Ağaç, kültürümüzde çeşitli isimlendirmelerle anılan ve maddî olduğu gibi mânevî değerlere
de sâhip olan bir tabiat varlığıdır. Hayatın, güzelliklerin, canlılığın, ölümsüzlüğün, bolluğun,
bereketin, ümidin, doğurganlığın, üremenin, zenginliğin, sağlığın ve hatta ruh sükûnetinin
sembolü olarak kabul edilir. Türk kültüründe önemli bir yere sâhiptir. Eskilerin tâbiri ile
ağacın tedâi ettirdikleri (akla getirdikleri) de zengindir: ‘hayat ağacı’, ‘dilek ağacı’, ‘şifa
kaynağı’, ‘mukaddes ağaç’ gibi isimlerle anılan türleri vardır.
Ağaç, şarkılara, şiirlere de girmiştir: ‘Gölgesinde mevsimler boyu oturduğumuz o ağacın altını
şimdi hatırlıyor musun’ mısraı ile başlayan Yusuf Nalkesen’in (1923-2003) Hicaz
makamındaki şarkısını hatırlayanlar, ‘hayâli cihan değer…’ günlerini tekrar yaşarlar ve
gözlerini kapatıp uyanıkken gördükleri rüyâlarla mes’ut olurlar.
Edebiyat, kültür ve sanat dergilerinde imzâsına rastlanan Hülyâ Günay’ın muhtemelen
yayınlanan ilk kitabı olan Ağaçların Gölgesinde isimli eseri 13,5 X 23 santim ölçülerinde 88
sayfadır. ‘Ağaçnâme’ olarak da isimlendirilebilecek ‘Ön Söz’de yazar, ağaçla ilgili
duygularının tablosunu çiziyor. Ağaca sunulan ilân-ı aşk mektubu; insanları ağacı sevmeye,
korumaya, çoğaltmaya yönlendiren bir metindir. Frenklerin ‘manifesto’ dedikleri bu yazı türü,
yerli ve millî ifâdesiyle ‘bildirge / beyannâme’dir.
Yazar aynı zamanda ressamdır. Hayâlindeki tabiatı, ağaçları, kelimelerle resmediyor. Üretken
bir zekâya sâhıp olması sebebiyle kısa zamanda bilinen, okunan bir yazar grubunun üst
sıralarında yer alacaktır.
Yazarın selis Türkçesi ve sıcak üslûbu sebebiyle, kolay anlaşılır ifâde tarzı var. Devrik cümle
kullanmadan edebiyat yapılamayacağını düşünenlere itibar etmediği, Türkçe dil bilgisi
kaidelerine aykırı olarak türetilen daha doğrusu uydurulan; betimlemek, karşın, konuk, koşul,
özgür, sürdürmek, tüm, ulus, umut, yaşam, zorunda… gibi omurgası kırık; anıtsal, dinsel,
duygusal, fiziksel, görsel, kentsel, kutsal, sanatsal, şiirsel, yöresel… gibi sallara yüklenip
sellere bırakılan kelimeler kullanılmasa yazarın içerisinde bulunduğu seçkinler gurubu
tarafından daha kısa zamanda, daha çok beğenilecek, daha çabuk yükselecektir.
Buna rağmen eserinde dikkat çeken satırlar ve sayfalar hayli bol:
‘Ekim Erguvanı’, s: 23’ten:
‘Bana, hüznün içinde saklı neş’eyi anlatıyor. Başlangıcı ve sonu olan her şey gibi hüznün
de bir süresi var. Başı ve sonu… Onu anlıyorum. Anlıyorum ki anlaşıyoruz. Hiçbir şeyin
sebepsiz olmadığı dünyada hüznün de bir görevi var. İşlerin kötüye gitme ihtimaline karşı
bizi uyarmaktadır. Bâzen de yaşadığımız keşmekeş ortamından uzaklaşıp, öfkeye
yenilmemeyi, sükûta yönelmeyi kulaklarımıza fısıldar. Olumsuz tecrübelerin yorgunluğu,
duygu yüklerini omuzlarımızdan atıp, kendimize dönerek hürleşmemizi sağlar. Erguvanın
gölgesinde özgürleşiyorum hür oluyorum.’
Merhum Yahyâ Kemal Beyatlı’ya ‘Türkçe ağzımda annemin ak sütü gibidir’ dedirten
kelimelerle donatılmış sayfalar okuyucuya Türkçemizin haşmetini hatırlatıyor, okuma zevkini
tattırıyor. 41-43. sayfalar, esere Karun zenginliği kazandırıyor:
Millî zevkimizde bahçenin, ağacın, çiçeğin özel bir yeri olmuştur. Hayatımızın içinde
ailemizden bir parça gibi görülmüştür. Eski İstanbul’u yaşama bahtiyarlığına erişenlerin
bildiği üzere, bahçesiz ev olmadığı gibi bahçesi olmayan, apartmanlarda yaşayan şehir
sâkinleri balkonlarını, pencere kenarlarını rengârenk çiçekler süslemiştir.
İstanbul târihinin ve medeniyetinin tamamlayıcı parçalarından birisi de çitlembiktir. Târihî
eserlerin içine adı ile müsemma, göze batmadan boy gösterdiği mekânın değerine değer
katan karakteristik bir ağaçtır. Tekke-türbe ağacı olarak kabul görmüşse de câmi
hazireleri, mezarlıkları aşan çitlembik; İstanbul’un büyük park ve bahçelerinde de arzı
endam etmektedir.
İstanbul çitlembiklerini doyumsuz bir görüntü şölenine dönüştürmek isteyenler mutlaka
târihî mekânları ziyâret etmelidir.
Beyazıt’ta Kaptan-ı Derya İbrâhim Paşa Camii civârı, İstanbul Merkez Kütüphanesi yanı,
Ümit Doğanay Sokağı civârındaki ağaçlar, burayı târihî bir çitlembik merkezi hâline
getirmiştir.
Yazının devâmında İstanbul’da çitlembikle güzelleşen mekânlar hakkında kısa fakat doyurucu
bilgiler var. Bu sayfaları okuyanlar, çitlembik ağacını büyük bir ihtimalle; ‘şifa ve güzellik
ağacı olarak’ anacaklardır.
Şâir, muharrir ve devlet adamı Halil Nihat Boztepe (1880-1949), 1931 yılında yayınladığı
‘Ağaç Kasidesi’ isimli kitabında, ağacı sembol olarak kabul edip; dil devriminin ve dilcilerin
yanlışlarını belirterek onları ince esprilerle tenkit etmiştir. Uzun yıllar üzerinde çalışarak
meydana getirdiği bu manzumeyi ilk neşrinden sonra genişletmiş, inkılâpların çeşitli
yönlerini, adâlet mekanizmasının bozukluğunu, kılık-kıyafet inkılâbının gülünç taraflarını,
mâzi ve gelenek düşmanlığını, inkılâpçılık adına yapılan yanlışları hicveden 1500 beyitlik bir
eser hâlinde daha sonra yeniden neşretmiştir (İstanbul 1947). Bu baskının sonuna eklediği
‘Anahtar’ bölümünde metinlerin anlaşılmasını kolaylaştırmak maksadıyla bazı yabancı
kelime ve tâbirlerle şahıs ve eser adlarına yer vermiştir.
Hülyâ Günay Hanımefendi’nin ‘Ağaçların Gölgesinde’sine dönersek efendim; botanik
dersleri için yardımcı ders kitabı olabilecek özelliklere sâhıp. Aynı zamanda ilaç sanayii ile
alakalı bilgiler de var: Hangi ağacın hangi bölümünün hangi derde devâ olacağını açıklıyor.
İnsan sağlığı ile birlikte kozmetik ihtiyaçlar da ihmal edilmiyor.
Ağaç sâdece insanların değil; uçan, gezen ve sürünen hayvanlara da faydalı olacak özelliklere
sâhiptir.
Kitapta yer alan bazı bölümler, eğiticidir:
Bu konuda anlatılan bir hikâyeye göre, bir Müslüman ile bir Yahudi arasında borç
meselesi vardır. Borcunu inkâr eden Yahudi, servinin altına getirilir. Zincirli Servi’nin
özelliğini bilen adam, ağacın altına gelmeden önce borçlu olduğu altınları bastonunun
içine koyar ve bir süre tutmasının isteyerek elindeki bastonu alacaklısına verir. Ağacın
altına geldiğinde de borcunu ödediğine dâir yemin eder. Beklerler ancak zincir hareket
etmez. Yahudi bastonunu geri istediği vakit alacaklı durumdan şüphe eder ve bastonu
açar içindeki altınları alır.
Bir başka rivâyet, efsâne mâhiyetindedir:
Hz. Hüseyin Efendimiz’in kızları denizyoluyla Mısır’a gönderilir. Ancak gemi korsanların
saldırısına uğrar ve içindekiler esir edilip İspanya’ya götürülür. İspanya Kralı esirler
arasından seçtiklerini Bizans İmparatoru Dördüncü Konstantinos’a gönderir. Bunların
arasında Hz. Hüseyin’in kızları da vardır. İmparator bu cariyelerin Hz. Hüseyin’in kızları
olduğunu öğrenince diğer esirlerden ayırır ve bugünkü İstanbul’un Kocamustafapaşa
sentindeki Câmii’nin bulunduğu yerdeki Hagios Andreas Manastırı’nda misâfir eder.
İmparator kızları kendi oğullarıyla evlendirmek ister. Bunun üzerine kızlar kendilerine
yapılan evlenme teklifine ancak kırk gün sonra cevap vereceklerini söyler. Süre bittiğinde
cevabı almaya gidenler kardeşlerin birbirine sarılmış, üzerlerine nur inmiş cesetleriyle
karşılaşırlar. Bunun üzerine ‘Tahire-i Muhteremeler’ diye adlandırılan iki kız kardeş,
caminin avlusuna Zincirli Servi’nin yanına gömülür. Ancak zaman içerisinde mezar yeri
kaybolur.
Sultan İkinci Mahmud Han (saltanatı: 1808-1839) kendisine nakledilen rivâyetlere ve
gördüğü rüyâlara dayanarak Zincirli Servi’nin altına tunç şebekeli bir açık türbe yaptırır,
üzerine de devrin ünlü hattatı Yesârizâde Mustafa İzzet Efendi’nin talik yazılı kitâbesini
koydurur.
Zincirli Servi yaşlanıp üzerindeki zinciri taşıyamaz olunca, kopup düşmesini önlemek
amacı ile İstanbul Belediye Müzesi’ne kaldırılmıştır.
Ağaçların Gölgesinde isimli kitaptan, ağaç sevgisini… hayır sevgisini değil kara sevdasını
veya aşkını târif eden, gönüllere yerleştiren, ağaç kitâbesi olarak kabul edilebilecek Hülyâ
Günay’ın eserinden hârika bir bölüm daha… Prof. Dr. Halûk Dursun (1957-2019) yazıyor:
İstanbul’da neredeyse özdeşleştiğim, sanki bir âile büyüğüm, sanki ilimde üstâdım,
teşkilatta reisim, tasavvufta postnişim gibi hürmetle ziyâret ettiğim bir özel meşe vardır.
Bu ‘benim meşem’ Çubuklu sırtlarında Hidiv Kasrı’nın bahçesindedir. Korunun hemen
girişinde olmasına rağmen, bütün meşeler gibi biraz geride kalmayı tercih etmiş, ama
kendisini keşfedene, görene ne güzel manzaralar, ne hoş ışık oyunları, ne çekici yaprak
renkleri sunmuştur, bir bilseniz…
Çok güngörmüş, çok ömür sürmüş, nice devirler geçirmiş bu târihî meşe neredeyse
yıkılmak üzereyken bir hayır sâhibi çürüyen gövdesine toprak doldurarak ve sıvayla
kapatarak ona bir nebze daha hayatiyet kazandırmış. Dikkat buyurunuz, ‘hayat’ demedim
‘hayatiyet’ dedim. Çünkü hayat vermek Allah’a mahsustur.
Efendim, bu benim ihtiyar meşem iki büklüm hâline rağmen yine de ayakta durmaya
çalışmakta, porsumuş, pütürlü, hafif yosunlu derisi, yâni kabuğuyla çayırlıkta kala kalmış;
fakat iri yaprakları, koyu sarı hâle geldikçe dibindeki yeşil çimenlerle ortaya öyle bir
armoni çıkarıyor ki al gözüm seyreyle…
Her sene en güzel zamanında onu ziyârete gittiğimde yanımda mutlaka onunla
tanıştıracak bir genç götürürüm. Çünkü bilirim ki, o iki büklüm hâline rağmen benden çok
yaşayacak, derisi daha çok pörsüse, kabukları kalınlaşsa bile yine Yaratıcı’nın ona ağaç
olarak vermiş olduğu ömür, bize insan olarak verdiği ömürden uzun olacak. Ben toprak
olduktan sonra da kendisine götürüp tanıştırdığım gençler hep İstanbul’un en yaşlı, bu en
güzel meşesini bilecekler, görmeye gidecekler.
AKIL FİKİR YAYINLARI:
Alemdar Mahallesi, Alayköşkü Caddesi, Küçük Sokak Nu: 6/3 Cağaloğlu, Fatih, İstanbul. Telefon:
0.212-514 77 77 e-posta: bilgi@akilfikiryayinlari.com www.akilfikiryayinlari.com