Fransa’da 1. turu gerçekleştirilen cumhurbaşkanlığı seçimi ülkeyi yönetenler için değişik derslerle doludur. Sarkozy’ye hep kızıyoruz ama yerli Sarkozy’ler daha da ileri gidiyor. Sarkozy yaptığı konuşmada, Fransızlığa sık sık vurgu yapmıştır. Karmaşık nüfusa ve farklı etnik kökenlere sahip olan Fransa’da ağzından hiç “Fransalılar” sözcüğü çıkmamış; sürekli Fransızlıktan bahsetmiştir. Irkçı partinin adayı Le Pen gibi açık açık yabancı göçüne karşı çıkmış ve çekinmeden yabancı düşmanlığı yapmıştır. Ayrıca, nüfusun homojenleşmesini de savunmuştur. Sözde bazı Batılı müttefiklerimizin bize dayattığı ve bize uymayan bir elbise olan çok kültürlük anlayışına karşı çıkmış, bunu bir erdem olarak görmemiş ve onunla da övünmemiştir. Konuşmasının bir yerinde Fransızları en iyi şekilde korumaktan bahsetmektedir.
Sarkozy, Sayın Başbakan gibi milli kimliği etnik grup kapsamında görmemiş ve onu etniklik seviyesine indirme yanlışında bulunmamıştır. Bizde ise; dünyada yapılmayanlar yapılmaktadır. Sayın Cumhurbaşkanı doktrini ve ideolojisi olmayan bir anayasa hazırlanmasından bahsediyor. Burada doktrin ve ideoloji yanlış kullanılmaktadır. Bir devletin kuruluş amacı, felsefesi ve kuruluş gerekçeleri hiçbir ülkede bir ideoloji kapsamında değerlendirilemez. Olsa olsa o devletin kuruluş ilkelerini bize gösterir. Hiçbir devlet; hatta bırakın devleti bir şirket veya bir market bile ilkesiz, gayesiz ve hedefsiz kurulamaz.
Bizde yapılmak istenen anayasa değişikliği değil; küresel gücün isteklerine uygun olarak devletin devlet olmaktan çıkarılması, üniter ve milli yapının değiştirilmesi, egemenliğe yeni ortaklar aranmasıdır. Ülkeyi yönetenler hiçbir şey olmamış gibi 23 Nisan Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı kutlamışlar; bazıları da kutlamalara bile gitmemişlerdir. Önümüze konmak istenen yeni anayasa, 1923 Türkiye’sinin tasfiyesi ve açıkça bir sivil darbedir. Askeri darbelerle bu sivil darbe gizlenmektedir. Ülke ihtiyaçlarına göre bir hazırlık yoktur. Aslında her şey bize dayatılan anayasaya göre uydurulmaya ve kamuoyu yanıltılmaya çalışılmaktadır. Türkiye’nin on senede nereden nereye getirildiği ve nelerin tartıştırıldığı düşünülmelidir.
Bir resmi dairede tesadüfen bulunuyordum. Aydınlar Ocağı’nın anayasa ilkeleri teklif kitapçığını gören bir memur ilgi duydu ve kitapçığı benden istedi. Kendisiyle biraz sohbet ettik; daha fazla demokratik ve özgürlükçü olunması gerektiğini ifade etti. Ona göre, Alevilerin, Sünnilerin, Kürtlerin ve Ermenilerin ayrı ayrı anayasaları olmalıydı. Maalesef hiçbir ciddi örneği olmayan yakıştırmalar topluma sindirilmişe benziyor. Türkiye, iki üç milletli, dilli ve egemenlik payına sahip bir ülke yoluna sokulmuştur. Kürtçülük sorununu çözmek için BDP heyeti Washington’un yolunu tutmuştur. Temsilcileri ayrı özerk bölgesel bir meclis talep etmektedirler. Yapılacak iş bellidir ama kafası karışık siyasetçiler ve dışarıdan doldurulan beyinler vardır.
Türk Eğitim-Sen İstanbul Başkanı Yrd. Doç. Dr. M. Hanefi Bostan, İstanbul Üniversitesi’nde görmek istemediğimiz bir yaraya ve soruna parmak basmaktadır. Türk Eğitim-Sen mensubu memurlara çok değişik baskıların yapıldığı görülmektedir. Bir rektör yardımcısının ve personel daire başkanlığındaki bir şube müdürünün görevleri adeta bu olmuştur. Korku ve panik ortamı yaratılarak memurlarla oynanmakta, baskılar yapılmakta, açılmış bazı soruşturmalar sendika değiştirme karşılığı tatlıya bağlanmaktadır. Bu kabul edilemez davranışlar dolayısıyla Sayın Hanefi Bostan’ın Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulunmuştur. Üniversiteyi yönetenlerin böyle bir köklü kuruma uygun davranmaları ve İstanbul Üniversitesi’ni yıpratmamaları esas olmalıdır. Bütün bunlar acaba seçimlerde rektörü yıpratmak için mi yapılmaktadır?