Gözümüzle gördüğümüz kâinat, uçsuz bucaksız evren;
Aslında çok muazzam, çok büyük bir bürhan / delil. Hakikat ve gerçeğin;
Özellikle insanlara, müşahhas / somut bir sunucusudur.
Bakıp da görmediğimiz, duyup da işitmediğimizden ötürü,
Çok zaman farkında olmadığımız hâl dili olan gayb lisanı;
Görünen maddî âlemle muhteşem bir müsebbih, yani Allah’ı tesbih edici.
Ve bu hâliyle, O’nun bütün kusur ve noksanlardan uzak olduğunu, bizlere ilân edip durmakta.
Âdeta en mufassal / çok yönlü bir muvahhid olarak, Allah’ın birliğine inanmanın;
En büyük, en geniş ve en derin ifadesi.
Mânen kör, yani basiretsiz olan biz gâfil kulların, bıkmadan usanmadan dikkatini çekmekte.
Hem de bunu, Rahman ve varlıktaki Rahmetin sahibi olan Allah’ın birliğini
Zâkir / zikredici olarak yapmakta. Tüm mahlûkata, hâl diliyle ilân edip duyurmakta.
Evet, bütün hücrelerin zerrat / zerre ve atomları, bütün erkân / esas, kaide ve âzâlar;
Birer zâkir / zikredici lisan olup, “Lâ ilâhe illa Hüve.” /
“O’ndan başka ilah yoktur.” (Âl-i İmran: 18) demekteler.
Gerçi o dillerde tenevvü / çeşitlilik, o seslerde meratip / mertebeler var.
Fakat o zikir, o savt / o sesler bir noktaya parmak basmakta. Allah’ın tek ve bir olduğuna.
Kâinat büyük bir insan hükmünde. Küçük büyük bütün âzâ ve organlarıyla,
Yani tüm mevcudatiyle Allah’ın isim ve sıfatlarına âyinelik / aynalık yaptıkları gibi,
Aynı zamanda, onların lisanı hâlle ettikleri; Allah’ı anış zikirlerine de tercüman olmaktalar.
Nitekim âlem, hâl diliyle. Ruh sahipleri, zikir halkaları içinde, Nur’un / mânevî ışığın maşrık’ı /
Doğduğu yer olan Kur’an’ı okuyarak “Lâ ilahe illa hüve.” zikriyle kendilerinden geçiyor.
Çünkü bu şanı yüce Furkan / Kur’an, o tevhidi dile getiren, muazzam bir bürhan / bir delil.
Bütün âyetleri sâdık birer lisan. O âyetlerin şua ve ışınları, imanın birer parıltıları.
Eğer kulağını yapıştırsan Furkan’ın sinesine, derinden tâ derine; sarîhan /
Açıkça işitirsin bir sadâyı ki der: “Lâ ilahe illa hüve.” / “O’ndan başka ilah yok.”
O sestir gâyeten / son derece ulvî / yüce, nihayet derece ciddî, hakikî pek samimî;
Hem nihayet mûnis / cana yakın ve mukni / ikna edici, akla uygun.
Hem de, bürhan / delille mücehhez / techiz edilmiş, donatılmış.
Şu nurlu delilin, altı ciheti / altı yönü şeffaf. Üstü münakkaş / nakışlarla süslü.
Müzehher / çiçeklerle donanmış mucizeli sikke içinde, parlayan bir hidayet nûru:
Tevhidi / Allah’ın birliğini, daima söyler durur.
Altında nescolmuş / dokunmuş zarif, ince ve nazik mantık ve bürhan / delil.
Sağında aklı istintak eden / konuşturan, her tarafı mürefref / ince ve zarif.
Ezhan / zihinler “Sadakte.” / “Doğru söyledin. (Seni tasdik ederim).” Der: “Lâ ilahe illa hüve.”
Yemin / sağ taraf olan şimal / kuzeyinde, vicdanı istişhad eder / şahit olarak gösterir.
Emamı / ön tarafında hüsn ve hayır / güzellik ve iyilik var.
Hedefinde saâdet. Onun miftahı / anahtarı, her dem söylediği tevhid.
Emam / ön taraf olan verası / ötesinde, ona mesnet / dayanak semavîdir ki,
Vahy-i mahz-ı Rabbanî / varlıkları yaratan, besleyen ve terbiye eden, sırf Allah sözü.
Bu şeş cihet / bu altı yön, ziyade / parlak ve ışıklı.
Büruc / burçlarında tecellî ettirir, zikreder tevhidi.
Evet, sârık / hırsız vesvese, vehim ve kuruntuyla kapıyı çalan şüphe,
Ne haddi var ki, o mârık / o dinsiz; girebilsin, bu bârık / bu aydınlık Kasr’a.
Hem şârık / nur saçan sûreler, sur gibi şâhik / yüksek ve yüce,
Her kelime bir nâtık / konuşan melek ki, der tevhidi.
O Kur’an-ı Azimüşşan / Şanı Büyük Kur’an, öyle bir tevhid bahri / tevhid denizi ki;
Bu gerçeği anlatmaya, fazlasıyla yeter, bir tek İhlas Sûresi.