeşim. Allah sana böyle bir görev verdi mi? Öyle bir görevin var mı senin? ‘Oruç tutmayan bayramda camiye gelmesin.’ Dünyada bundan daha büyük bir vebal olamaz. Dolayısıyla, bu dini iyi anlamamız lâzım. Türkiye din meselesini iyi anlamazsa dine bağlı birçok sosyal meselesini yanlış anlamaya devam edecek.

E kardeşim, ekonomini duaya havale ediyorsun; savunmanı duaya havale ediyorsun. O da dilinin ucuyla… Böyle dua olmaz.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Nasıl olacak?

Prof. Dr. Hasan ELİK: Esas dua fiilî duadır. Allah’ın kabul edeceği dua budur. Okumanın, başarmanın, hayatın duası çalışmaktır. Sözlü dua, çalışan insanın daha çok çalışmasını sağlayacak bir moraldir. Bu yönüyle elbette önemlidir, ama fiilî duaya ters olursa, yani söz ile fiil birbirine ters olursa, ne anlam ifade eder?

Biz bunu eleştiriyoruz. Allah neye bakar? Söze değil, işe bakar. Sözle işin beraber olursa sonuç alınır.

Fatih Sultan Mehmed Han beş lisan biliyordu; ince ruhlu, şair bir insandı. ‘Avnî’ mahlâsıyla şiirler yazardı:

‘İmtisâl-i câhidû fi’ilâh oluptur niyyetim / Dîn-i İslâm’ın mücerred gayretidir gayretim.’ Diye meşhur bir şiiri vardır ki hem O’nun şairliği hem de taşıdığı gaza ve fetih ruhunu çok iyi yansıtır. Demek ki gayretsiz dua olmaz. Önce gayret, sonra dua…
Oğuz ÇETİNOĞLU: Kader dua ile değişir mi?

Prof. Dr. Hasan ELİK: İnsan irade, istem ve gücü dışındaki olaylardan sorumlu değildir. Ancak iradesi dâhilindeki bütün işlerden sorumludur. Yani, insan yapabilecekleri konusundaki kaderini kendisi belirlemektedir. Onun dışındaki ve üstündekiler ise elbette Yaratıcı’nın işidir. Eğer insanın kaderi ondan habersiz ve onun hiçbir katkısı olmadan yazıldıysa, eğer duayla, namazla, ibadetle, cihadla insan hayatında bir değişiklik olmayacak idiyse, o zaman ne duanın manası kalırdı, ne namazın ne niyazın, ne de peygamberlere: ‘İnsanları Allah’ın dinine davet edin!’ demenin anlamı kalırdı. ‘İnsanın kaderinde bir değişiklik mevzuubahis değildir. Nasıl yaratıldıysa o şekilde gitmeye mecburdur. İnsanın herhangi bir iradesi yoktur.’ demek gerekirdi. Böyle dememiz emredilmemiştir. Fiilimizle duamız aynı olmalı.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Duanın gücüne inanacağız…

Prof. Dr. Hasan ELİK: İnanacağız. Fakat hangi duanın gücü?
Yeterli eğitim almamış birtakım hocalar, şeyhler: ‘Oturun, yüz bin defa salât-ı tefrîciye çekin, memleketin şu-şu problemleri hallolsun.’ diyorlar.

Adeta kapıları açan, problemleri halleden sihirli kelimeler… Kimsenin manasını bildiği yok… Oku babam oku!…

Okuyun, diyor; ‘Saat ikiye kadar, duaların kabul olduğu şu-şu zamanlarda yüz binlerce salât-ı tefrîciye çekin; salâten tüncînâ çekin, memleket düzene girsin!’
Memleketin halinin düzelmesi herkesin görevini yapmasına bağlı…
Hepimiz oturalım veya başka insanlar bularak ‘Şu duayı bizim için okuyun!’ Diyelim. Olur mu?

Allah’ın böyle bir uygulaması yok. Boğulmaktan kurtulmanın yolu dua değil, yüzme bilmektir. Orada artık, yüzebilmek duadır…

Allah kimseye ‘Dualarla Cennete götüreceğim’ Demiyor. Ne diyor? ‘Cennet sizin kendi yapacağınız olumlu hareketlerin tabîi sonucudur.’ Diyor. Son derece net… Yâni; ‘Cenneti size ben vermeyeceğim, siz yapmış olduğunuz olumlu hareketlerin, pozitif davranışların sonucu olarak kendiniz hak edeceksiniz.’ Diyor. (A’raf 7/43. Zuhruf 43/72)
Dinin adı ‘Sırat-ı müstakîm’dir. Doğru yol, doğru söz, doğru iş.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Dindar adam kimdir?

Prof. Dr. Hasan ELİK: Doğru yoldaki adamdır. Sözü doğru, yaptığı iş doğru…
Oğuz ÇETİNOĞLU: İnsan hayatında duanın yeri nedir?

Prof. Dr. Hasan ELİK: Dua elbette lâzımdır. Doğru yola girmek için. Depoyu doldurmak, iradeyi bilemek için lâzım. Olaylar, çevre ve bâzıları bizi eğri yola çağırırlar. Onlara uymamak için hazırlıklı, bilinçli olmak için dua lazımdır. ‘Ya Rabbi! Bu yolda beni daim et.’ Demeye ihtiyaç vardır. Yoksa oturduğumuz yerden; ‘Bize bir cennet ver…’ Diye dua olmaz.
Oğuz ÇETİNOĞLU: ‘En büyük dua’ olarak da anılan Ayete’l Kürsî’den söz eder misiniz?

Prof. Dr. Hasan ELİK: Çok şükür ki birçok insanımız Ayete’l Kürsî’yi ezbere bilmektedir. Ama bu önemli ayeti, anlayarak okuyanlar çok azdır. Peygamber Efendimiz; ‘Ayete’l-Kürsî’nin önemini kavrayan, ilmin ve mananın önemini kavrar.’ Buyurmuştur.

Cenab-ı Hak bu ayette ‘İlâh kimdir, nasıl olmalıdır?’ sorularına cevap veriyor. Kendisini bize tanıtıyor:

‘Allah; kendisinden başka ilâh bulunmayan, kendi zâtı ile kâim mutlak hayat sahibidir. O’nu ne uyuklama ne de uyku tutar. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Kendi izni olmaksızın böyle bir varlığın nezdinde kim şefaat edebilir!… O, kendilerinin geçmişlerini de geleceklerini de bilir. Ama onlar O’nun ilminden, -O’nun istediğinden başkasını- kavrayamadan mutlak kudret ve egemenliği gökleri ve yeri kaplamıştır. Bu ikisini koruyup kollamak da kendisini yormaz. Gerçekten ulu ve yüce yalnızca O’dur. ‘ (Bakara 2/255)
Oğuz ÇETİNOĞLU:  ‘Tanrı’ kelimesini kullanmak doğru mu?

Prof. Dr. Hasan ELİK: Tanrı kavramı felsefe ve bilim tarihinde çok büyük bir yer işgal eder. Eski Yunan’da olsun, çağdaş dünyada olsun filozofların içinden çıkamadıkları bir numaralı mesele tanrı meselesidir. Yani bir üst varlık var, ona tapınmak gerekir. Peki, bu varlık nedir, nasıl bir şeydir? Sıfatları, özellikleri nedir?

Bu varlık değişik lisanlarda ‘Tanrı’, ‘God’ ve benzeri isimlerle anılıyor, ama ‘Allah’ kelimesi özel isimdir. Allah öyle bir özel isimdir ki, tanrılık, yani ibâdet edilme vasfına ilâveten aynı zamanda yaratandır, rızık verendir; bu sistemi evirip çevirendir. Yani sadece insanların korkudan veya başka sebeplerle önünde diz çöktüğü, tapındığı bir varlık değildir.

O halde, tanrı kelimesi Allah’ın sadece kendisine ibâdet edilme yönünü ifade eder; tamamını ifade etmez. Çünkü tanrılık / ulûhiyet bir sıfattır; Allah ise özel isimdir. Bu inceliği biraz zorlamanız lâzım: Allah tanrı ile ilgili bütün sıfatları içinde barındıran özel bir isimdir.

Allah’a; ‘ibadet edilme’ yönü itibariyle tanrı denilebilir, ama sadece bu yönüyle… Çünkü Allah; tanrı olmaktan ibâret değildir. O’nun tapınılan, ibâdet edilen özelliklerinden öte namütenahi sıfatları vardır. Allah kelimesi bu sıfatların tamamını ifade ederken, tanrı; meseleye sadece bir açıdan bakıştır.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Hazret-i Muhammed bize ahrette şefaat (2) edecek midir?

Prof. Dr. Hasan ELİK: Hz. Muhammed’in şefaati dünyadadır. Kur’an’dır. Hz. Muhammed bize şefaat edecek değildir. Şefaat etmiştir. Kur’ân gibi büyük bir mucizeyi bize sunmuştur. En büyük şefaat budur.

Cenab-ı Hak diyor ki: ‘Hiç kimse başkasından şefaat beklemesin. Kul li’ilâhi’ş-şefaatü cemi’â : Şefaat yetkisi tamamen Allah’a aittir.’ (Zümer 39/44)
Oğuz ÇETİNOĞLU: Bir ilahiyatçı olarak; Kur’an’daki Allah kavramı ile kafalardaki Allah olgusu arasında fark gözlemliyor musunuz?

Prof. Dr. Hasan ELİK: İş burada başlar. Bugün İslâm dünyasının tartıştığı meseleler aslında detayın da detayıdır.

İşin başı ve kaynağı olan esas anlaşılmadığı zaman, ona bağlı meseleler de anlaşılmamış olacaktır.

İslâm’a girmek, İslâm’ı anlamak Allah’ı doğru anlamakla mümkündür.
Kur’ân-ı Kerim’in tanıttığı Allah ile bizim ebeveynimizden, hocalarımızdan öğrendiğimiz Allah telakkisi birbiriyle tam olarak örtüşmüyor. Allah’ın, kendi kelâmı olan Kur’ân’da ortaya koyduğu nitelik ve özelliklerle İslâm âlemindeki tanrı telakkisi tam örtüşmüyor.

Kur’ân diyor ki: ‘Allah size şah damarınızdan daha yakındır.’ (Kaf 50/16); O sizin içinizdedir. O’na dua ettiğiniz zaman, dua edenin çağrısına icabet eder. O’nunla iletişim kurmak için, aracıya gerek yoktur.
Ne kadar önemli bir ilke…
Besmele bir manifestodur. (3)
Bu manifesto’da Yüce Allah diyor ki: ‘Korkmayın, sizin Rabbiniz, merhameti kendisine farz kılmıştır. Dolayısıyla içinizden bilmeyerek bir fenalık edip de tevbe eder ve durumunu düzeltirse onu affeder. Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir.’ (En’âm 6/54)

Günümüz Müslümanlarının zihnindeki Allah korkusu ile eski çağlardaki tanrı korkusunu mukayese edildiğinde, eski tanrı anlayışına yaklaşılmış oluyor.
Kafalardaki Allah, bana göre, korku ağırlıklı bir tanrıdır.
Rabbimizi hâlâ ‘sevgi tanrısı’na dönüştüremedik. Bu konuda problem var.

Allah telakkimiz Kur’ân’ın anlattığı Allah’la tam örtüşmüyor. Genel Allah telakkisine göre, Allah isterse kahreder, isterse öldürür, isterse canını hemen alır. Yaptığından sual olunmaz. Bu anlayış, büyük ölçüde ‘lâ yüs’elü ‘ammâ yef’al…’ (Enbiya 21/23) ayetinin yanlış anlaşılmasından ileri gelmektedir. Oysa ayetin bağlamı şöyle: ‘Yoksa onlar ölüleri diriltebileceği yanılgısıyla birtakım dünyevî varlıkları tanrı mı ediniyorlar? Şayet göklerde ve yerde Allah’la birlikte başka birtakım ilâhlar daha olsaydı, ikisinin düzeni de kesinlikle bozulurdu. Demek ki (mutlak hükümranlık) tahtın(ın) sahibi onların yakıştırdıklarından münezzeh!… O, yapıp ettiği şeylerden ötürü sorguya çekilemez; ama onlar sorgulanacak!’ (Enbiya 21/21-23)
Kur’ân-ı Kerim’de yine ‘Allah dilediğini yapar, dilediğini verir’ şeklinde ayetler var, ama bunların altı var, üstü var.

Yani, ‘O ne isterse yapar. O kimseye hesap vermez!’ gibi anlamsız, kuvvetini göstermek isteyen ve kimseyi dikkate almayan bir anlayış, Kur’an’daki Allah kavramı ile bağdaşmaz.
Allah’ın böyle hesapsız kitapsız hareket ettiğinin zannedilmesi felaket bir şeydir. Adalet ve hakkı tavsiye eden bir Allah, sorumluluk duygusunu insanlara anlatan bir Allah, ne yapacağı belli olmayan, kör, kaba, gelişigüzel bir kudret olamaz.

Bu Allah telakkisi ile bu memleket bir yere gidemez. Beynimizden vurulmuş gibiyiz! Yani, tamamen kulun çalışması iradesi, becerisi, başarısı, bilgisi, plânı, projesi hiçbir şey ifade etmiyor.

‘Allah değil mi, yapar mı yapar.’ Diyorlar.
Hayır yapmaz! Allah hiç kimseye zulmetmez.
‘Ben zalim ve despot değilim. Ben zulmü önce kendime, sonra size haram kıldım. Size haram kıldıklarımın hepsini, öncelikle de kendime haram kıldım. Bir insanın değerlerini haksız yere elinden almak zulümdür. Sen benim kulumsun, canımsın, ruhumsun, diyor. Ruhumu sana verdim; sana üfledim. Sen benim yeryüzünde görevlendirdiğim halifemsin. Benim kanunlarımı, benim nizamımı uygula. Sosyal düzeni kur, diye halîfe yaptım seni’ diyor.
O; merhameti, sevgiyi kendine kural olarak koymuştur ve koyduğu kurallara önce kendisi uyar. Allah kimsenin hakkını yemez; gelişigüzel iş yapmaz. Yaptığı bütün işler planlıdır, hesaplıdır, hikmetlidir. Allah, peygamberlerini kitap ve hikmeti öğretsinler diye gönderirken (Bkz. Bakara 2/129), kendisi hikmetsiz iş yapar mı?

Yapmaz.

‘Biz her şeyi ölçüp biçerek, planlayarak yarattık.’ diyor.
O sözünden dönmez.
Prof. Dr. Hasan ELİK:

1949 yılında Tokat’ta doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini İstanbul’da bitirdikten sonra, 1976 yılında İstanbul İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu.
1977 yılında ilmî araştırmalar yapmak üzere Suudi Arabistan’a gitti.
King Abdülaziz Üniversitesi Arap Dili Enstitüsü’nü Pekiyi dereceyle bitirdikten sonra, 1982 yılında “Nur suresinde toplumsal adab” isimli mastır tezini tamamladı. Adı geçen Üniversitede ‘Tahâvî’nin Müşkilu’l-âsâr’ adlı eserinin edisyon kritiğini yaparak 1989 yılında doktor unvanını aldı, 2007 yılında Profesör oldu.
Yayınlanmış eserleri:
01- DİNİ ÖZÜNDEN OKUMAK: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayını.
02- KUR’AN’IN KORUNMUŞLUĞU ÜZERİNE: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayını
03- KUR’AN IŞIĞINDA FARKLI KONULAR, FARKLI YORUMLAR: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayını
04- İÇİMİZDEKİ ALLAH: İstanbul, 2007
05- MODEL İNSAN PEYGAMBER: İstanbul, 2007
06- EVRENSEL MESAJ / KUR’AN: İstanbul, 2007
07- İSLAM VE İNSAN: İstanbul, 2007
08- İSLAM VE HAYAT: İstanbul, 2007
09- YARATAN VE YARATILANLARLA İLETİŞİM BİÇİMİ OLARAK İBÂDET: İstanbul, 2008
10- İSLAM VE DENGE: İstanbul, 2008
11- İSLAM’IN VA’DETTİĞİ HUZUR: İstanbul,2008
12- BÜTÜN İNSANLAR HÜR VE TOK OLUNCAYA KADAR: İstanbul, 2009
13- KURULUŞ VE KURTULUŞUMUZDA İSLAM: İstanbul, 2009

(1) Künhüne varmak: Bir şeyin aslını, esasını anlamak, gerçeği öğrenmek, iç yüzünü bilmek.
(2) Şefaat: Birinin suçunun bağışlanması için aracılık eden kimse.
(3) Manifesto: Bir kişinin veya sosyal grubun bir siyasî görüşü ortaya koymak üzere kamuoyuna hitaben yayınladıkları bildiri, bildirge.

Fatihe Saygı Dilekçesi

Fatih Sultan Mehmet İstanbul’un fethinde en büyük desteği Kocaeli bölgesinden almıştı. Gebze bölgesi orduların karargah yeriydi. Fatih 3 Mayıs 1481’de Gebze’de vefat emişti. Fatih’e karşı ne yazık ki yeterince saygı gösterilmedi. Fethini kutlarken bile toprağı adını Fatih’ten alan Hünkar Çayırı’ndan değil Anibal Tepe’den alınmakta. Fatih’in otağı rantçıların tehdidi altında. Konuyu Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ve Kültür Bakanlığı’na ilettik. Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ve Kültür Bakanlığına yazdığımız dilekçeyi sizlerle paylaşıyoruz.

Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ve Kültür Bakanlığına ANKARA

Konu: İstanbul’un fethi ve Gebze’de bulunan Fatih Otağı ve Hünkar Çayırı hakkında.

29 Mayıs Pazar günü İstanbul’un Fethi kutlanacaktır, İstanbul’un fethi kutlamaları kapsamında her yıl geleneksel olarak milli atletizm sporcularımız tarafından Kocaeli’nin Gebze İlçesinde bulunan Anibal Tepesi’nden toprak alınarak İstanbul’a götürülmektedir. Etkinlikler çerçevesinde yapılan bu uygulama son derece yanlıştır.

Çünkü Kartaca Komutanı Hannibal’ın anıtının da bulunduğu Anibal Tepesinin İstanbul’un fethiyle uzaktan yakından hiçbir alakası yoktur. Fetih kutlamaları kapsamanda toprak alınması gereken yer İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet’in vefat ettiği ve otağ kurduğu Gebze sınırlarında ki tarihi Hünkar Çayırıdır.

Bir an evvel bu yanlışlıktan dönülerek fetih kutlamaları için Hünkar Çayırı’ndan toprak alınmasını talep ediyoruz. Tarihe saygı, büyük hükümdar Fatih Sultan Mehmet’e sahip çıkılması adına tarihi Hünkar Çayırı’nın bir kültür kompleksi haline getirilmesi gerekir. Hünkar Çayırı’nda büyük bir Fatih müzesi kurulabilir ve bu alan tarih ve kültür turizmine kazandırılarak gençlerimize tarih ve kültür bilinci verilmesine vesile olabilir.

Edindiğimiz bilgilere göre Fatih’in 3 Mayıs 1481 yılında vefat ettiği Gebze Hünkar Çayırı Fatih’in Otağı’nın bulunduğu bu bölgedeki arazi Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü tarafından Devlet Malzeme Ofisine tahsis edilerek özel şahıslara satılacağı iddia edilmektedir.

Ayrıca Fatih’in Otağının bulunduğu sahile Karadeniz Holding tarafından büyük bir liman yapılması için çalışmalar sürdürülüyor. İstanbul’un Fethi’ni kutladığımız bu günlere Fatih’in anısına saygı gösterilmesi için Fatihin Otağı ve Hünkar Çayırı’nın bulunduğu bu alan Fatih Kültür Parkı ve Fatih Sultan Mehmet müzesi kurulması için Cumhurbaşkanlığımız, Başbakanlık ve Kültür Bakanlığından yukarıdaki isteklerimizin yerine getirilmesi için  Gebze kamuoyu ile kültür tarih ve çevre bilinci platformu adına yardım ve destek talep ediyor başarı dileklerimizle saygılarımızı arz ediyoruz.

TARİH KÜLTÜR VE ÇEVRE BİLİNCİ PLATFORMU ADINA

İsmail KAHRAMAN
Platform Sözcüsü