Benliğin Varlık Hikmeti

102

     Önceki
yazılarımızda Ene ve Benliğin nasıl yanlış anlaşıldığını belirtmiş; Ene’nin
mahiyet ve içyüzünü nazara vermiştik. Bu durum ise, insanın aklına şöyle bir
soru getiriyor:

     -Niçin Allah’ın
sıfat, vasıf, özellik ve isimlerinin marifeti / bilinmesi Enaniyet ve Benliğin
varlığını icap ettiriyor?

     -Çünkü mutlak /
kayıtsız, sınırsız ve muhit / kuşatıcı bir şeyin hududu, nihayeti ve sonu
olmadığı için, ona bir şekil verilmez. Üstüne bir suret / biçim, görünüş ve bir
taayyün / belirlilik vermek için hükmedilmez. Mahiyeti, aslı ve esası ne olduğu
anlaşılmaz.

     Mesela zulmetsiz /
karanlıksız daimî / devamlı ve sürekli bir ziya / ışık bilinmez. Hissedilmez.
Ne vakit hakiki / gerçek veya vehmî / var kabul edilen bir karanlık ile bir hat
/ çizgi çekilse o zaman bilinir.

     Nitekim; sönmeyen,
yok olmayan, sürekli var olan bir aydınlık, bir ışık içinde bulsaydık
kendimizi; hiç karanlık olmadığı, karanlık nedir bilmediğimiz için, ışığın
varlığını kabul etmez, reddederdik!

     Tıpkı balığın
suyun varlığına karşı çıkacağı gibi. Çünkü suyun içinde olduğu için suyu
göremez. Zira sudan başka bir şey yoktur ki, suyu görebilsin de varlığını kabul
etsin.

     Aynen basiret gözü
olmayanların Allahın varlığını inkâr ettikleri gibi. Oysa Allahın görülmeyişi,
olmayışından değil; zuhurunun şiddetindendir. Çünkü O’nun isim ve sıfatlarının
tecellisinden başka bir şey yoktur ki, basiretsiz gözler O’nu görebilsin. Âdeta
zâtı / varlığı perde olmuştur zâtına.

     İşte Allah’ın
ilim, kudret / her şeye gücü yetici, hakîm / hikmet sahibi ve rahîm / çok
merhametli gibi sıfat ve isimleri; muhit / her şeyi kuşatıcı, hudutsuz ve
şeriksiz / ortak ve yardımcıdan uzak oluşlarından ötürü; onlara hükmedilmez, ne
oldukları bilinmez ve hissedilmez.

     Öyle ise, hakiki
sınırları olmadığından, farazî / hayalî ve vehmî / kuruntuya dayalı bir sınır
çizmek gerekiyor. Onu da Enaniyet ve Benlik yapar. Kendinde vehmî / hayalî bir
rububiyet / rablık, bir malikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur ve var kabul
eder. Bir had / sınır çizer. Onunla muhit / kuşatıcı sıfatlara mevhum / vehmî
bir sınır koyar.

     “Buraya kadar
benim, ondan sonra Onundur.” diye bir taksimat / bölüşme yapar. Kendindeki
ölçücüklerle onların mahiyet ve aslını yavaş yavaş anlar.

     Mesela, tasarruf
edebileceği / istediği gibi kullanabileceği mülkünde; vehmî rablığıyla, imkân
dairesinde Yaratanın rablığını bilir. Görünüşteki malikiyetiyle, Yaratanın
gerçek malikliğini fehmeder / anlar: “Bu eve benim sahip olduğum gibi, Yaratan
da şu kainatın / evrenin maliki ve sahibidir.” der.

     Azıcık bilgisiyle
O’nun ilmini fehmeder. Edindiği san’atçılığıyla; asıl sanat sahibi,
benzersiz   eserler ortaya koyan Allahın
san’atını anlar.

     Mesela “Ben şu evi
nasıl yaptım ve tanzim ettim / düzenledim ise, şu dünya evini de birisi yapmış
ve tanzim etmiş / düzenlemiştir.” der.

     Bunun gibi bütün
sıfat ve İlâhî işleri bir derece bildirecek, gösterecek binlerce esrar, sırlar,  haller, sıfatlar ve hisler; Ene ve Benlik’de
var ve içine konmuştur.

     Öyleyse Ene,
Enaniyet ve Benlik ayna gibidir. Aynada görülenler ise, aynadan değildir.
Aynadan kaynaklanmıyor. Sadece aynada görülüyor. Çünkü ayna menba / kaynak
değil, mazhar / zuhur yeri, o şeyin göründüğü, tecelli ettiği, yansıdığı mekân
ve yerdir.

     Nitekim; kitaptaki
harflerin kitapta yer almalarının sebebi; kendileri için değil; delâlet
ettikleri, gösterdikleri, taşıdıkları mânaları aksettirdikleri içindir.

     Demek ki, Ene ve
Benlik bir Vahid-i Kıyasî / Ölçü Birimi, âdeta bir İnkişaf ve Keşif Âleti’dir.

     Demek ki, Ene ve
Benlik; bir şeyin kendisini değil de, sanatkârını, ustasını, sahibini bilip
tanıtan Mâna-i Harfî gibidir.

     Mânası kendinde
olmayan ve başkasının anlamını gösteren insaniyet ve insanlığın kalın ipinden
şuurlu / bilinçli bir tel. İnsanlığın gerçek yüzünün hulle ve elbisesinden ince
bir ip. İnsanın yaratılış amacına uygun; varlık kitabından bir eliftir ki, o
elif’in iki yüzü var.

     Biri hayra /
iyiliğe ve vücuda / varlığa bakar. O yüz ile yalnız feyze / ihsan, bağış ve
kereme kabildir. Vereni kabul eder. Kendi icat edemez. O yüzde fail / yapan
değil; icattan ise eli kısadır.

     Bir yüzü de şerre
/ kötülüğe bakar. Ademe / yokluğa gider. Bu yüzde o fail / fiili yapandır.

Fiil sahibidir.

     Hem onun mahiyeti
harfiyedir. Başkasının mânasını gösterir. Rububiyeti hayâlîdir. Vücudu o kadar
zayıf ve incedir ki, bizzat kendinde hiçbir şeye tahammül edemez / katlanamaz.
Hiçbir şeyi yüklenemez. Belki, eşyanın derece ve miktarlarını bildiren
mizanülhararet / termometre ve mizanülhava / barometre gibi mizanlar / ölçüler
çeşidinden bir ölçüdür ki, Vacibü’l-Vücudun / varlığı zorunlu olan, var olmak
için hiçbir sebebe ihtiyaç duymayan Allah’ın; mutlak / kayıtsız ve sınırsız ve
muhit / kuşatıcı ve hudutsuz sıfat ve niteliklerini bildiren bir mizan / bir
ölçüdür.

     İşte Ene ve
Benliğin mahiyetini bu şekilde bilen ve iz’an eden / basiret ve anlayış sahibi
olan kimse; Emaneti bihakkın / hakkıyla eda eder / yerine getirir. O Ene’nin
dürbünüyle kâinat ve evrenin ne olduğunu ve nasıl bir vazife / görev yaptığını
görür ve anlar. Ona göre hareket eder.

     Afakî / haricî
malûmat nefse geldiği zaman, Ene’de bir musaddık / tasdik edici görür. O
ilimler, nur ve hikmet olarak kalır. Zulmet / karanlık ve abesiyete / faydasız
ve gayesiz oluşa inkılâp etmez / dönüşmez.

     Ne zaman ki Ene,
vazife ve görevini bu şekilde ifa edip yerine getirdi; vahid-i kıyasî / ölçü
olan mevhum / var olmadığı halde var sayılan rububiyetini ve farazî / hayalî
malikiyetini terk eder. Hakikî ubudiyetini / kulluğunu takınır. Makam-ı ahsen-i
takvime / yaratılışın en güzel, en yüksek makamına çıkar.

     Eğer o Ene,
hikmet-i hilkatini / yaratılış amacını unutur. Vazife-i fıtriyesini / yaratılış
görevini terk eder. Kendine mâna-i ismiyle / kendisine kendisi için baksa,
kendini malik itikat etse / malik  sansa;
o zaman Emanet’e hıyanet etmiş olur.

     İşte bütün
şirkleri / Allah’a eş koşmaları ve şerleri / günah ve kötülükleri, dalâletleri
/ doğru yoldan ayrılmaları tevlit eden / doğuran Enaniyet’in bu cihetidir. İşte
bu husus Yer ve Gökleri; Emaneti kabul etmekten alıkoymuş. Dehşet içinde
kalmalarına sebep olmuş. Farazî / hayalî bir şirke düşmekten korkmalarına neden
olmuştur.

 

Önceki İçerikYasaklardan Artık Gına Geldi
Sonraki İçerikKültür Tarihçisi DURSUN GÜRLEK ile Bal Tadında Sohbet
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.