Alkışı İlk Bırakan Sen Olma!

12

Sözüm meclisten dışarı, otoriter rejimlerde sıkça rastlanan bir davranış var. Otoriter rejim otoriter bir lider gerektirir, tabiatıyla. Otoriter liderin de bir partisi; öl deyince ölen, vur deyince vuran bendeleri ve parti üyeleri olsa gerek. O yarı tapınma hâlini 1980 yılı haziranında, İran’da görmüştüm. Rejim yeni değişmişti ve sıkça Humeyni mitingleri yapılıyordu. Tebriz’de koca bir meydan dolmuştu ve militanlar, “Öl de ölelim, vur de vuralım Humeyni!” diye bir ağızdan haykırıyordu.  

Bu hâli zaman zaman televizyonlardaki Kuzey Kore Komünist Partisi toplantılarında izliyoruz.  O biraz bizim Çiftlik Bank başkanına benzeyen liderleri Kim Jong-Un konuşurken bütün parti ayakta ve durmaksızın alkışlıyor. Bunu nasıl başarıyorlar anlayamıyorum. Lider konuşuyor, onlar, hepsi birden, şiddetle, gürültüyle alkışlıyor. Ne dediğini nasıl duyuyor, o gürültüde nasıl anlıyorlar. Ama galiba ne dediği önemli değil. Dediklerinin vardır bir hikmeti ve ne derse desin alkışlanacak şeylerdir muhakkak! 

Alkışa başlamak ve durmak 

 Ayakta sürekli alkışlamanın bir problemi daha var. Alkışa ne zaman başlayıp ne zaman duracaklarını kim tayin ediyor? Yanlış anlamayın, adamın günahını almayalım; büyük harfle “Kim tayin ediyor” demedim, Türkçedeki soru edatı ile “kim” diye sordum. 

Derken Harari’nin Nexus’unda okuduğum bir pasaj geldi aklıma. Harari de Soljenitzin’in Gulag’ından almış. Stalin’in yüzbinleri katlettiği dönem. İnsanlar ismini ağızlarına almaktan korkuyor. Kendilerini cesur hissettikleri nadir zamanlarda, “Bıyıklı Adam” diyorlar. Solzhenitsyn anlatıyor: 

1930’ların sonunda, Stalinist Büyük Terör’ün doruk noktasında, Moskova’da bir bölge parti konferansında yaşananları anlatırlar. Stalin’e sayglarını belirtmeleri için çağrı yapılmış.Dikkatle izlendiklerini elbette bilen dinleyiciler alkışlamaya başladı. Beş dakikalık alkıştan sonra, “avuç içleri acımaya başlamıştı ve kaldırılan kollar ağrıyordu. Ve yaşlılar yorgunluktan nefes nefese kalmıştı… Ancak ilk durmaya kim cesaret edebilirdi ki?” Soljenitsin, “NKVD adamlarının salonda durup alkışladığını ve ilk kimin bırakacağını görmek için izlediğini” anlatıyor! Altı dakika, sonra sekiz, sonra on dakika boyunca devam etti. ‘Kalp krizinden bayılana kadar duramadılar! … Yüzlerinde yapmacık bir coşkuyla, zayıf bir umutla birbirlerine bakan bölge liderleri, durdukları yerde düşene kadar alkışlamaya devam edeceklerdi.’

Hasburg’un şapkası

“Nihayet, on bir dakika sonra, bir kâğıt fabrikasının müdürü hayatını ellerinin arasına aldı, alkışlamayı bıraktı ve oturdu. Diğer herkes de hemen alkışlamayı bıraktı ve oturdu. O gece gizli polis onu tutukladı ve on yıllığına Gulag’a gönderdi. ‘Sorgucusu ona şunu hatırlattı: Sakın alkışlamayı bırakan ilk kişi olma!’

Hatırlamamıştım, şimdi fark ettim. Verdiğim örnek parti toplantısında konuşan lideri ayakta alkışlamaya tam benzemiyor. Gerçi ayakta ve alkışlanıyor ama lider orada değil. Sadece ona saygı için çağrı yapılmış. Hani Wilhelm Tell’in (Giyom Tell’in) valinin şapkası hikâyesine benziyor. Bize İsviçre’nin bağımsızlık mücadelesini başlatan olay diye ilkokulda okutmuşlardı. Bilmem hâlâ okutuluyor mu? Habsburgların otoriter valisi, şehrin meydanında bir direğe şapkasını asar ve her gelen geçenin şapkayı selamlamasını emreder. Tell, bu emirden habersiz bir köylüdür. Şapkayı selamlamaz ve polisçe yakalanır. Yargılanır ve acı bir cezaya çarptırılır. Birlikte şehre getirdiği küçük kızı, şu kadar adım ötede, başında bir elma ile hedef duracak ve Tell, o elmayı vurursa affedilecektir. Tell, her İsviçreli gibi yaman bir askerdir. İsviçreliler bugün de öyle olmalılar. 

Hangi kışla?

On yıllar önce birkaç gün kaldığım Zürih’te, liseler arası atıcılık yarışması vardı. Şehirden ayrılıp iki hafta sonra geri geldiğimde bu defa her yer ortaokullar arası atıcılık yarışması afişleriyle doluydu. Bir akşam otelin yolunu şaşırdım ve bir yerliye danıştım. Otelim kışlanın yanındaydı. Onu söyledim. Adam “Hangi kışla?” dedi. Zürih kışla doluydu. İşte o barış ülkesi, tarafsız İsveç’in barışının ve tarafsızlığının sırrı. 

Giyom Tell her İsviçreli gibi yaman bir asker ve atıcıdır. Babasının hata yapmayacağından emin kız çocuğu, başında elma ile  gözünü kırpmadan gülümseyerek ona bakarken ok uçar ve elmayı tam ortasından vurur, deler, geçer. 

Bu yazı da şuur akımı roman gibi oldu. 

Neyse siz siz olun, sözlerimi ciddiye alın. Eğer bir gün yolunuz Kuzey Kore’ye düşer ve kendinizi Kim Jong-Un’un toplantısında bulursanız alkışı ilk bırakan olmayın. Ne dediğini anlasanız da anlamasanız da ayağa kalkın ve alkışlayın. Diğerleri ne dediğini bilerek mi alkışlıyor sanıyorsunuz?