Geçenlerde kaybettiğimiz vefalı dostumuz ve kardeşimiz, aynı zamanda Aydınlar Ocağımızın üyesi Doç. Dr. Hüseyin Kalkan’ı rahmetle anıyorum. Ailesine, yakınlarına ve sevenlerine başsağlığı diliyorum.
Bundan 91 yıl önce Beyazıt Meydanı çok acı, üzücü ve düşündürücü bir olaya şahit olmuştu. 10 Nisan 1919 tarihinde değerli bir Türk evlâdı, Boğazlıyan Kaymakamı milli şehit Kemal Bey, Ermenilere kötü muamele yapılmasını engelleyemediği gerekçesiyle haksız bir şekilde işgal kuvvetlerinin, İngiliz ve Fransızların baskısı ile idam edilmişti. Daha önce beraat eden Kemal Bey, işgal kuvvetlerinin baskı ve dayatmalarıyla ipe götürülmüştü. Aslında, ipi çekilen Kemal Bey değil; Osmanlıydı. Kemal Bey’i Urfa, Adana ve diğer illerde idam edilenler takip etti. Kemal Bey ve Türke yapılan iftiralar ve bize yapılan gerçek soykırımlar unutturulmadığı ve devamlı canlı tutulduğu takdirde, dünden ders alıp geleceğe akabiliriz.
Büyük Atatürk’ün teklifiyle TBMM’nce milli şehit unvanı verilen şehit kaymakamımızı rahmetle ve saygıyla anıyoruz. Kemal Bey adeta zaman tünelinde bizi düne götürüyor. Ve bugün dış baskılarla yapılanlar arasında bağlantı kurmamızı sağlıyor. Dün bugünden pek farklı değil. Bugün de dış baskılarla milli kurumlarımızı yıpratıyor, itibar kaybettirmeye çalışıyoruz. Ermeni ve Kürt açılımlarıyla uğraştırılıyoruz. Çözülmeyi, ufalanmayı demokratikleşme zannediyoruz. Farklılıkları kutsallaştırıyoruz. İnsanlarımızı birbirine soğutuyoruz. Etnik taassubu ayağa kaldırıyoruz; milletleşme sürecini gözden uzak tutuyoruz.
Eğer bugün tarih çarpıtılıyor, işgalci güçler değil de; Türkler İzmir’i yaktı diye propaganda yapılabiliyorsa; demek ki bizim de tören milliyetçiliğini ve tören Atatürkçülüğünü aşmamız gerekir. Biz tersini yaparak mütekabiliyeti hesaba katmadan ders kitaplarını yumuşatmaya ve hatta bazı sapıkların iddialarından esinlenerek neredeyse tarihimizle hesaplaşmaya çalışıyoruz.
Diğer taraftan, milletleşmeyi tahrip edip etnik ırkçılığı tahrik ederken demokrasi ve demokratikleşmeden bahsediyoruz. Bu çelişkiyi herkes düşünmelidir. Demokrasinin temeli ve tabanı milletleşme ile ortak mutabakatlara dayanır. Boy, kabile, aşiret, mezhep ve etnik taassubu aşamayan toplumlar; etnik ırkçılık hastalığından kendilerini kurtaramazlar. Bu toplumlar, demokrasiyi sadece tartışırlar; ama uygulayamazlar.
Geçenlerde İstanbul Barosunun bir ödül töreni vardı. Eski Adalet Bakanlarından Mahmut Esat Bozkurt adını taşıyan bu ödül töreninde bir Yargıtay mensubuna ödül verildi. Yaklaşık 30 kişilik bir grup bunu protesto etti ve dışarıda da bir açıklama yaptı. Açıklamada Mahmut Esat Bozkurt, Türkü övdüğü, öne çıkardığı ve etnisiteleri dışladığı ileri sürüldü. Açıklamayı yapan, ağzı köpüre köpüre etnik grupları saydı. Türkiye’yi böyle bir etnik yobazlığa sürükleyenler, bu ortamı yaratanlar, bu açılım macerasını ve Türkiye’nin nerelere götürülebileceğini daha iyi düşünmelidirler.
Atatürk sonrası dönemde genelde devleti ele geçirme mücadelesi devam ettiğinden siyasi istikrar, mutabakat ve huzur ortamını yakalayamıyoruz. Bu olmayınca; iktisadi bakımdan gerekli atılımları yapamıyoruz. Türkiye her şeyden önce farklı iki kutbun üzerinde at oynattığı bir kobay olmaktan kurtarılmalıdır. Aksi takdirde, birbirinden rövanş almayla zaman tüketecek olan taraflar, bu ülkeye krizden başka hiçbir şey veremezler. Hukuk herkese lâzımsa; hukuk devleti korunmalı, parti devletine dönüştürülüp demokrasi özlenir hale getirilmemelidir. Bütün bunlar olurken, malı küçük bir azınlık ve yabancılar götürmektedir. Bütün bu kısır çekişmeler içinde gerçek gündem maddeleri ve tuzaklar basına bile yansıyamamaktadır. Zaten basının önemli bir bölümü sıcak havada efendisine yelpaze sallayan köle konumundan uzaklaşamamaktadır.
Bütün bunlara ve demokrasinin önemli kan kaybına rağmen; biz Türkiye’de demokratikleşme adı altında olmadık şeyleri tartışıyor, tartıştırılıyoruz. Z. Brzezinski’nin Büyük Satranç Tahtası isimli eserinde Türkiye’den “kararsız toplum” olarak bahsetmesi herhalde bundandır.