‘Munzurdaki Zorbaz’ isimli romanın yazarı Necati Gültepe ile Roman ve Türk romanı üzerine konuştuk.
Oğuz Çetinoğlu: Önce roman kavramı ile başlayalım söze. Roman denince sizde neler çağrıştırıyor?
Necati Gültepe: Roman edebî tür ve teknik olarak tamamen batının eseridir. Doğrudan insanı anlatır ama özellikle drama düşmüş insanı, insanın bunalımını, çıkmazını, toplumla çekişmesini, kendisiyle hesaplaşmasını v.s
Bu yönü ile bizimle ilgisi azdır. Çünkü bizim toplum yapımız bizdeki insan unsuru bunları yaşamaz. Bizde insan; büyük aile, cemiyet ve toplum içinde korunaklıdır. Dram ve bir kırgın yaşanıyorsa bu topluca yaşanır. Fert kendi başına değildir, daha doğrusu sahipsiz değildir. O kadarki, onun her ferdî bunalımı, acısı topluluk içinde yaşanır. Sadece kendisi değil çevresi de onunla yaşar veya çözüm arar.
Bu kadim zamanlardan beri Türk toplumunun özelliğidir. Batı bunun tam tersidir. Onun için bizde insanı birey olarak anlatan bir edebiyat türü gelişmemiştir. Bizim mitolojilerimiz destanlarımız menakıp ve hikâyelerimiz hep toplum içindeki ferdi anlatır.
Roman Tanzimat’tan sonra edebî bir tür olarak bizde yavaş yavaş ortaya çıkmıştır. İlk roman örnekleri ise tamamen batıya özenti ve taklittir. Zaten bu tarihten sonra da Türk toplumunda değişim başlamış klasik cemiyet yapısı değişmiş yâni batılılaşmıştır. Artık destanlar menakıplarla bu yapı anlatılamazdı.
Onun için batının eseri olan roman alındı. Artık roman en iyi anlatı türü olarak Türk edebiyatında yerini almıştır. Muazzam bir malzeme ve kaynak birikimi, roman tekniği kullanılarak gerek millî anlamda gerekse bütün insanlık âlemine inanılmaz boyutlarda ufuk açılabilinir. Türk sosyolojisinde bu potansiyel mevcuttur. Çünkü batı insanı kendi varlığının bütün girdisini çıktısını kurcalayarak gelip bir kapının önünde durmuş, soluğunu tüketmiştir.
Çetinoğlu: Bizde ilk romanlardan itibaren ‘Roman’ denilen edebî tür insanlarımıza neler kazandırmıştır?
Gültepe: Bizde Tanzimat’tan sonra gelişen roman batıdaki kalıplarla aynen alınarak yanlış bir zemine oturmuştur. Buna en iyi misal Halit Ziya Uşaklıgil’in romanıdır.
Bulunduğu toplumu hiç dikkate almayarak bir nevi Türk ismi almış batılı karakterlerin romanını yazmıştır. Halit Ziya’nın roman karakterleri ile Türk toplumundaki insanların hiçbir ilgisi yoktur.
Daha sonra bu klişe olmuş, günümüze kadar rengini dokusunu koruyarak gelmiştir. Bu tür romana en büyük destek ise soldan gelmiştir:
Sol düşünce 1917 Bolşevik ihtilalından çok önce Ermeni cemaati tarafından Osmanlı toplumuna sokulmuştur. Hatta Hınçak ve Taşnak isimli terörist Ermeni komiteleri / çeteleri bile sol örgüttür.
Tıpkı bu günkü PKK’nın Marksist bir örgüt olması gibi. Türk milletinin önü solla kesilmiştir. Çünkü sol Türkün tarihi ile arasına girmiştir.
Milletlerin önü ancak tarihleri ile kesilir, tarihin karanlıklarına yuvarlanıp giden nice kadim milletlere bir bakın tarihleri ile geçmişleri ile bağlarını koparınca, varlık dayanakları kalmamış ve uflanıp yok olmuşlardır.
Bütün bunları neden söylüyorum?
Milletlerin Tarihi -psikoloji ve Tarihi-sosyoloji kuralları çok ilgi çekicidir.
İnsanın tarihi-zihnî biriktirme ve sonraki nesillere aktarma özelliği vardır
Duygularımızın ve düşüncelerimizin kaynağında atalarımızdan intikal eden genetik bilgi şifremiz var (ki 1989 yılında bunu kanıtlayanlar Nobel Ödülü kazandılar.)
Mesela paleontolojik buluntulara göre Türklerin daha doğrusu Turan kavimlerinin ilk ataları 70 bin yıl önce hiçbir özellik göstermeden yeryüzünde var oldukları söyleniyor…
Bunun anlamı alt beynimizde 70 bin yılın bilgi birikimi yatmaktadır.
Ama biz tarihten mitolojiden ve geçmişin odak noktalarından habersiz (Örf âdet töre ve törenler) yaşarsak bu muazzam birikimi yani sosyol ve tarih arşivinin hiç farkında olmadan geçer gideriz.
Daha açık şekilde izah edecek olursak: anne ve babanın kazandıkları bilgiler ve onlara atalarından geçmiş olan bilgiler yeni doğana naklediliyor.
Öncekilerden ana babası yoluyla aldığı bilgileri yenileriyle birleştirip bir sonraki kuşağa teslim ediliyor…Ve bu böylece sürüp gidiyor.
Bu husustaki en büyük kaynağımız mitolojiler-destanlar ve söylencelerdir.
(Mitoloji, geleceğin kehaneti niteliğinde olup geçmişin sırrının saklı olduğu sembolik dildir. )
Eski olayların gelecekte de tekrarlanacağı, mitolojilere özgü bir dille hikâye edilmekte, ritüellerde yaşatılmakta, maddî kültür âbidelerinde tasvir edilmektedir
Mitoloji, ödünç alınması veya ödünç verilmesi mümkün olmayan, genetik hafızamızda var olan bilgi, inanç ve mukaddesler grubudur.
O halde bin yıllar geçmesine rağmen, yeni bir din kabul etmemize bakmaksızın Türk toplumu hâlen bilinçaltında mitolojik olguları, inançları yaşatmaktadır. Hiçbir medeniyetin, hiçbir dinin ve yasağın silemediği bu bilinçaltı genetik hafızamız zamanla kendini gösterir, teknolojinin hızla ilerlemesine karşılık varlığını korur.
Bu düşüncelerimizi farklı bir açıdan çağımızın önemli düşünürlerinden İspanyol asıllı filozof Jose Ortega Gasset şöyle anlatıyor:
“Şempanzeyle orangutanı insandan ayıran tek özellik zekâ dediğimiz şey değildir; Belleklerinin bizimkinden çok daha kısa oluşudur. Hiç bir hayvan bir gün öncesinin birikimini taşımaz.
Oysa insan, hatırlama yetisi sayesinde, geçmişini biriktirir, birikmiş bir geçmişin yüksekliğinden başlar var olmaya. Geçmişle sürekliliği sağlayan bağları koparmak, sıfırdan başlamak, aşağılara inmek, hayvanlara öykünmek olur.”
Nietzsche ise üst insanı ‘belleği en uzun olan’ varlık diye tanımlar.
Geçmişle sürekliliği sağlayan bağları koparmak sıfırdan başlamak, aşağılara inmek, orangutana öykünmek olur.
Maalesef Türk milletinin bu muazzam birikim-arihî hâfızası silinmiştir veya en azından kolay ulaşılamayacak derinliklere itilmiştir. Bunun sebebi bazılarının iddia ettikleri gibi inkılâplar (Yazı- harf) değişim, değildir. Bu doğrudan alt şuurun karartılması yâni sol propaganda ve şuur altına yapılan haçlı saldırısına kılavuzluk eden sol ideolojinin beyinleri süngerleştirmesi ile olmuştur.
Konumuza dönecek olursak Türkçede roman konusu solun etki alanındadır kısır ve acubedir. Birkaç aykırı yazarın dışında hiç kimse özgün bir şey yazamamaktadır. Zaten ellerinde olan yazı dünyası bunu sıkı sansürlemektedir.
Bir diğer kesim, cemaatler ise; solu taşeron olarak kiralamış ona milletler arası bağlantılarını kurma ve organizasyonunu üslenme görevi vermiş görünmektedir. Böylece solun bir versiyonu konumuna itilen cemaatlerde kendi yollarını çizmiş, edebiyatın telkin gücünü kullanarak taraftarlarını yönetmektedirler.
Ortam öyle bir hâle gelmiştir ki kendi özgün değerlerimiz gençliğimize küçük ve komik gösterilmekte ne idüğü belirsiz küresel baskı güçlerinin icadı fantastik konular ön plana çıkarılmıştır.
Onun için roman konusunda olmaz tuhaflıklar ortaya çıkmıştır. Mesela Türkiye’de hem sol hem de cemaatlerce şişirilen bir yazar Türk romanı yazdığını iddia ederek romanlarını İngilizce yazıp oradan Türkçeye çevirterek yayınlanmakta ve muazzam medya gücü ile çok satmaktadır.
Ama durum o kadar da umutsuz değildir. Bahsettiğim tarihî sosyo psikolojik genler diridir ve aktif hâle gelecek uyarıyı beklemektedir.
Bunu şöyle izaha edebilirim: Bir demir çubuktaki atomların % 1’ini mıknatıslarsanız, çubuğun geri kalanı da kendiliğinden mıknatıslanır. Kimyevî tepkiler için de durum aynıdır. Eriyiğin küçük bir bölümü harekete geçince tepkinin geri kalanı kendiliğinden harekete devam eder. Lazer de dâhil olmak üzere diğer birçok fizikî etki aynı yolla çalışır.
Sosyal konularda da böyledir biri bayrağı sırtlar yürüse peşinden o eski mayanın güdüsü ile binler milyonlar ardından yürür….
Bilinç üzerine çalışan sosyo-psikologlar bunu deney yoluyla ispatlamışlardır:
Bu mantık biçimi daha sonra insan bilincine kadar genişletildi.
Lyall Watson, eğer yeteri kadarımız bir şeyin doğru olduğuna inanırsa, o şeyin herkes için doğru olacağını ileri sürdü.
İnsan zihni düşünebildiği her şeyi gerçekleştirebilir. Bilinç, yeterli insan sayısına ulaşınca bütün insanlığın ortak bilinci gelişecektir.
Ortak bilinç dediğimiz bu özellik insanlar üzerinde yapılan deneylerle de araştırılmıştır. 1976’da Psikolog Candace Borland tarafından yayınlanan bir araştırma bir şehir nüfusunun 1/100’ünün meditasyon yapmaya başladığında o şehirdeki suç oranının, kendiliğinden azaldığını ortaya çıkarmıştır. Kayıtlara göre nüfuslarının 1/100 ünün meditasyon yaptığı belirlenen şehirlerde yapılan inceleme kayıtlarında suç oranının, üstelik diğer şehirlerde suç oranı giderek artmakta iken, diğer şehirlere oranla % 16 daha az olduğu bulunmuştur. Bu araştırma yüzlerce biçimde defalarca tekrarlanmış; hep aynı yönde sonuçlara ulaşılmıştır. Bu sonuçları mümkün kılan, zekânın, ortak bilincin varlığıdır
Sorunuzun açılımı olan Türk Romanının vardığı hâli hazır noktada değil de varacağı noktada kesinlikle umutlu olduğumu söyleyebilirim.
Çetinoğlu: Bir romanı geleceğe taşıyan, dili ve üslubudur. Dil, değiştiriliyor, üslup yenileniyor. Yarınlara kalacak edebiyat ürünleri nasıl meydana getirilecek?
Gültepe: Dil ve üslup tamamen sosyal gelişimin önündeki ana güç kaynaklarıdır. Sosyal gelişim tarihî bağlarla ifâde edilir. Edebiyat ve romanda aynıdır.
Dede Korkut’un dili ve üslubu hiç kesintiye uğramadan günümüze kadar devam etseydi herhalde şu anda dünyanın en ahenkli ve akıcı diline sahip olurduk…
Ama maalesef özellikle dil ve üslupla çok oynandı ne hokkabazlıklar yapıldı… Sosyal olarak tam bir Marksist gibi… Dilcileriz, sıra dile gelince dehşetli ırkçı davrandılar. Acube bir lisanla yazıp çizmeye başladılar…
Fakat tutmadı. Kimse anlamadı. Ben de hala bu tür yazanları anlayamam, okuyamam… Aslında küçük çocukların pipileri ile oynadıkları gibi dille oynamanın hiçbir anlamı yoktur. O kendiliğinden akar gelişir mecrasını bulurdu. Nitekim bütün zorlamalar bir yere varmadı. Şimdilerde Türk Dil Kurumu yeni sözlüğünü bir milyon kelime olarak ilan etti. Eski yeni ne varsa hepsi bizim dedi… Bu güzel.
Dil konusundaki düşüncem şu: İsteyen istediği kavramı, anlamı kullansın tutarsa tutar tutmazsa bir diğeri yerine kaim olur.
Çetinoğlu: Roman ve genel olarak da edebiyat sanatı, sosyal hayattaki değişimlerden etkilenmektedir. Böyle olması mı gerekir, yoksa edebî sanatların toplumu etkilemesi ve yönlendirmesi mi tercih edilmeli?
Gültepe: Bu konu, birbirini besleyen iki nehir gibi düşünülebilinir. Roman sanatı toplumun özgün değerlerini yeni form ve ifadelerle gelişen topluma aktarır. Bundan beslenen toplum geleceğe daha sağlam adımlar atar ve milletler arası irtibatlar daha sıkılaşır.
Şunu kesinlikle belirtmeliyim ki; Özgün, yani millî olmayan hiçbir sanat milletlerarası yani beynelmilel olamaz. Bunun tersini iddia edenler riyakâr ve alçaktırlar, art niyetli ve haindirler… Kütle hâlindeki güçler böylelerini besler ödüllendirir, kendi milletinin üstüne salar. Böylesine besleme kuduz köpek muamelesi görmeye zerre kadar insanlık değeri olan yanaşmaz.
Çetinoğlu: Amerikalı eğitimci – yazar Abraham H. Cass “Yüz Büyük Roman” isimli eserinde, dünyanın önde gelen 100 romanı inceliyor. Bu eserde Türk romanı yok. Haksızlık mı etmiş?
Gültepe: Bunun iki sebebi var birincisi bizde özgün roman az. İkincisi az sayıdaki bu romanlar çevrilmemiştir ve dışarıda tanınmazlar
Güç odakları ancak kendi toplumuna sövüp sayan bölüp parçalayan eserlere itibar ederler. Bütünleyici eserlere millî öğeler taşıyan eserlere neden ödül versin ki. Abraham H. Cass ‘Yüz Büyük Roman’ arasına bu sebepten Türk eseri almamıştır kanaatindeyim.
Çetinoğlu: Türk romancılığının günümüzdeki konumu üzerine genel bir değerlendirme yapar mısınız?
Gültepe: Günümüzde Türk romanını iki organize odak yönlendiriyor. Bunlardan biri sol medya ve yazı zanaatkârları. Diğeri ise cemaat medyasıdır. İkisi de özden yoksun, Türk ve İslam karşıtıdır. Her ne kadar sol son yıllarda kendi çıkmaz yolundan saparak ulusalcı dümeni tutturdu ise de bu sadece bir sözden ibarettir özü değişmemiştir.
Cemaatlere gelince asıl varlıkları Türk karşıtlığıdır ve iddia ettikleri gibi İslam lafzı sadece isimlerindedir. Çünkü yapıları tamamen birer holding tarzında teşkilatlanmış İslam’ın ‘mülk Allah’ındır- yani milletindir’ temel aksiyonunu yok sayarlar.
Edebiyatçı olduklarını iddia ettikleri yazarları ise derinliksiz ve basit propagandistlerdir. Hiçbir ederleri yoktur. Özellikle Marksist ve ateist liberallere çokça medyalarında yer verirler
Mesela şu anda binler satan sol ve cemaat yazarlarını bir yıl sonra bu eserlerinin ismini hatırlayan çıkmaz çünkü asla kalıcı vasıfları yoktur. Tamamen market edebiyatıdır.
Çetinoğlu: Yazar, romanını; benimsediği ideolojinin propaganda aracı olarak kullanabilir mi?
Gültepe: Şu anda zaten tamamen herkes bunu yapıyor
Çetinoğlu: Çok satan romanların neden çok sattığı konusundaki düşüncelerinizi lütfeder misiniz?
Gültepe: Tamamen market malı olmalarından:
Mevlana yılı denir, bunların solcusu cemaatçisi o yıl onlarca Mevlana romanı çiziktirirler ve medya aracılığı ile marketlere sürerler
Siz Mevlana yılı dolayısı ile çıkmış 30’un üzerindeki romandan bir tanesinin ismini hatırlıyor musunuz? Bunlar binlerce sattılar…
Çetinoğlu: Geçmişi gelecek olarak yaşamak hiçbir şekilde mümkün olamaz. Ancak geçmişi bilmek, ondan güç ve ilham alarak geleceğimizi şekillendirmek mümkün olabilir mi? Tarihi romanlar bu düşünceye katkı sağlayabilir mi, nasıl?
Gültepe: Geçmiş elbette tekrar tekrar yaşanmaz ama geçmiş günümüzün ve geleceğimizin temel unsurudur. Onsuz hiçbir gelecek kuramayız.
Çetinoğlu: Fütürologlar gibi düşünerek; Türk romancılığında neyin olmasını; neyin olmamasını istiyorsunuz? İsteğinizin gerçekleşmesi, istemediğinizin engellenmesi için gereken şartlar nelerdir?
Gültepe: Bunun bir tek yolu var öz ve özgün olmak, öze dönmek. Yâni açıkçası kimliğine sâhip çıkmak. Şimdilerde Türk milleti hem içeriden etkin güçler tarafından hem de dışarıdan haçlı güruhu tarafından kimliksizleştirmek için alabildiğine baskı altına alınmıştır.
Bu aralar Türk lafı etmek Türküm demek neredeyse suç sayılmaya başladı. Fakat onların gözden kaçırdıkları bir şey var. Alttaki-içerideki maya harekete geçti artık durduramazlar. Anlattığım mıknatıs misali… Göreceksiniz bütün toplum hatta bu gün azınlık durumunda olanlar da geçmişte olduğu gibi Türk çadırı / otağında toplanacaklar…
Geçmişte destanlar, söylenceler ve hikâyeler bunu sağlardı. Bu kanalla geçmişin sosyo-psiko kodları topluma nesiller boyu aktarılırdı.
Günümüzde ise bu görevi edebiyat ve onun da en ağırlıklı kollarlından biri olan roman üstlenmiş durumdadır.
Bu gün toplum tarihini konu alan romanlar yazılmaktadır. Fakat tarihimizin önemli bir dönemi olan Osmanlıyı anlatan bir iki denemenin dışında, O’nu ana kodları ile bize açan eserler henüz ortada yok. Bunlar olduğu zaman ufuk aydınlanacaktır.
NECATİ GÜLTEPE:
Arşiv uzmanı, yazar Necati Gültepe, 1951 yılında Erzincan’da doğdu. İlk ve orta eğitimini Erzincan’da tamamladı. 1975 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nden mezun oldu. 1971’de İstanbul İl Halk Kütüphanesi’nde devlet memurluğuna başladı. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nde uzman oldu. İstanbul Vakıflar Bölge Kültür ve Arşiv Müdürlüğü yaptı. 1990 yılında Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Osmanlı Arşivleri Daire Başkanlığı’na tâyin edildi. Bu kurumda Genel Müdür Yardımcılığı yaptı. Muhtelif süreli yayınlarda neşredilen birçok araştırma makaleleri vardır.
Kitap hâlinde yayınlanmış eserleri:
1- Ebussuud, 2- Osmanlı Fermanları, 3- Osmanlı Devleti ile Kafkasya-Türkistan-Kırım Hanlıkları Arasındaki Münasebetler, 4- Azerbaycan ile Osmanlı Devleti Arasındaki Münasebetlere Dair Arşiv Vesikaları, 5- Arşiv Belgelerine Göre Kafkasya ve Anadolu’da Ermeni Mezalimi, 6- Türk Kadın Tarihine Giriş / Amazonlardan Bâcıyân-ı Rum’a: (Araştırma – İnceleme. Ötüken Neşriyat. İstanbul, 2008) 7- Mührün Gücü (Tarih, Ötüken Neşriyat. İstanbul, 2009), 8- Eve Dönmeyenler: (Tarihî Roman. Ötüken Neşriyat. İstanbul, 2011), 9- Munzurdaki Zorbaz: (Tarihî Roman. Ötüken Neşriyat. İstanbul, 2012)