Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “17 Aralık’tan bu yana (11 günde) 120 milyar dolar maalesef zarar var. Yazık değil mi, bunu nasıl yaparsınız?” dedi.
Peki, 120 milyar dolarlık bir zarar olduysa sebebi ne olabilir?
“Yolsuzluk ve Rüşvet Soruşturması” başlayınca, Başbakan “hedefin kendisi olduğu” kanaatine vardı. Can havliyle gerilimi tırmandırdı.
Recep Tayyip Erdoğan, olayı “yargı darbesi” olarak algılamasa, gerilimi tırmandırmasa ve şöyle sözler söyleseydi, Türkiye böyle bir krize girer miydi?
“Eğer bugün hâkimlerimiz, savcılarımız hiçbir baskı ve tehdide boyun eğmeden görevlerini yapabiliyorlarsa, güven verici bir gelişmedir. Bundan kim neden rahatsız olabilir? Bunu kim, neden engellemeye çalışabilir? Bakınız ortada son derece ağır, son derece vahim iddialar var. Anayasamıza, yasalarımıza göre suç teşkil eden ithamlar var. Bırakalım yargı işlesin, bırakalım hukuk işlesin. Bırakalım ak ile kara ortaya çıksın. Süreci bulandırarak, hâkimleri, savcıları tehdit ederek hiç kimse bir yere varamaz.”
Bu sözleri söylemek O’nun için bu kadar zor olmamalıydı.
Çünkü alıntı yaptığım bu cümleleri 21.04.2009 da Başbakan R.T.Erdoğan kendisi söylemişti.
Bugün Tayyip Erdoğan çok farklı bir tavır içinde olmasa ve aynı cümleleri söylese; Yargıya müdahale etmese ve hukukun işlemesine izin verse, bu gerilim ve gerilimden doğan ekonomik kayıp herhalde olmazdı.
Mesela operasyonun hedefinde Halkbank‘ın olduğu, ABD’de yapılan bir Halkbank’ı bitirme planının varlığından bahsedip, “Halkbank’ı yedirmeyiz” nutukları atmasaydı, borsada Halk Bankası’nın değeri bu kadar düşer miydi?
C. Savcılığı’nın soruşturmasında banka tüzel kişiliğinin olmadığı, sadece Genel Müdür’ün şüpheli olduğu açıklandı. Genel Müdür’ün gözaltına alınması için de, evinde ayakkabı kutusu içinde 4,5 milyon dolar bulunmasının kuvvetli suç şüphesi oluşturduğu anlaşılıyordu.
Hani Hüseyin Çelik 20.08.2009 da ne demişti? “Sayın Haberal organ nakli yaptığı için, iyi bir cerrah olduğu için içeri alınmıyor. Netice itibariyle kimse sorgulanmaz, hesap sorulmaz, dokunulmaz konumda değildir.”
Aynı şekilde Halk Bankası Genel Müdürü bankanın kanuni faaliyetleri sebebiyle içeri alınmıyor. “Kimse sorgulanmaz, hesap sorulmaz, dokunulmaz konumda değildir” bırakın yargılansın, suçsuzsa aklansın demek gerekirdi.
Başbakan, Genel Müdür’ü görevden alıp, yerine yenisini tayin etse ve yargılamanın sonucunu sükûnetle bekleseydi, Halkbank tüzel kişiliği bundan zarar görmezdi.
Halk Bankası’nın borsadaki değer kaybından ve diğer zararlardan, sözleri ve yargıya müdahalesi sebebiyle, tek başına Başbakan’ın sorumlu olduğu kanaatindeyim.
Diğer gözaltına alınanlarla ilgili de mesela İçişleri Bakanı Muammer Güler’in oğlunun yatak odasında kuvvetli suç şüphesi oluşturabilecek 7 tane çelik kasa, milyonlar, para sayma makinesi; bütün şüpheliler için belgeler, ses ve görüntü kayıtlarının var olduğu görülmekte.
Bu sebeple yargının işini yapmasını, ama hukuka aykırı yöntemlere başvurulmadan yargılamayı tamamlamasını beklemek gerekirdi.
Bunun yerine Emniyette kritik makamlardaki yüzlerce polisin görev değişikliği yapıldı. Savcıların yanına başka savcılar görevlendirildi, bir başka savcıdan üzerinde çalıştığı yolsuzluk dosyası alındı. Kanuna aykırı şekilde Adli Kolluk Yönetmeliği değiştirildi. Yeni tayin edilen Emniyet Müdürü, yolsuzluk soruşturması kapsamında gözaltıların yapılması yönündeki Mahkeme kararını uygulamadı.
Hiçbir hukuk devletinde olması mümkün olmayan bu gelişmeler Türkiye’nin demokrasi karnesini de, itibarını da, ekonomik tablosunu da hızla kötüye götürmektedir.
Çünkü bir ülkeye yatırım yapacak olanlar, hukuk düzeninin sağlamlığını ve ülkenin itibarını da dikkate alırlar.
Başbakan eğer kendisine ve arkadaşlarına güveniyorsa ve bu ülkeyi birazcık seviyorsa mevcut tavrından vazgeçip, 2009’da konuştuğu gibi, “bırakalım yargı işlesin, bırakalım hukuk işlesin. Bırakalım ak ile kara ortaya çıksın” demeli ve yargıdan elini çekmelidir.
***************************************************
KUMPAS İDDİASI, SUÇ İŞBİRLİĞİ İTİRAFI GİBİ
Başbakan ve AKP yetkililerine göre, “Cemaat veya Hizmet Hareketi denilen grup devlet içinde örgütlenmiş bir çete. Bir paralel devlet oluşumu. Bu “paralel devlet” veya “çete” özellikle emniyet ve yargıda örgütlenerek ABD’nin kontrolünde hükümete karşı bir darbe yapmak istemekte.”
Başbakan’ın başdanışmanı Yalçın Akdoğan‘ın ifadesiyle, bu “çete” mensupları zaten “kendi ülkesinin milli ordusuna, milli istihbaratına kumpas kurmuşlardı.”
Şimdiki “yolsuzluk ve rüşvet soruşturmaları da yapılmak istenen darbenin aracı olarak kullanılan bir kumpastır. Bu kirli oyunların, tezgâhların, kumpasların, meydan okumaların hedefi doğrudan Başbakan Tayyip Erdoğan’dır.”
Yeni İçişleri Bakanı Efkan Ala‘ya göre, “suçu yakalamak yerine, suç oluşturmak için malzeme topluyorlar.”
***
Türkiye’nin Güney Doğu Anadolu Bölgesinde PKK/KCK paralel devlet yapılanması olduğunu biliyorduk. Bu yapılanmaya AKP ve Başbakan’ın böyle hiddetli açıklamaları olmamıştı.
Hükümetin açıklamalarından anlıyoruz ki, bir başka paralel devlet yapılanmasını da Cemaat gerçekleştirmiş.
Eee… Hani biz “tek devlet”tik… Bu paralel devletleri kim çıkardı?
***
Şimdiye kadar içli dışlı olan ve “beraber yürüdük biz bu yollarda” şarkıları söyleyen iki güç artık savaş halinde.
Başbakan’ın “ne istedinizse verdik” dediği bu oluşuma (savaş öncesi) neler verilmişti?
AKP milletvekili Şamil Tayyar bunlardan birini açıklamıştı: “Emniyet, Cemaat’e bağlandı.”
Hükümete yakın gazetelerden Yeni Şafak’ın yazarı Abdülkadir Selvi ise AKP döneminde, Başbakan’ın sayesinde Cemaatin valilik, milletvekilliği, bakanlık, üniversite sayısındaki ve ticaret hacmindeki artışa dikkat çekmişti.
Gemiler yakılınca, AKP ve hükümet Cemaat mensuplarının kumpas kurmak için “geçmişte olduğu gibi- ahlaka ve hukuka aykırı her türlü yolu kullandığını söylemeye başladı.
Bu açıklamalar Ergenekon, Balyoz, OdaTV gibi davalarda yargılananların, hukuka aykırı delil üretilerek, sahte belgelerle suçlandıkları ve usule aykırı yargılandıkları iddialarının kabulü niteliğinde.
Kanunsuz dinleme/izleme ile kaset tuzaklarının da itirafı olan bu açıklamalar aynı zamanda bir suç işbirliği itirafı da olmuyor mu?