Maddeten başsız ve korumasız kalanların; üstelik himayeden, kollamak ve kollanmaktan yoksun olanların, bir de mânen boşlukta bulunanların yabancı fikir cereyanlarına, ecnebi zararlı akımlara kapılmamaları mümkün olmuyor.
Çünkü insan inanmak ihtiyacındadır. Doğruyu bilmeyince, bulmayınca ve görmeyince, bir de gösteren olmayınca;yanlışa, eğriye yapışmadan edemiyor. Zira “İnsan mükerrem, keremli bir varlıktır. Hakikati arar. Bazen hakikat diye dalâlete, sapık yollara sarılır.” Nitekim bu konuda meşhur Şâfiî hazretlerinin şu sözü ne kadar düşündürücüdür: “Hakla meşgul olmayanı, bâtıl istila eder.”
Demek ki insan başıboş bırakılmaya gelmiyor. Tevekkeli İslâm, herkesi önce kendi kendisiyle ilgilenmeye. Sonra da başkalarına tebliğle, duyurma ile boşuna sorumlu tutmuyor. Zira insan, hem maddeten hem de mânen daima yoldadır, her zaman yolcudur. Durması ise büsbütün geri kalmak, yoldan olmak ve yolcu oluştan düşmektir. Bu yol ise ya doğru yoldur veya eğri yol.
Tabii ki ondan istenen, ondan beklenen ve ondan umulan; doğru yolun, Hak yolun yolcusu olmasıdır.
Demek ki düşünce ve yorumda, yersiz dış müdahaleler, dıştan karışmalar; iç karışıklığa , iç bölünme ve parçalanmalara sebebiyet veriyor. Herkes bu duruma fırsat vermemekle mükellef ve yükümlüdür. Yoksa başkaların oyununa gelmiş olur.
Kendi olumsuz iç ve dışımızdaki şer güçlerin oyuncakları olarak, hem iç âlemimiz olan ruhsal âlemde, hem dış âlemimiz olan beden ülkesinde huzursuz ve perişan oluruz. Çünkü bu durumda; millet hükmündeki ruh darma dağınık; ruhun vatanı sayılan beden huzursuz; vatan denen beden, millet denen ruh devleti tedirgin olur.
Zaten özel geçmişimiz olan mazi ve genel geçmişimiz olan tarih; ibret almak içindir. Eğer ibret alınsaydı, merhum Âkif’in dediği gibi tarih hiç tekerrür eder miydi? Yani tekrar tekrar eski olaylar; yeniden yaşanır hale gelir miydi?
İşte insanın hızla yükselişinde, insanın sür’atle seçkinleşmesinde ve insanın çabuk gelişmesinde yatan sır budur: İbret almak. Yani yanlışları tekrarlamamak hasleti, sırrı.
Hemen belirtelim ki, hayat demek, gaye demektir. Gayeden maksat ise diğer insanların mânevî hizmetine koşmaktır. İnsanlara yaratılış gayesini, varoluş hikmetini hatırlatmaktır. Onları; Hak yolla, Hakk’a getirmektir. Gerçek insanlığına kavuşturmak gayretidir.
İnsanlık yolu budur işte. Hem de sırasında, bu uğurda herşeye katlanmaktır. Acılardaki gizli tadın farkına varmaktır. İnsanların ebedî hayatını garantiye almaları uğrunda baş koyma hareketidir. Ve bundaki tadına doyum olmaz, insanlık sırrını keşfetmektir.
Zaten “ibret” de bir sırdır. Ne mutlu bu sırra erenlere. İbret alıp gereğini yapanlara. Maddeden, olaydan ve olup bitenlerden; ibret denen mânâya geçenlere. Böylece ruhun huzuruna erenlere. Kısaca ibretle huzur bulanlara.
Ne mutlu huzurdan da ibret alan ibretliklere. Çünkü ibret; maddeden mânaya geçiş inceliğine vakıf olmaktır. Maddenin yoğunlaşmış mâna olduğunu bilmektir. Yumak yumak maddeyi; tel tel mâna haline getirmektir.
Evet, ibret de bir sırdır. Ne mutlu bu sırra erenlere.
1045 – 1046