Tarih, 20.07.1974.
Mersin Ovacık Sahilleri…
Günün ilk ışıkları Akdeniz’i henüz
aydınlatmış, yaz sıcağının ıslak nemli havası bölgeye iyice sinmiş, nefes
almayı dahi zorlaştırıyordu. Çevrede
sadece cır, cır böceklerinin gevezeliği duyuluyor, tabiat ana büyük bir
suskunluk yaşıyordu. Yaşam, az sonra büyük bir olaya tanık olacağını nerden
bilebilirdi ki?
Savaşa katılacak askerler, kaderin onlara
neyi, nasıl sunacağını bilmeden büyük bir heyecanla komutanlarından gelecek
emri bekliyorlardı…
Güneş bir mızrak boyu yükselmişti ki bu
büyülü ortamı, o ölüme benzeyen, o görülemeyen sessizliği, transistorlu bir
radyonun sesi bozuverdi!
Takvimlerdeki zaman 1974’ün 20 Temmuzunu
gösteriyor; saatler ise altıyı on dakika geçiyordu…
Radyodan duyulan Başbakan Bülent Ecevit’in sesi
biraz daha yükseldi… Sadece onlar değil sanki yer, gök bu sesi dinliyordu:
‘’ Türk Silahlı Kuvvetleri, Kıbrıs’a indirme ve çıkarma
harekâtına başlamış bulunuyor. Allah milletimize, bütün Kıbrıslılara ve
insanlığa hayırlı etsin. Bu şekilde insanlığa ve barışa büyük hizmette bulunmuş
olacağımıza inanıyoruz. Öyle umarım ki, kuvvetlerimize ateş açılmaz ve kanlı
bir çatışmaya yol açılmaz. Biz aslında savaş için değil, barış için; yalnız
Türklere değil, Rumlara da barış getirmek için Ada’ya gidiyoruz.’’ Artık geçen her dakika onları savaşa biraz daha
yaklaştırıyordu!
Komutan; bölük telsizinin mikrofonunu eline
aldı, harekete hazır bekleyen bölüğüne seslendi:
– Haydi, arkadaşlar vatan bizden görev
bekliyor, İstikamet Kıbrıs. Gazamız mübarek olsun, dedi.
Helikopterlerin motor sesleri, askerlerin;
‘’Allah, Allah’’ seslerine karışmış, savaşın görünmeyen yüzü Akdeniz’in üzerine
düşmüştü…
Saatler tam 08.00’i gösteriyordu.
Helikopterlerin motor homurtularına,
pervanelerinin sesi karıştı! Bir anda binme bölgesi toz duman olmuş, toz
bulutundan sıyrılıp, kalkışa geçen her bir helikopter, göreve gitmenin
coşkusuyla havalanmaya başlamıştı.
Gidiyorlardı… Savaş bu ya! Ölüm
ne kadar yakınsa, yaşamak o kadar uzaktı…
Sabahın ilk ışıklarıyla
parıldayan Torosların allı morlu görüntüsü, yavaşça kaybolmuş! O heybetli
sıradağlar yerini Kıbrıs adasının bilinen sivri burunlu görüntüsüne, denize
paralel sıradağlarına, uzun sahil şeritlerine bırakmaya başlamıştı… Görünen o
ki, Kıbrıs’a yaklaşıyorlardı…
O sabah Kıbrıs sahillerinde bir İngiliz Çifti…
Günün ilk ışıklarıyla aydınlanan Kıbrıs,
yine çok sıcak nemli bir sabaha uyanmıştı. Larnaka’da yaşayan Elizabeth-William
çifti, bu yaz tatilini de adada geçirmeye karar vermişler; adanın özellikle
Girne sahillerinin el değmemiş doğal güzellikleriyle birleşen, adeta bir
kanaviçe gibi süslü kıyı şeridindeki yine aynı koya gelmişlerdi…
Doyum olmaz yeşil örtüsüyle, kıyı
şeridini tam da üzerinden kavrayan Beşparmak dağlarının o muhteşem görüntüsüyle
Kıbrıs, gerçekten de bir masal diyarıydı.
O sabah William ve Elizabeth
erkenden uyanmışlar, kaldıkları otelin bungalovundan fırladıkları gibi soluğu
denizde almışlardı. Aşkla dolu, ıslak,
nemli Girne gecelerinden sonra sabahın erken saatlerinde denize girmek,
adalıları gün boyunca dinç tutuyordu. Onlar, bunun ne kadar keyifli olduğunu bu
adada evlendikleri günden beri çok iyi biliyorlardı…
Güneş iyice yükselmiş, Temmuz
ayının cehennemi nemli sıcağı Girne’nin her yanına sinmişti. Kıbrıs’ta geçirdikleri balayı günlerinden bu
havayı iyi biliyorlardı. Güneş az biraz yükselir yükselmez, artan sıcak yaşam;
adayı derin bir sessizliğe, insansızlığa bürüyor, cehennemi sıcak akşam
saatlerine kadar bütün adayı ele geçiriyordu. Anlaşılan bugün de öyle bir gün
yaşayacaklardı…
Etraftan sadece cırcır
böceklerinin sesiyle, onlara eşlik eden dalgaların sesi duyuluyordu. Zaten
onları cezbeden şey, burada William’la birlikte sadece ikisinin baş başa
kalabilmesi, istedikleri her şeyi özgürce yapabilmeleriydi. Uzandığı yerden
ahenkli bir melodiyi oluşturan o zarif dalgaların sesiyle birleşen çakıl
taşlarının, deniz kabuklarının çıkardığı sesleri dinlemeye, hayaller kurmaya
başladı…
Elizabeth tam da bu ateşli
duygular dünyasına dalmışken; hiç beklenmedik bir gürültü, bu düşüncelerini
paramparça etti. Adeta gökyüzü de paramparça olmuş, o büyük gürültünün altında
ezilip kalmıştı…
Neye uğradığını şaşırmıştı! Çıplaklığına
aldırış etmeden çığlık, çığlığa otele doğru koşmaya başladı. Bir taraftan da;
– Oh My God!
William, William help, help… Diye bağırıyordu.
Bungalovuna ulaşmaya on, on beş
metre kalmıştı ki, Beşparmak dağlarını yalarcasına geçen üç savaş uçağının
alçak uçuşla adanın derinliklerine doğru kaybolduğunu gördü! Başının hemen
üzerinden geçen uçakların çıkardığı ses; adeta yer kabuğunu çatlatmıştı…
Birkaç dakika geçmemişti ki,
ada büyük bir patlama sesiyle sarsılıverdi… Bu esnada Beşparmak dağlarından topların,
patlayan bombaların sesleri geliyor, otel lobisinden görülebildiği kadarıyla
denizden adaya doğru yanaşan savaş gemileri görünüyordu. Çevredeki yerleşim
merkezlerinden de silah sesleri gelmeye başlamış, adanın tamamından keskin
siren sesleri duyuluyordu.
Evet, Kıbrıs’ta savaş
başlamıştı…
Otel müdürü, lobide toplanan
uğultulu kalabalığa seslendi:
– Lütfen telaş etmeyiniz! Ordumuz, adaya
gelme cüretini gösteren bu barbar Türklere gereken dersi verecek, onlara gününü
gösterecektir. Şimdi lütfen beni takip ediniz, bizler için en emniyetli yer
otelimizin şarap mahzenidir. Haydi, oraya gidiyoruz…
Kalabalık bir anda buz kesmiş, gürültülü
ortam ölüm sessizliğine bürünmüştü! Otel müdürü önde, İngiliz misafirleri
arkasında hızlı adımlarla otelin şarap mahzenine indiler.
Bundan sonrasını tatil hayalleri değil,
savaşın getirdikleri belirleyecekti…
Değerli Okur:
Bundan 47 yıl önce 20 Temmuz 1974’de Kıbrıs
Adasında yaşanan savaşı, savaşta geçen çok çarpıcı olayları kaleme almış
olduğum ‘’O GECE’’ isimli kitabımdan
alıntı yaparak anlattığım yukarıdaki
olaylar; aslında 38 yıldan bugüne adada yaşayan KKTC devletinin kuruluşuna
giden yolda yaşananlardan sadece birkaçıdır.
Tarihe iz bırakan gerçekler, hiçbir zaman
unutulmayacaktır.