Batının Yükselişi ve Osmanlı

240

 Tarihimizi öğrenmek, geleceğimizi şekillendirmek için gerekli olan bilgilere ve becerilere sahip olmamızı sağlar.

Geçmişten ders alarak, daha iyi bir gelecek inşa etme adına.

Ortak bir geçmişe sahip olduğumuzu fark ederek, birlik ve beraberliğimizi güçlendirebiliriz. Toplumsal farkındalığımızı artırarak, daha adil bir dünya için mücadele edebiliriz.

*

Bir Türk Devleti olan Osmanlının genel durumu hakkında okuduklarımızdan, derlediklerimizden edinimlerimizi ve Batı Medeniyeti ile mukayeseli bir özetle günümüze ışık tutacak, ders verecek dramatik bir demeti bir hatırlatma ile sunmaya çalışalım: Eski filozoflar derler ki; ‘’milletleri uyutmak için ya içi boş büyük hayallerle oyalayın veyahut küçük idealler peşinde koşturun’’.

*

Biz konumuza dönelim;

Avrupa, Orta Çağda uygarlıktan yoksun, çok geri bir zihniyetin tutsağıydı. Aynı dönemde günümüzdeki anlamıyla uygarlık sadece İslam toplumlarında vardı. İspanyada yeşeren Endülüs uygarlığında olduğu gibi. Bu uygarlıkta Müslümanlar taştan yapılmış tam korunaklı harika evlerde yaşarlardı.

*

 Aynı dönemde Paris’te insanlar Sen nehri kıyısındaki barakalara sığınmışlardı. Yoksuzlukları da diz boyuydu… Ama böylesi bir perişanlığı yaşayan o zihniyette geri Avrupa; 16. yüz yılda birden bire silkindi, kendini yeniledi; bilim ve sanat yolunda değil yürümek; çılgınca koşmaya başladı.

*

Nasıl olmuştu bu olay? ‘’Batı’’olarak andığımız dünyadaki gelişmişlik kendiliğinden ortaya çıkmadı. Bu gelişmişliğin temelleri, yeniden doğuş anlamındaki Rönesans döneminde atıldı. 14. yüzyıl sonlarında başlayıp, 15. ve 16. yüzyıl sonuna kadar süren bu dönem, Avrupa’nın aklını bilim ve sanat yolunda, gerçekten doludizgin koşturdu.

*

Size hiç abartı olarak gelmesin; bir gerçek var ki, Doğunun bilgi desteği, Rönesans’ı doğurdu! Eski Çağ’ın, özellikle Adalar Denizi (Ege) çevresi bilginlerinin eserleri Orta Çağ boyunca-putperestlik dönemi eseridir diye Avrupa’da yasaklanmıştı. Ama İslam bilginleri bu sürede o eserlerin çoğunu Arapçaya çevirmişlerdi. İşte o Arapça metinler Haçlı Seferleri yoluyla ve Endülüs İslam Uygarlığı kanalıyla Avrupalılarca elde edilip, Latinceye çevrildi. Bu ‘’akıl ürünü’’ bilgi akışı karanlık Avrupa’nın (Batı’nın) beynini aydınlatmaya başladı.

*

 Bu arada İtalya’da Şair Francesko Petrarca (1304–1374)’nin Eski Çağ yazmalarına ilgiyi başlatması, şiirleriyle insancıl bir fikir akımını beslemesi, ‘insan’ merkezli güzel sanatların gelişmesini körükledi. Söz gelimi; Leonardo da Vinci, o görkemli Mona Lisa tablosunu yaparken, insan anatomisi üzerinde çalışıyor; insanın nasıl kanat takıp uçabileceği konusunda da kafa yoruyordu.

 Ve elbette; Johann es Gensfleisch Gutenberg’in ( 1394–1468) matbaasının seri ürün vermesi bilgiyi yaydı. Özellikle Alman Luther’in 1526’da İncil’i Latincenin boyunduruğundan kurtarıp, halkın anlayacağı dile çevirmesi ‘akıl coşkunluğunu’ sağladı.

*

Bilgiye verilen bu değer, Avrupa düşünce ikliminde müthiş bir değişiklik yaptı. İnsanlar, çevresini, yönetim anlayışını, yaşamı sorgulamaya başladılar. Düşünce özgürlüğüne karşı bir engel olarak gördükleri Kilise’nin dayatmalarını tartışır oldular.

*

 Bu arada coğrafi keşifler ve ticaretin gelişmesi sonucu zenginleşen tüccarlar( burjuvalar); kiliseye karşı kralları desteklediler. Kıralar artık, ‘af dilemek’için İtalya’ya gidip, kara kışta Papa’nın kapısı önünde donma tehlikesi geçirerek, beklemeyeceklerdi!

*

Burjuvanın krallar safında yer alması, siyasi otoritenin bir ölçüde bağımsız davranmasını doğurdu. Böylece krallar, kilise baskısı karşısında daha dik durmaya başladılar. Bu durum özgür bir iklim yarattı. Krallar, kiliseye rağmen bilimi korudu. Tutucu-karanlık beyinler- din adına- arada bir akla, özgürlüğe ‘’kelepçe’vurmaya kalksalar da zulümleri süreklilik kazanamıyordu. Öyle ki Papalığın burnu dibindeki Padua Üniversitesi çok rahatça bilimsel çalışmalar yapabiliyordu.

*

Sonuç olarak; Avrupa-Batı, ticaret devriminden sonra sanayi devrimini de başardı… Sanayi, teknik bilgilerle beslendi. Daha sonra ‘ yüksek’teknolojiyle şaha kalktı. Bugün kullandığımız harikaların çoğu 19. yüzyılda doğdu, emekledi, yürüdü…20. yüzyılda ve günümüzdeyse çılgınca koşmaya başladı.

Hiç duracağa da benzemiyor

*

Hedefi, muasır medeniyeti yakalamak olan Türk Milleti’nin götürülmek istendiği durumu, İbni Haldun bugünü görürcesine ne güzel de özetlemiş:

‘Bil ki devlet, olmazsa olmaz iki temel üzerinde kuruludur. Birincisi asker—ordu—olarak ifade edilen güç, kuvvet ve asabiyettir. İkincisi ise askeri ayakta tutan ve devletin ihtiyaçlarını gideren mal ve paradır. İşte devlette görülecek bozulma bu iki temelden başlar

*

. Hükümdar, iktidarda kendisine ortak olanları yönetimden uzaklaştırıp iktidarı kendi tekeline alır. Sonra da onları alçaltarak yerlerine, kendisine bağlı bir asabiyet oluşturur. Ancak bu yeni asabiyet içine gömüldüğü lüks ve safahat sebebiyle yok olmanın eşiğine gelir, yiğitlik ve cesaret unutulup başkaları tarafından korunan kimseler haline gelir. Bu yüzden ülkenin sınırlarının korunması da zorlaşır. Bu durum onlara karşı halkı cesaretlendirir ve uzak bölgelerde devlete isyanlar başlar. Sonuçta devlet ikiye veya üçü bölünür. Yönetim, kurucu asabiyete boyun eğdirenlerin eline geçer…’’

*

Başka bir hastalık tablosu, ‘’ Kendi milli ve dini kimliğini benimseyememiş insanlar, hem kendilerine, hem içinde bulundukları topluma zarar verir. Çünkü halkın temel değerleriyle çatışma içine düşmüşlerdir. Bu hastalığın tedavisi şarttır. Hangi görüşe sahip bulunursanız bulunun, bu geçekliği kabul etmek aklın ve bilmin gereğidir. O halde milli ve dini kimliği birbirine aykırı unsurlarmış gibi ele almak, birbirinin alternatifi gibi takdim etmek, bu yüzden çağın şartlarına uyum sağlayamamak da aynı derecede hastalıktır ve tedavi edilmelidir. Türkiye’nin sosyal problemlerinin çözümü sosyal psikolojide aranmalıdır.’’

*

Hafızamızın bir yerine kaydedelim: 

Bin yılları aşkın siyasi bir tarihin adı olan Türk Milleti Kavramını suni kimliklere ayırmaya çalışan Batı, baş döndürücü hızla ilmi sahada ve sanatta, teknolojide ilerlemeye devam ederken, binlerce yıllık devlet geleneği olan ve Osmanlı İmparatorluğunun devamı Türkiye Cumhuriyeti Devletinin üniter yapısı tasfiyesi gündem oluşturmaya devam ediyor… Bu durum, hedeflenen sonuçları alınamayan 1.Dünya Savaşının devamıdır; Serv tamamlanmış değildir…

*

Açıklamaya çalıştığımız gibi, Avrupa-Batı, M.S. sonra 6. yüzyılda -aklı öteleyerek- girdiği Orta Çağ karanlığından 16. yüzyılda -aklını coşturarak- kesin olarak çıkmıştır. Doğu-İslam dünyası ise özellikle M.S. 8. yüzyılla girdiği aydınlık dönemini 13. yüzyıldan itibaren sonlandırmaya başladı… Doğu’nun ‘zihniyette’ çöküş sürecine girişinde halkın bir suçu yoktu. Halk her zaman olduğu gibi sessizdi. Halkın öncüsü, sözcüsü; ‘aydın’ bilinen kişiler; yöneticilerdi.

*

 O çağda İslam dünyasının ‘aydını’ ise din bilgini-ulema idi.

İslam dünyasında zihniyette çöküşün, yani aklın ötelenmesinin İmam Gazali (1058-1111) ile başladığı kabul edilir. Gazali, “Filozofların Yanılgısı” (Tehafütü’l Felasife) adlı kitabıyla İbn-i Sina’nın -bir anlamda Aristo’nun- akla, felsefeye verdiği değeri eleştirir. Gazali-özet olarak- “İman-inanma karşısında akıl güçsüzdür” der.

*

 Gazali 11 ve 12. yüzyıl İslam coğrafyasının çok etkin bir din bilginidir. Saygı duyulan birisidir. Ancak Gazali’nin, sözünü ettiğimiz eserinden sonra İslam dünyasında aklın ‘kuşatıldığı’ söylenir. Ve Gazali’yi bu konuda eleştirenler de vardır.

*

 Söz gelimi yüz yıl sonra Endülüs’te İbn-i Rüşt, Gazali’nin kitabına karşı “Tutarsızlığın Tutarsızlığı” (Tehafütü’t Tehafüt) adlı eseriyle ortaya çıkar ve Gazali’yi yoğun biçimde eleştirir. Onun ‘tutarsızlığına’ örnekler verirken “Hem akla değer vermiyorsun, hem de mantığa başvuruyorsun” der. Der amma, yüz yıldır Gazali okunmaktadır ve ok yaydan çıkmıştır bir kez…

*

Doğu-İslam dünyası bir anlamda Osmanlı devletidir… Fatih Sultan Mehmet Han döneminde Ali Kuşçu, Tokatlı Lütfi İstanbul medreselerini “Matematik akıl” ile coşturmaktadırlar. Sonra bir şey olur… Ulu Fatih hem Gazali’yi, hem de İbn-i Rüşd’ü okumuştur

*

. Bir gün Hoca zade ile Alâeddin Tusi’den, “Akıl mı üstün, yoksa inanış mı? Bu iki kitabı okuyup, yanıtlamalarını” ister. Hoca zade ve Alâeddin Tusi kitapları okuduktan sonra Fatih’e “Akıl üstün değil, inanmak üstündür” derler… İşte Osmanlı’da çöküş başlangıcının adeta ‘işaret fişeği’ böylece atılmış olur… Çok geçmez Fatih’in değerli kütüphanecisi büyük matematikçi Tokatlı Lütfi, “zındıklık, dinsizlik” iftirasıyla, sözde din adamı olacak ulemaların fetvasıyla 2. Beyazıt zamanında, Ocak 1495’de boynu kılıçla vurularak idam edilir…

*

Böylece, Osmanlı’da şeyhlerle, nakillerle uğraşan; özgün fikir üretiminden kaçan sözde din adamları, devleti etkilemeye başlar. Gün gelir, günümüzün NASA’sı konumundaki, Takiyüddin Mengüberdi’nin Tophane bayırına kurduğu müspet bilim yuvası ‘Rasathane’, devrin Şeyhülislamı’nın “Gökleri incelemek uğursuzluk getirir” yalanıyla 22 Ocak 1580 gecesi içindeki aletleriyle beraber Yeniçerilere yıktırılır.

*

 Artık aklın, bilimin değil, cehaletin borusu ötmektedir! Savaşları sözde din adamlarının iradesi yönetecektir… Felsefe, tarih, astronomi kitapları yasaklanır… Matbaa Müslüman’dan esirgenir… İşte bu kör zihniyettir ki Osmanlı’yı; Doğu’yu çökertir!

*

İşte yeryüzündeki son Türk imparatorluğu olan Osmanlı’nın, benzeri doğmayacak bir kahramanın ölümü gibi kan ve ateş selleri arasında yıkılıp gitmesinden sonra o harabelerden dipdiri bir üniter Türk devleti çıkaran Atatürk’ün Cumhuriyet’i ifade eden veciz sözlerinin bugünlerde hatırlanması lazım gelir:

‘’Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli yüce Türk kahramanlığı, yüksek Türk kültürüdür’’

*

Evet, Osmanlı’nın bakiyesi üzerine kurulan Milli Devletimiz, Cumhuriyetimizle yeniden diriliş süreci başlar. 1980’li yıllardaki İslam Konferansı Genel Sekreteri Habib Şattı “Türkiye, ekonomi, bilim ve endüstri alanında tüm İslam ülkeleri içinde en ileri yerdeyse; bunu Atatürkçü çağdaşlaşma modeline borçludur” derken, aklı olanın karşı çıkamayacağı katı bir gerçeği ifade eder. Şu da var ki, Osmanlı’da yeşeren o kör zihniyet günümüzde de sinsice yaşatılmak istenmektedir. Bunu görüyoruz.

*

Milletler hür yaşamayı, bağımsız olmayı, vatan sevgisini ve vazife aşkını tarihten öğrenirler. Bu bakımdan bizim de Tarih’e, en fazla da milli tarihimize her milletten fazla önem vermemiz gerekir.

*

Tarihte büyük ve medeni bir millet olan Türk’ün geçmişi ile bugünkü nesil arasındaki bağları düzene sokmak, gençlerin milli karakterlerini tarihi gıda ile beslemek, milli ve siyasi terbiyelerini güçlendirmek, vatanımızın ve milletimizin asırlara göre değişen ve değişmeyen tarihi dostlarını ve düşmanlarını tanımak bugün her zamankinden fazla önem arz etmektedir.