Yunanistan’da Bir Hafta Sonu

87

Doğrusunu isterseniz hiç de programda yoktu, torunum Can “Sen de gel dede!” deyince kırmak mümkün olmadı. Maaile İstanbul’dan Yunanistan’a doğru bir araçla yola çıktık. Sabah ezanı okunmamıştı bile İstanbul’u terkettiğimizde. Trakya’da artık şehirler de neredeyse birleşmiş. Söz konusu saatlerde sadece TIR’ların kontak açtığı otoban ve duble yollardan geçerek  yazlıkların dikkat çektiği Silivri, Tekirdağ, Malkara, Keşan ve İpsala’dan sonra Yunan hududuna vardık.

Meriç Nehrinin etrafı yemyeşil. Tarlalarda gördüğümüz, meralarda otlayan kuzu, koyun, ineklere “maşallah” demeden geçemiyoruz. Yolun iki tarafındaki süt ve peynir fabrikalarının nedeni de böylece anlaşılıyor. Bu yaz gününde sabahın bahar serinliği yüzünüze vuruyor. Dev bir gönderde Türk Bayrağımız rüzgarın hızına ayak uydurmuş, görkemle uçuşuyor. Nöbetçi askerlere selam verdik, gümrükte aracımızın evraklarını kontrol ettirdik, polis pasaportumuzu damgaladı, hemen hiç durmadan ara bölgeye geçtik. Tek benzin istasyonu etrafında onca TIR sırasını bekliyor.

KONUŞMALARDA ÇOK SAYIDA ORTAK TABİR

Yunan görevliyi bir süre bekledik. Küçük araç hiç yok sırada.  Sonra birkaç araç olduk peşpeşe. Hala Yunan Polisi çağırmadı. Kulübesine gidince “Bekle” diye geri gönderdi. Nöbet değişimi gerçekleşince Yunanistan’a geçişimize izin verildi.

Yunanistan ekonomik krizden önce “yeşil pasaport”a bile “vize” uyguluyordu. Artık değil. Türkiye Yunan vatandaşlarına Turgut Özal yönetiminden bu yana hiç ama hiç vize falan uygulamıyor. İyi de oluyor. Çünkü bölgedeki sorun siyasi, halkların meselesi yok, şartlanmışlıkları mevcut. Tarihe bakıldığında bunun nedenini ve niçinini bulmak mümkün.

Bir sinema şeridi gibi bu ilişkiler, komşuluklar, tarih gözümün önünden aktı gitti. Daha önce Atina’ya gitmiştim yıllar önce. Trafik İstanbul’a rahmet okutur. Otopark mümkün değil. Yeşil bir alana park eden bir araba görmeniz mümkün. Yemek, içmek ve eğlenmenin sınırı yok. Mutfak ürünlerimizin bile aynı olduğunu gördüm. Hatta isimleri sadece lehçe farkıyla değişmişti. Baklava, dolma ve sarmanın ismi ise aynı kalmıştı. Konuşmalarda Türkçe, Arnavutça ve Slavlardan kalma çok sayıda tabir bulunuyor.

İSYANLARA HEP BATI DESTEK VERDİ

Yunanistan 1829’da kuruldu ve Mora Yarımadası’nın Attika bölgesinde ilan edildi. İlk Başkent Nafplion’daki Osmanlı Ulu Camii’nde(Yeni Camii) ilk parlamentosunu topladı (Bugün burada konferans ve konserler organize ediliyor). İlk Devlet Başkanı da İonnis Kapodistrias. Osmanlıya isyanlar batılı devletlerin arka çıkmasıyla başarıya ulaştı. Osmanlı bölgeye çok hizmet götürmüştür, bir çoğu bugün yıkılsa bile. “Sahibül hayrat ve’l hasenat Turnai el hac Hemhet Ağa’nın hayratı-1217/1801” çeşme bir örnek isteyenlere. Frange Kilisesi camiden katolik kilisesine çevrilmiştir.

Avrupalılar sürekli cumhuriyet Yunanistan’ına da tahammül göstermedi, müdahele ettiler. Alman Bavyera Prensi Otto kral olarak tayin ettirildi. Bir müddet sonra Otto ve karısı Amalia da memleketlerine gönderildi. 1540 yılında Türkler Venediklilerin hakimiyetine son verdiler. Şehit Ali Paşa döneminde de Osmanlılar Venediklilerin hiç bir eserini yıkmadan, yakmadan bölgeye yeniden yerleştiler.

YOL BOYUNCA MİNYATÜR KİLİSELER

Yunanistan yıllar boyu hanedanalarca yönetildi. Mitçotakis, Karamanlis ve Papanderu hanedanları buna bir örnektir. Cuntalar sonunda iktidara gelen son hanedan temsilcileri ise ne kendi aralarında, ne de komşularıyla sürekli kavga içinde olmadı, gelişmelerden ders çıkartarak polemiklere girmediler. Bu yönetimler politikalarını “Türk düşmanlığı” damarından beslenerek yapmadılar. Bunun Yunanistan’a bir fayda getirmeyeceğini gördüler, ancak yine de ekonomik krizden ülkelerini kurtaramadılar. Atina-Ankara ilişkilerinin düzelmesi bu üç aile yönetiminde yumuşadı, iş ortaklıkları kuruldu, ekonomik ilişkiler arttı. Böylesi bir ivme Başbakanlar Bülent Ecevit ve Recep Tayyip Erdoğan ile Dışişleri Bakanları İsmail Cem ve Ahmet Davutoğlu dönemlerinde yükseldi. Ancak Almanya Başbakanı Merkel ise böylesi bir gelişmeden dün de , bugün de hiç  mutlu değil.

Yunanistan’da kentlerin isimleri değişmiş. Ancak İstanbul hala Kostantinapolis olarak konuşuluyor ve yazılıyor. Feria’den (Farecik) Aleksandroupolis’e  (Dedeağaç) geçtik. Nefis bir duble yol gerçekleştirilmiş. 2.40 euroyu  turnikede hemen alıyorlar. Yolun iki tarafında zeytin ağaçları bir yeşil deniz gibi yansıyor. Yol boyunca değişik ebatta minyatür kiliseler (en fazla bir metre boyunda) görüyorsunuz. Bunlar bir trafik kazasında ölen Yunan vatandaşları için yerleştirilmiş. İçine bir resim ve yanan bir mum koymuşlar. Böyle bir gelenek işte. Vefa ve hatırlama şeklinde gelişmiş. Normal vefatlar için de bunu yapanlar yok değil. Eğer minyatür kiliseler belli bir yol veya kavşak üzerinde bir hayli fazlaysa bu nokta trafik kazalarının en yoğun olduğu bölge olarak anlatılıyor.

Kıbrıs’ta olduğu gibi bazı sahillerde de tatil yapanlar ibadet etsinler diye içerisi ancak üç-beş kişi alabilecek büyüklükte kiliseler de görmek mümkün.

KAHVELER VE HACİVAT GÜNLÜĞÜ

Yol üzerinde minareler görüyoruz tek tük de olsa. İşte burada müslümanlar ve Türkler yaşıyor diyebiliyoruz. Sebes(Şapcı) böyle bir yer. Hemen peşinde bir şehir daha Kamotini(Gümülcine). Kente giriyoruz bir Anadolu kasabasından farksız Gümülcine. Kiliseler daha görkemli. İstanbul’a hergün otobüs seferleri yapılıyor. Xanthi’de (İskeçe) olduğu gibi.  İskeçe’de 5-6 katlı apartmanlar cadde ve sokaklara dikilmiş. Çimento yığını. Osmanlı eserlerinden hangisi ayakta meçhul değil, yok gibi. Bir zamanların Türk düşmanlığı tarihi dokuyu da götürmüş. Türk asıllı Yunan vatandaşları işlerinde Türkçe konuşuyor ama Türkçe tabela falan asamıyor işyerine. Kentlerde uluslararası markaların tümü var. Müzik ve giysiler başta moda çılgınlığı da öyle. Kahveler lebaleb dolu. Bir kısmının elinde tespih, bir kısmı tavladan başını hiç kaldırmıyor, bir kısmı papaz (iskambil) oyununa dalmış pişti, konken falan derken yemeğini bile basit de olsa masasına getirtiyor. Dünyayı umursamıyorlar sanki.

Chrisoupolis’dan (Sarışaban)40 kilometre sonra Kavala. İstanbul Saraçhane’deki gibi su kemerlerinin altından geçerek giriyoruz Kavala’ya. Osmanlı eseri. Bir deniz kenti. Şehirlerarası yollarda hiç trafik yok. Şehiriçi ise öyle değil. Kavala Kalesi muhteşem. Surların bir bölümünün üzerine ev inşa edilmiş, eteğinde ise bir otopark var. Bisikletler için de ayrıca bir park yeri mevcut.

Kıraathaneler bizimkinden farksız. Hiç kimse oyunun verdiği rehavetle dünyanın döndüğünü bile farketmiyor. Önemli olan tuttuğu zarın istediğini atması, iskambil kağıdı ise yeter ki seriyi tuttursun. Ellerinde tespihler hu değil ama sabır çektikleri yüzlerinden okunuyor bu insanların. İşte tam bu sırada Salah Birsel’i hatırladım. Kahveler Kitabı mesela. Sonra Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, Boğaziçi Şıngır Mıngır ve Hacivat Günlüğü. Böyle bir hatırlamayla nostalji yaşadım. Beyoğlu, Beyazıt, Aksaray kahveleri böyleydi bir zamanlar. İstiklal Caddesi’nin Taksim Meydanına bakan köşebaşındaki bugün için lokanta olan kıraathanenin dili olsa da bir konuşsa.

“SİZ TÜRKSÜNÜZ, TÜRKÇE KONUŞALIM”

Ayakta kalabilen camiler minaresi yıkılarak kiliseye çevrilmiş. Şehre girerken hemen solda bir levha gözüküyor. Bu bir Kıbrıs haritası; Türk bölgesinden kanlar akıyor ve altında beş kelimelik bir mesaj “Bunu unutma ve her an hatırla!”

Önce aracımızı otoparka çekiyoruz. Ücreti 1.90 euro. Yaklaşık 5 TL. Dolmuşların tümü mercedes ve gri renkte. Bütün Yunanistan öyle adeta. Sadece şehirlere göre renkleri ayrı. Kavala kurabiyeleri meşhur. Bizim un kurabiyemiz gibi. Belli ki aynı kültürün yansımaları. Artık İstanbul’da Yenipazar, Üsküp, Kavala börekçileri açıldı. Lezzetleri damağımızın yabancısı değil. Kavala’da bir kere daha tadına bakıyoruz. Domuz yağı değil, çiçek yağından yapılıyormuş. İçimiz rahat o halde. Vıcık vıcık yağlı ama. Demli çay yok, poşet çayı içiyoruz. Yanında da mutlaka su veriyorlar.

Biri adamcağız yumurta satıyor. “Kaç para?” diye soruyoruz, çünkü organik olduğunu anlatıyor. Aramızdaki konuşmamız dikkatini çekince “Siz Türksünüz, o halde Türkçe konuşalım?!”demez mi? Meğer ailesi İstanbul’dan göç etmiş. Ancak evlerinde hala Türkçe konuşuluyormuş bu Rum ailenin. İstanbul özlemi içinde. 20 organik yumurtayı paketleyip getiriyor, 5 euro alıyor. Bir dilenci kız para istiyor yalın ayak. Bir genç ise elinde fakir ve hasta olduğunu belirttiği kartı börekçide dağıtarak masalardan para istiyor. İstanbul’dakiler bunu vapurlarda yapıyor. Hayat pahalı ve işsizlik çok. Ara yollar Kavala merkezde yayalaştırılmış ancak bütün sokaklar kafe. Dondurma çeşitleri bizdeki kadar değil.

SELANİK’E TÜRK TIR VE OTOBÜSLERİ

Havuzunda kaplumbağa olan kahvede tavla zarları fır dönüyor, pişti yapanların sesi daha fazla çıkıyor. Yollarda ve dükkanlarda her an Türkiye’den gelen bir turist ile karşılaşmak mümkün. Esnaf da Türkçe öğrenmiş, hemen “merhaba” diyor. Bizimkiler de “kalimera”yı günaydın ve selam yerine kullanıyorlar. Bu gidiş gelişler artarsa Türkçe cazip bir hale gelecek. Hele Türk işadamları yatırım yaparsa Türkoloji bölümü cazip hale gelecek ve mezunlarına bir iş kapısı daha açılacak. Mesela free shop’lar böyle. Metro Selanik-İstanbul çalışıyor. Daha önce de Kamil Koç ve Varan ile Ulusoy bu seferleri yapıyordu. Demek müşteri var. İyi bir gelişme. Selanik’e giden TIR’ların da sayısı bir hayli fazla. Türkiye plakalı araç görünce kornayı karşılıklı çalarak selamlaşıyoruz.

Vapurla Taşoz(Thassos) Adası için Keramoti’de kuyruğa girip bilet aldık. Ancak aracınınız marka ve modelini söylemek durumundasınız!. Araç 20, yolcular 3 euro. Arabalı vapur hemen doluyor. Daha çok da Türkiye, Bulgaristan, Romanya, Sırbistan plakalı araçlar. Bir o kadar da Yunanlı bittabi. Feribotumuz modern. Ağır mermer yüklü TIR bile taşıyor. Sonra turist otobüsleri. Büyük araçları ortaya, otomobilleri ise tek şerit halinde yapılmış ikinci kata alıyorlar. Araç içindekilerin tümü salonlara çıkmak mecburiyetinde. Araç içinde yolcunun vapurda seyahat etmesine müsaade etmiyorlar. Sadece sahile yaklaşıldığında müsaade ediliyor. Martılar daha iri ve aç. Elinizdeki sandviçi bile kapabiliyorlar. Aşırı kilolu obez gençlere burada rastlamak mümkün. Onlar şimdilik hayatlarından memnun. Bölgede sezon açılmadığından henüz aşırı kalabalıklar yok.

EGE ADALARI ŞINGIR MINGIR

Yunanistan’ın Ege Adaları irili ufaklı 1500 kadar bilindiği kadarıyla. Osmanlılar döneminde Akdeniz’deki adalar topluluğu Cezayir-i Bahr-i Sefid adıyla bir vilayet statüsündeydi. Eyalet diyenler de var. Kaptan-ı Derya yönetirdi. Burada önemli tersaneler de mevcuttu.

Osmanlı kimsenin dinine karışmamıştı. Bilhassa Girit’e İlber Ortaylı’ya göre, sunni müslümanların yanında alevilik ve bektaşiliğe yakın gruplar da buralara yerleştirilmiştir. Osmanlı nüfus yapısını hep düşünmüş, ona göre stareteji takip etmiştir. 12 Adalar’da (Bozcaada/Tenedos, Gökçeada/İmroz, Limni, Sakız, Sisam/Samos, Semadirek/Samatroki, Meis, Midili, Rodos, Kos/İstanköy, Taşoz) en fazla nüfusu Osmanlı Türkleri oluşturuyordu. 1908’den sonra başta Girit olmak üzere Ege’deki adalardan büyük bir müslüman göçüne mecbur kalınmıştır. Adalarda çok sayıda Osmanlı eseri mevcuttur. Cami, kervansaray, şifahane, çeşme vs.  Bugün Ege’deki Adalar daha düne kadar Yunan turizm sektöründe bir lokomotif olarak başı çekiyordu.

40  dakika sonra Taşoz’a vardık. Adanın ismi Thassos. Osmanlılar bu ismi hiç değiştirmemişler ama telaffuz ederken ve benzetirken Taşöz olarak kullanmışlar. Çünkü taşın en iyisi burada. En kalitelisi burada. Bu taşın özü mermer ve sadece bu adada bulunuyor. Atina’daki Akrapol Tepesinde bulunan Perfenonos Tapınağı’nın mermerleri Taşoz’dan gitmiş. Medine Havaalanı Mescidi ve Kabe tavaf alanının mermerleri de buradan Suudi Arabistan’a gönderilmiş. Rusya Devlet Başkanı Putin ve Türkmenistan Devlet Eski Başkanı Türkmenbaşı’nın yaptırdıkları sarayın da mermerlerinin markası Taşoz. Osmanlı’nın benzetme ve telaffuzuna göre Ayyonoros’a Aynaros, manara’ya minare, pay-ı puş’a papuç, mide-nüvaz’a maydanoz dediği Osmanlı tarihçilerince yazılmıştır.

ZEYBEK OYNAMAK, KARAGÖZ SEYRETMEK VE BAKLAVA YEMEK

Türkiye’de saptırma ve ideolojik bir yaklaşımla “Aynaros Kadısı ” olarak bilinen tiyatro eserinin Ayyonoros ile hiç bir ilgisi yoktur. 20 manastırın temsilcisi bulunan ve bunlarla yönetilen Aynaros Yunanistan’ın Vatikan gibi özerk bir yarımadası. Özelliği ve hikayesi  buraya hiç kadın ayak basmamasıdır. Çünkü yasak. Osmanlı buraya dokunmamış, mescit yapmamış, vergi almamıştır. Burada polise Osmanlı yönetimindeki gibi “Serdari” deniyor ve kendine has bir anayasası mevcut. Hala böyle devam eden tarihi bir hatırlatma işte.

Denize girmek için ıssız bir koy aradık. Ne mümkün? Keşfedilmemiş yer kalmamış Taşoz’da. Mermer taş ve tozları her tarafta kendini belli ediyor. Taş ocakları harıl harıl çalışıyor. TIR’larla gemilere taşınıyor. Yollar bozulmuş ister istemez onca mermerin altında.

Ada çam ve zeytin ormanı. Bin yıllık bir tarihi var deniyor zeytin ağacının. Zeytinyağı satışı yapılıyor dükkanlarda boy boy, renk renk. Reçelleri de öyle. Başka nesi meşhur Taşoz’un derseniz, henüz sezon açılmamış ama turlarla gelen grupları tavernalara götürüyorlar, sirtaki oynuyor, harmandalı ve çiftetelliye benzeyen folklor oyunlarını sergiliyorlar. Egeliler duymasın “zeybek”e de sahip çıkıyorlar “zeibekiko” diyerek. Toplumsal ve politik bir tenkit aracı olarak bizde kaybolan Karagöz Yunanistan’da Karagiozis olarak sürüyor. Baklava ile de ağızları tatlandırıyorlar gerçek vatanı Gazianteplilerin sahip çıkmasına rağmen. Bunlar için  Temmuz ve Ağustos ayından festivaller düzenleniyormuş. Davul üzerinde milli kıyafetleriyle yapılan gösteri hemen akla gelen. Üstelik folklorcuların ve törendeki askerlerin giydiği kırmızı fes, işlemeli cepken, beyaz gömlek ve tulum, kırmızı çorap ve püsküllü ayakkabılar(terlikler) da hediyelik olarak satılabiliyor. Turistler için Türkçe, Rusça ve Bulgarca  açıklamalı broşürler de hazırlanmış.

SİZ HİÇ SUCUK LOKUM YEDİNİZ Mİ?

Kahvaltı tiryakileri Yunanistan’da umduklarını bulamayabilirler. Demleme çay yok. Türkiyeli ahçılar adada size iyi kebap yapabilirler. Sahildeki Simi’de 5 ayrı çeşit balık yedik. Fiyatları makul, lezzetleri farklı. Esnaf gündüz 14.00-17.00 arası evinde uyuyor. Halk rahat ve umursamıyor hiç bir şeyi. Türkçe bilenlerin sayısı da fazla. Çarşıda sakat bir kadın dilenci aramıza gelerek ” Allah rızası için bir sadaka.. Allah sadakanızı kabul etsin?” demez mi? Evler adada genelde tek katlı ve bahçeli. Sokaklarda Osmanlıdan kalma dev çınar ağaçları ah itiraf edebilse gördüklerini.

Hotel Aktı’da kalıyoruz. Sahibi genç bir karı-koca Batsios Ailesi Yunanlı. Hotel bahçesinde otururken Yiannus  Batsius ikramda bulundu “sucuk lokum” diyerek. İki dilimdi ikramı. Birincisinin tadına baktım; aaa bizim güneydoğu bölgelerimizde ve özellikle de Kilis-Gaziantep’te sonbaharda üzümden yapılan ceviz sucuğu bu. Ayrıca fıstık içi ve bademden yapılanı da var. Sonra genç Batsius yanıma gelerek “Nasıl nefis değil mi?” dedi. Henüz yutmamıştım, ağzımda geveleyip duruyordum, elimle “süper” işareti yaptım. Bana “Türkiş lokum” diye hatırlattı. Sevindim doğrusu. Almanya ve Fransa’nın Avrupa Birliği’nde bizi neden istemediklerini daha iyi algılıyorum! Galiba çok şey ellerinden gidecek. Türk işgücü ve sermayesi artık her şeyin üstesinden gelecek bir kapasitededir.

TEK KURŞUN ATILMADAN TESLİM EDİLEN ŞEHİR

Selanik’e gitmek için heyecanlanıyorum. Mustafa Kemal’in evi var, Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın sürgün yıllarını geçirdiği Alatini Köşkü var. Sonra limanda Beyaz Kale görmek istediğim yerlerden. Belki Osmanlı’dan hiç bir eseri ayakta tutmadı Selanikli yöneticiler, ama İstanbul’daki bütün Bizans eserleri belki de Osmanlı eserlerinden çok daha fazla itinayla korundu. Galiba batı ile bizim farkımız da burada yatıyor.

Selanik Osmanlılar zamanında katolik zulmünden ve katliamından kaçan Portekiz ve İspanyol Yahudilerine kucak açtı. Bunların arasında Fransız Eski Cumhurbaşkanı Sarkozy Ailesi de var! Çünkü Kraliçe İzebella İspanya’da müslümanlara ait ne varsa yaktı, kim varsa öldürdü. Bundan yahudiler de nasibini aldı. 15. Asır bu örneklerle doludur. Osmanlı yönetimi Selanik’te halkı kucakladı. Öyle ki Sabetay Sevi hareketi büyük alaka topladı. Selanik bir anda sadece Osmanlı Cihan Devleti’nin değil, Akdeniz’in en kalabalık yahudi metropolü oluverdi. Peki ne zamana kadar? Hitler’in 90 bin yahudiyi ölüm kamplarına sürene kadar. Balkan Savaşlarında Selanik büyüme şansını kaybetti. Tahsin Paşa da Selanik’i tek kurşun atmadan teslim ediverdi. 580 sene Osmanlılar yönetiminde kalan  Selanik’i  Osmanlılar hüzünle terk ettiler. Tahsin Paşa savunamadı ve iltica etti.

BAKÜ VE KONYA YORGUNU

Kavala’dan bir, bir buçuk saat Selanik. Gidip gelebiliriz, ancak yarın için verilmiş randevularımız var. Tabelaya bakıyorum İstanbul “Konstantinapolis 460″km diye yazıyor. Selanik “Thessaloniki 100 km”. İpsala’dan sonra ta Keşan’da başlıyor İstanbul trafiği. Hele bir de Silivri’den sonra “aman Allahım bu nasıl trafik?” dedirtir insana.  Bir yandan yazlıkçılarımız, TIR’lar, öte yandan Avrupa’da yaşayarak arabasıyla Türkiye’ye tatile gelen emekçilerimiz trafik yoğunluğunu katladı. Şehirlerarası trafik, İstanbul kent içi trafiğine dönüverdi. Özcanlar’da köfte yedik, Hayrabolu tatlısının tadına baktık ve Tekirdağ’dan 120 kilometre uzaktaki Ataşehir Şerifali’ye 4 saatte geldik. Hesaplamada yanılmamışım, bir de üstüne üstlük Bakü ve Konya yorgunuyum. O halde her şeye rağmen ver elini Türkiye! Merhaba Türkiye, aziz vatanım.

İstanbul’a yağmur çiseliyordu.