Niçin ‘mektep
adam’ diyorum? Her edebiyat târihçisi, her gazeteci, her fikir adamı ‘mektep adam’ olabilir mi? Asla, zira bu
sıfat her kula nasip olmaz. Ahmet Kabaklı, kurduğu müesseseler, kaleme aldığı
eserler ve yetiştirdiği nesillerle bir okul olduğunu dosta düşmana ispatlamış
bir âbide şahsiyettir. Bugün O’nun rahle-i tedrisinden geçen on binlerce resmî
ve bizim gibi gayr-ı resmî talebeleri, Hocayı her zaman rahmetle yâd ediyor, O’na
olan hasretlerini dile getiriyorlar.
Ahmet Kabaklı Hocayı (Harput, 24 Mayıs 1924-İstanbul,
8 Şubat 2001) Türk Edebiyatı Vakfı’nın Yeşilay İşhanı’ndaki eski binasında
görmüştüm ilk olarak. Hocalarımız Mehmet Kaplan, Muharrem Ergin ve Faruk Kadri
Timurtaş, bizi Edebiyat Vakfı’na gitmemiz hususunda teşvik etmişlerdi. Biz
meraklı iki üç arkadaş bir gün Cağaloğlu’na geldik ve Çarşamba günü yapılan
edebiyat sohbetine katılmak istedik. Nuruosmaniye Caddesi üzerinde bulunan
Yeşilay İşhanı’na geldik, merdivenleri tereddüt ve heyecanla çıkarak salona
girdik. Hoca bizi görür görmez sevinçle ‘Hoş
geldiniz çocuklar!’ diyerek karşıladı. Okulumuzu sordu, ‘Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümü
öğrencisiyiz.’ deyince ziyâdesiyle sevindi. ‘Çocuklar çok iyi bir bölüm seçmişsiniz. Çok değerli hocalarınız var.
Zaten onlar bizim de dostlarımız. Sizi buraya devamlı bekliyoruz. Biz ödev
vermiyoruz, imtihan yapmıyoruz, diploma vermiyoruz, ama burası da sizin
okulunuz. Hep gelin, çok istifâde edeceksiniz. Kıymetli şahsiyetleri
dinleyecek, onları tanıyacak, büyük irfanımızı ve medeniyetimizi daha çok
seveceksiniz. İlerde bu sözlerimin değerini anlayacak, bu toplantıların
faydasını çok göreceksiniz.’ dedi. Kendi tâbiriyle ‘El’aziz’de yetişmiş olan Harput Beyi’ni o gün bir sevdim, pîr
sevdim. Şükürler olsun ki, dost halkasından hiç kopmadım.
Vakıf
İkinci Fakültemiz Oldu
Hakîkaten fakültenin yanı sıra vakfa da devam
edenler çok yararlandı, donandı, bilgi ve birikim sâhibi oldu. Ben de bu tâlihliler
kervanına katılanlar arasındaydım. Münevver Ayaşlı, Cemil Meriç, Osman Yüksel
Serdengeçti, Erol Güngör, Sâmiha Ayverdi, Tahsin Banguoğlu, Necip Fazıl
Kısakürek, Nermin Suner Pekin, Turan Yazgan ve İbrahim Kafesoğlu vakıfta
dinleyip gönendiğimiz, tanıyıp istifade ettiğimiz şahsiyetlerden sâdece bir
kaçıydı.
Kabaklı Hoca’yı ve kurduğu vakfın
faaliyetlerini, 1978’den vefat ettiği 2001 Şubatı’na kadar tâkip ettim. Neler
mi kazandım? Maddî olarak hiç. Fakat mânevî âlemde çok gelirim oldu. Varidatın
haddi hesabı yok. Dostlar kazandım, bilgiye eriştim, sevgiyi tattım, saygıyı
öğrendim. Vefasızlıkları da gördüm. Gün geldi Hoca’nın yalnız bırakılışına şâhit
oldum. O bir Dede Korkut bilgeliğiyle yanından uzaklaşanlara da muhabbetlerini
esirgemedi. Saygıda kusur edenlere öfke beslemedi. Çünkü O’nun küçük
meselelerle uğraşacak zamanı yoktu. O bir dâvâ, ideal ve mefkûre adamıydı. Bir
mürşit enginliğinde talebelerine ve dostlarına şefkat elini uzatıyordu.
Edebiyat Vakfı daha sonra Sultanahmet’teki Cevri Kalfa Mektebi’ne taşındı.
Orada hizmet ağı daha da genişledi. Sanat kursları verilmeye başlandı. Kitapevi
açıldı. Restore edilen bina yeni hâliyle çok güzelleşmişti.
Sivil
Üniversite
1980 yılından Hocanın vefat ettiği zamana
kadar tam 21 sene kurduğu bu sivil üniversiteye, bu modern medreseye, bu çağdaş
mektebe Mevlânâ çağrısına uyar gibi gittik. İlim, fikir ve edebiyat sahalarında
değerli simaları görüp dinledik yıllar boyu. Fakülteden mezun olduktan sonra da
ayağımızı kesmedik vakıftan. Hatta Hoca’nın elim kaybından sonra da… Çünkü
ömrümüzün sonuna kadar devam etmemiz gereken bir üniversite, bir akademiydi bu
mekân. Bu yüksek mektebin rektörü, hocası, her şeyi Ahmet Kabaklı, yaygın
tâbirle ‘Hoca’ydı. Hoca, kucaklayıcı ve davetkârdı. Mevlâna gönüllüydü. Mevlâna isimli eserini okurken hep bu
yönünü düşünmüşümdür. Yûnus dilinin inceliğini, hassasiyetini ve derviş
meşrepliğini taşıyordu. Yûnus Emre’nin ruhaniyetini önce yaşamış, ardından
eserini yazmıştı. Fuzûlî’nin büyük aşkını tatmıştı sanki. Saltanatlı Bâki’nin ‘Sultanü’ş-şuâra’ unvanını 20. yüzyılın
büyük şâiri üstad Necip Fazıl’ın başında taçlandırmıştı. Nedim’in zarafeti,
Şeyh Galip’in derinliği vardı Kabaklı Hoca’da. Bazen İstiklal Marşı şâirimiz
merhum Mehmed Âkif gibi haykırır, bazen de mümin ve mütevekkil bir şekilde
duygu ve düşüncelerini de seslendirirdi.
‘Hâce-i
Âhir’di
Ahmet Mithat Efendi edebiyat dünyamızda ‘Hâce-i evvel’, yâni ‘ilk hoca’ olarak biliniyordu. Bana göre
de Ahmet Kabaklı da ‘Hace-i âhir’di,
yâni son hocamızdı. Sâdece eserleriyle değil, on binleri bulan talebeleri,
yüzbinlere ulaşan dinleyicileri ve milyonları aşan okuyucularıyla o memleket
mektebinin son kutlu hocalarındandı. Ahmet Râsim gibi halktan biriydi. Refik Hâlid’in
nefis Türkçesi’ni yazar ve konuşurdu. Yahya Kemal vurgunu, Süleymaniye’nin
meftunu aziz hoca. Ahmet Yesevi’den günümüze uzanan zaman içerisinde Selçuklu
ve Osmanlı medeniyetinin, Müslüman Türk irfanının âşığıydı. Hz. Muhammed’den
Mehmetçiğe bütün mübâreklerin hayranıydı öncelikle.
Ahmet
Kabaklı Türkiye’dir.
Yıllar önce şâir İbrahim Minnetoğlu, şâir ve
yazar ağabeyimiz merhum Abdurrahim Balcıoğlu’na ‘Ahmet Kabaklı’nın hepimizin üstünde hakkı var.’ demişti. Ömer
Öztürkmen ağabeyimiz de, ‘Ahmet Kabaklı
Türkiye’dir.’ diye yazmıştı vefatının ardından. Türkiye’nin yanı sıra ebed
müddet Osmanlı’ydı. Ârif Nihad Asya’dan Nurettin Topçu’ya, Orhan Şâik Gökyay’dan
Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’na, Mâhir İz’den Erol Güngör’e, Fethi
Gemuhluoğlu’ndan Câhit Zarifoğlu’na, kısacası millî ve mânevî bütün
değerlerimizin hararetli ve samîmi savunucularının biricik müdafiiydi.
Grupların, partilerin, cemaatlerin, hiziplerin ve teşekküllerin üstünde ve
dışında ama yerli ve millî olan toplulukların yanındaydı. Cemil Meriç gibi bir
dehanın kazanılmasında ve camiamızda okunmasına vesile olması bile tek başına
çok büyük bir hizmet ve kadirşinaslıktı.
Sohbetlerini
Dinlemek
O güzelim vakıf toplantılarını unutmak kabil
mi? Konuşmacının sözünü tamamlamasından ve sorulara cevap vermesinden sonra
Hocanın kürsünün önüne gelişi ve sağ kolunu kürsüye dayayıp bütün dinleyicilere
hitâben yaptığı özlü ve zarif konuşmayı kim unutabilir? Konuşmacıyı herkesten
daha dikkatle dinleyen ve âdeta mevzuu hazmeden Hoca, bir bakıma toplantının
sonuna yetişebilmiş dinleyicileri de mahrum etmemecesine beş on dakika içinde
konuşmayı başından sonuna kadar özetler ve ana fikri söylerdi.
‘Hanım
Bak Bu da Kerem’
O çok yönlü, çok cepheli bir münevverdi.
Gazeteci, yazar, edebiyat târihçisi, hatip, teşkilatçı ve dergiciydi. Ama bütün
bu işleri muhabbetle, aşkla, şevkle, gönül ile yapardı. Çevresinde bir sevgi hâlesi
oluşturmuştu. Ahmet Kabaklı demek insana değer vermek demekti. Çocuklara bile
hürmet eden, onları şefkatle kucaklayan ve seven bir âbide şahsiyetten
bahsediyoruz. Adının Çapa Öğretmen Okulu’na verilmesi münâsebetiyle ailece
programa katılmıştık. Oğlum Kerem’i görmüş sevmişti. Adını sorup öğrendiğinde de
eşi Meşkûre Hanımefendiye, ‘Hanım bak bu
da Kerem.’ demişti. Sanırım bir torunun veya yakınının da adı Kerem idi. O
toplantıda Millî Eğitim Bakanı Mehmet Sağlam’ın, Kabaklı’nın elini öpmesi târihe
geçecek bir hadise idi. Devletin Millî Eğitim Bakanı, on binlerce gence hocalık
etmiş bir yazarın elini saygıyla, sevgiyle öpüyordu. Çünkü Ahmet Kabaklı eli
öpülecek bir aydındı.
Edebiyata
Saygı
Cevherleri bulup çıkarmada, onları
milletimize sunmada üstat olan Kabaklı Hoca, akl-ı selime ve geniş bir idrâke
sâhipti. Bütün heyecanı ve coşkusuyla kültür, sanat, edebiyat ve fikir
çalışmalarına hasretmişti mesaisini. Ömer Seyfettin Hikâye Yarışması’nda
yüzlerce genç hikâyecinin ortaya çıkmasına seviniyor, bu hizmetin mutlaka devam
ettirilmesi gerektiğini vurguluyordu. Son projesi ‘Edebiyata Saygı’ başlığını taşıyordu. Toplumun sanattan
uzaklaştığını, millî edebiyatımızın yeniden topluma, bilhassa gençlere
sevdirilmesi gerektiğini söylüyordu.
Ahmet Kabaklı Hocamız, özüyle sözüyle bizdendi.
Meziyetleri milletimizin meziyetiydi. Özüyle, sözüyle, ruhuyla, yüreğiyle
bizdendi. Bizim değerlerimizi seslendiriyor, bizim kıymetlerimizi savunuyordu.
Bir fikir adamı olarak Temellerin
Duruşması’nı kaleme almıştı. Eser büyük yankılar uyandırmıştı. Beş ciltlik Türk Edebiyatı, nesillerin el kitabı,
kaynak eseriydi. Biyografi kitapları, çocuk kitapları, araştırma kitapları,
incelemeler ve diğerleri…
Ahmet Kabaklı bir mektepti, medreseydi,
okuldu. Medreseyi de mektebi de okulu da birleştirmiş, ilim ve irfanı şahsında
imtizaç ettirmiş bir kalem efendisiydi. Gençliğe, millete hep doğruları işâret
etti, hayırlı istikametleri gösterdi. O geniş ufkuyla yüreğinde inanç olan,
kafası berrak ve alnı secdeli herkese sâhip çıkan bir hâmi idi.
Bu
Toprakların Sesi
Bu mübârek toprakların sesi, avazıydı. Işığa
doğru yürürken millî ve mânevî değerleri sırtında taşıdı. Gelecek nesillere
dünkü güzellikleri aktarıyordu. Cemil Meriç’in unutulmaz benzetmesiyle ‘muhteşem bir mâziden daha muhteşem bir
geleceğe köprü’ oluyordu. Ahmet Kabaklı bu ülkenin insanıydı, bu dağların,
ovaların, nehirlerin adamıydı. Ozanlara da sâhip çıkıyordu, aydınlara da.
Anadolu’nun has evladı, İstanbul’un soylu münevveri, Bâbıâli’nin beyefendi
yazarıydı.
Müessese
Kuran Âbide Şahsiyet
Değerli mütefekkir Sâmiha Ayverdi’nin ‘Âbide Şahsiyetler’ isimli nefis bir
eseri vardır. Kitapta, Türk medeniyetinin temel taşları olmuş şahsiyetler
anlatılıyor. Mevlânâ, Yunus, Fatih, Bâki, Mehmed Âkif, Dede Efendi, Safiye Erol
vs… Eserin bütününe baktığımızda adı geçen şahsiyetlerin büyük müesseseler
kurduğunu veya temel eserler vücuda getirdiklerini görüyor ve bu ortak paydada
irtifa kazandıklarına şâhit oluyoruz. Peki bir müessese kurmak kolay mı?
Kurduktan sonra yıllarca ayakta tutabilmek… Hele bu, ilme, irfana, edebiyata
ve kültüre adanmış bir kutlu büyük yapı ise… Müesseseleşmek, büyümektir,
enginlere dalmak, ufukları kuşatmak, sınırları kaldırmak, alabildiğine
medenileşmektir. Sığlığa karşı derinlik, fâniliğe rağmen bâkiye kucak açmak,
kalıcı hâle gelmektir. Müessese, nesilleri beslemek, devirlere mühür vurmak,
insanlığa armağan edilmiş hayırlı bir büyük emektir.
Merhum Hocamızı hatırladıkça bunları
düşünürüm. Mükemmel bir edebiyat târihçisi ve örneği çok az kalan fıkra
muharrirlerinden olan Kabaklı, Türk kültürüne, sanatına ve edebiyatına hizmet etmiş
bir âbide şahsiyetti. Gazetelerde milletimize hitâben yazdığı yazılarıyla, Türk Edebiyatı isimli dev kaynak eseri
ve diğer kitaplarıyla, özellikle kurduğu Türk Edebiyatı Vakfı ile gönüllerde
taht kurmuş bir büyüğümüzdü. Memleket meseleleriyle içi yandığı zamanlar bile
dostlarına ve talebelerine tebessüm etmeyi ihmal etmeyen nâzik, zarif ve
nüktedan bir mizaca sâhipti. Etrafında kalabalıklar olsa da aslında yalnız bir
adamdı, hüzünkârdı. Fakat azimli, inançlı ve kararlıydı. Bütün benliğiyle bir
gayeye yönelmişti. Bir hedefe vurgundu alabildiğine. Milletine sevdalı,
ülkesine âşıktı. Toprağına, vatandaşlarına ilgisi, dikkati, rikkati vardı.
Kısacası o bir ‘mektep adam’dı. O’na
çok yakışan sıfatı söyleyelim: ‘Bir
alperen’di.
Yaşayan
Türkçe’nin Bayraktarı
1970’li yılların ortalarından itibâren Ahmet
Kabaklı Hocamızın önderliğinde bir dil savaşı başlamıştı. Eski TDK’lılar bütün
güzel kelimelerimizi dilimizden atmaya çalışır ve uydurukça tâbir edilen tuhaf
sözcükleri zorla benimsetmeye kalkışırken Nihad Sâmi Banarlı gibi Ahmet Kabaklı
da Tercüman gazetesinde âdeta bir dil
mücâdelesi başlatmış ve ‘Yaşayan Türkçe’
kampanyasının öncülüğünü yapmıştı. Gazetede ilim adamlarının, şâir ve
yazarların makaleleri çıkıyor. Millî ve mânevî değerlerine bağlı olan aydınlar
Türkçeye sâhip çıkıyordu. Bugün büyük ölçüde bu dil savaşı kazanılmışsa bunda
en büyük pay şüphesiz Hocamızındı. O lisan meselesine dikkat eder, bilhassa âhenkli
kelimeleri kullanmayı tercih ederdi. Mesela ‘kültür’ kelimesi yerine ‘irfan’
kelimesini tercih ettiğini şöyle söylüyordu: “En sevdiğim kelime ‘irfan’dır. Gönül isterdi ki, batıdan ‘kültür’
kelimesini alacağımıza ‘irfan’ kelimesini kullansaydık.”
Bir
Merhamet Çınarıydı
Ahmet Kabaklı memleket çocuklarını seven,
onlara sâhip çıkan ve dertlerine çözüm bulmak için gece gündüz çalışan bir
merhamet çınarı, şefkat âbidesiydi. Vefatından sonra Türk Edebiyatı Vakfı’nda
düzenlenen bir anma toplantısında bir edebiyatçı anlatmıştı. Hocaya sormuş: ‘Hocam, 12 Eylül’den önce en çok tehdit
edilen yazarlardandınız. Hiç silah taşıdınız mı?’ Hocamızın cevabı şöyle
olmuş: ‘Hayır, bilir misin ki ben
çocukluğumda bile sapan taşımak istemezdim.’
Düşünce
Dünyamızın Deniz Feneri
Ahmet Kabaklı düşünce hayatımızın kilometre
taşlarından, fikir âlemimizin sönmeyen yıldızlarındandı. Onu her zaman, her
yerde sevgiyle, saygıyla, minnet duygularıyla anmak mecburiyetindeyiz. İyilik
namına, doğruluk adına, hakîkat hesabına, güzellik şanına o yürüyen, koşan,
terleyen, uğraşan, çırpınan ama hep ve çok çalışan bir üstat idi.
Onu soğuk bir kış günü ebedî mekânına
uğurlarken Fâtih Camii’nde toplaşan on binlerce seveni ve talebesi, arkasından
duâ ettiler. Himmeti milleti olan Hoca, ‘bâki
kalan bu kubbede hoş bir sada’ bırakarak gitti. O sadayı susturmamak, o
ahengi dindirmemek hepimizin görevi. Nasıl mı? Mânevi mirasına sâhip çıkarak,
Türk Edebiyatı Vakfı’ndaki çalışmaları canlı ve dinamik tutarak ve katkılarda
hizmetlerde bulunarak… Türk Edebiyatı
dergisini alarak, aldırarak… Bunu yapmaya mecburuz, çünkü Hocanın yaşarken
hepimize vasiyetiydi. Ümit ederim, daha önce mesâfeli duranlar da Türk Edebiyatı dergisini ve Türk
Edebiyatı Vakfı’nı daha samîmi, daha candan ve muhabbetle kucaklayacaklardır.
Kehânetler
Tutmadı
Bâzı kişiler, yalnız bıraktıkları Ahmet
Kabaklı’nın ardından kem sözler etti: ‘Hoca
ölür, vakıf kapanır.’ dediler. Gün geldi, Şeyhülmuharririn unvanını da alan
hoca her fâni insan gibi vâdesini doldurup ebediyete doğru yol aldı, Hakka
yürüdü. Bugün, Eyüpsultan’da Piyerloti yakınlarında Haliç’e nâzır bir makberde
ebedî istirahatgâhında… Ama kurduğu müessese hâlen açık. Türk Edebiyatı
Vakfı’nda toplantılar mükemmel şekilde devam ediyor. Sâhibi ve kurucusu olduğu Türk Edebiyatı, Türkiye’nin en çok
okunan fikir, sanat ve edebiyat dergilerinden. Vakfın yayınları, nesilleri
beslemeye devam ediyor.
Onun bıraktığı hizmet bayrağını vefatından
sonra uzun yıllar yeğeni Servet Kabaklı taşıdı. Hizmetler etti, sonra o da
amcasına kavuştu ve yanına defnedildi. Şimdi yine yeğeni Serhat Kabaklı kutlu
vakfın hizmetlerinin başındadır. Vakıf mensupları ve sevenleri Ahmet Kabaklı’nın
bu aziz hatırasına sâhip çıkmaya devam ediyorlar.
Eyüpsultan’a yolu düşenler! Lütfen Piyerloti
Yokuşu’nu tırmanırken yolun sağ tarafında yatan, necip Türk milletinin aziz
evlâdı Ahmet Kabaklı’yı hatırlayıp ruhuna bir Fatiha okuyun… Amel defteri
kapanmayan bu özge hocaya dualar etmek, Fâtihalar göndermek, tuttuğu doğru,
iyi, güzel ve faydalı yolda yürümek, yüreği memleket sevgisiyle dolu olanlara
vicdan borcudur. Kabir ziyâretinden sonra Sultanahmet’e gelmeli. Tramvay
durağının yakınında, zarif minâresiyle görünen Firuzağa Camii’nin karşısında
Cevri Kalfa Mektebi’ni göreceğiz. Tereddüt etmeden içeri girip Kabaklı Hoca’dan
râyihalar teneffüs edeceğiniz bu edebiyat ocağına dâhil olunmalı.
Bazı şahsiyetleri |